12/01/2011 | Yazar: Adnan Yıldız

Arter, genç bir koleksiyonun uzun vadede bir müze kompleksine dönüşeceğini müjdeleyen bir kurum; bu yolda kurumsallaşırken, İstanbul'da, İstiklal'de herk

Arter, genç bir koleksiyonun uzun vadede bir müze kompleksine dönüşeceğini müjdeleyen bir kurum; bu yolda kurumsallaşırken, İstanbul'da, İstiklal'de herkese açık, ücretsiz bir sergi mekanı olarak işlevsel bir rol oynuyor. Bu yolda, İstanbul'daki pek çok özel müzenin genellikle gezici sergilerden oluşan sergi programı arasında kendine farklı bir yer açmaya çalışacak gibi görünüyor. İsmiyle müsemma -ikinci sergisi- "İkinci Sergi" Vehbi Koç Vakfı Çağdaş Sanat Koleksiyonu'ndan işlerin gösterildiği, o fazla kalabalık ilk sergisinden ("Starter") daha özenli, daha net ve en azından bir odağı var. Kurumsal eleştiri.

Yeni üretimlerden oluşan bu sergi -kavramsal olarak- kurum, kurumsallaşma, kurum eleştirisi, kurumsal eleştiri ve sanat pratiklerinin bugün kurumsal çerçevede nasıl çalıştığı üzerine kurulu. Serginin geneline yayılan bir çeviri heyecanı, ithalat hissiyatı var; havaya Türkiye bağlamında henüz geleneği kurulmamış bir tartışma düzleminin, kurumsal eleştirinin İstanbul ekseninde üretilme telaşının kokusu sinmiş. Küratörü Emre Baykal işleri biraraya getirirken, hem kurumu bir kavramsal zemin olarak ele alıp, sanatsal araştırmaların prodüksiyon  haline gelebilmesini amaçlamış hem de kurumsal eleştiri literatürü açacak bir tartışma platformu yaratmayı hayal etmiş. "İkinci Sergi" bu açıdan iyi niyetli olmasına rağmen bir o kadar da naif bir proje; zira, henüz 'hakkaten' ikinci sergisini gerçekleştiren ve yeni yeni kurumsallaşan bir modelin daha bir sergi sicili, kurum tarihi ve şehrin bağlamına/hafızasına pratik bir katkısı olmadan özgün bir "kurumsal eleştiri" üretebileceğine inanmak güç...
 
Bu yeni doğmuş bir bebeğe bakıp, annesine mi babasına mı benzediğini konuşmak; yeni ilkokula başlayan bir çocuğa "büyüyünce ne olacağını" sormak kadar naif bir beklenti. Kurumsal eleştiri dediğimiz pratikler toplamı, son yıllarda kurumların baş ağrısını hafifleten bir 'aspirin' olarak az mı eleştirildi? Sanatçının kendisini besleyen eli bükemeyeceğini iddia eden bazı sert eleştirmenler, sanatçılardan "kurumsal eleştiri" üretmek adına iş sipariş eden küratörleri samimi bulmamakla beraber asıl sanatçıları kurumların 'kendini temize çıkarma' projesine dahil olmaları açısından yerden yere vurdu. "İkinci Sergi"ye bu eksenden bakınca, bir başka noktayı da masaya yatırmak gerekiyor; kurum üzerinden üretilen eleştirinin işleyebilmesi, üzerine kurulu olduğu modelde çalışabilmesi için, bu pratiklerin temel olarak kurumun (yerel) bağlamına duyarlı olması -deneyimle sabit- gerekiyor. "İkinci Sergi" aslında bu açıdan içerdiği birkaç çalışma dışında, bütününde özel (specific) bir tartışmadan çok genel bir çerçeveye sahip; kurum denen yapıyı genel hatlarıyla tartışan, belli bir kurumdan çok genel bir kurumdan bahseden bir proje. Arter'de değil de, herhangi bir başka yerde de kurulabilecek, açılabilecek bir sergi. İçerdiği mekana özgü birkaç yerleştirme ayrıntısına ve bağlama-özel üretilen bazı projelere rağmen sergi genelinde dil hakimiyetini kuramamış, meselesini genel-geçer hatlarla açan bir içeriğe sahip.
 
Sergide yer alan bazı  projeler, küratöryel açıdan kurulmaya çalışılan bu "kurumsal eleştiri" çatısının en ilginç ve özgün perspektiflerini kuruyor. Bunlardan biri, bir Banu Cennetoğlu & Yasemin Özcan Kaya işbirliği olan "Evrensel Çöplüğe Gönderiyoruz..." adlı film. Lecher antenini bize doğru sallayan, Arter binasının "titreşimsel toksinlerini temizleyen ve enerji akışını düzenleyen" terapist Zeynep izleyiciyi metafizik bir okumayla 'alt-üst' ederek, 'eleştirilerini' rasyonelliğin ötesinde bir dokunulmazlıkta konumluyor. Anteniyle, Arter'de çalışan alt kadronun dışarıdan gelecek yetenekleri anlamayan, süzemeyen kötü filtreler olarak, kurumun geleceğini tehdit ettiğini tespit eden terapist buna çare olarak melisa ya da okaliptüs yağı öneriyor. TV'de izlemeye alışık olduğumuz tür bir realitenin sürekli "gerçek mi yoksa kurgu mu" diye şüpheyle izlenen akışını logosuz bir ekranda yeniden yaratan, post-modern kültürün içinde zaten gizli olan aşkınsallığı 'terapistin' performatif yaklaşımıyla belgeleyen bu film, ciddiye alındığı ölçüde'eleştirisini' herşeyden daha gerçekçi bir tavırla ortaya koyacak kadar orjinal bir dile sahip. Serginin sürprizi. Hemen izleyicisine geçen zekasıyla, uzun süredir görmediğimiz büyüde bir iş.
 
Bir diğer 'sıkı' iş, Ömer Ali Kazma'nın "O.K."i. Bu yerleştirme adeta, T.C. bürokrasisinin çok kanallı video performansı. Onay mercii "noterin" sahneye çıktığı, noter memurunun jestlerinin tanıdık bir dille klipleştiği bu video, parçası olduğumuz ve herşeye "tamam" diyen bir kültüre bedenen dahil olan bir öz-eleştiri formu sunuyor. Aydan Murtezaoğlu ve Bülent Şangar ortak çalışması "Laboratuar İşi" ise çok elemanlı, çok katmanlı ve çok medyumlu bir proje. Musluk suyundan İstanbul'un halk plajlarına kadar, içinde yaşadığımız habitatlara suyun dilinden, su kirliliği tehlikesinden ve çevresel bir duyarlılıkla yaklaşmayı öneren bu ironik iş Arter'in şebekelerinden akan suların laboratuar analizleriyle birleşince yeni açılan bir sergi kurumuna yeniden dönüşüm tartışmasını ("recycling") sokuyor. Ve Ahmet Öğüt, Hollanda'da Van Abbemuseum'dan sonra İstanbul'da ikinci kere ürettiği "Kara Elmas"ı izleyiciye açık bir idman, bir yarışma, adeta bir 'survivor' projesi gibi tasarlamış. İzleyici, kömür yığınının içindeki duvar parçasını bulursa, (o duvar parçasının yerine yerleştirilen) elmasa sahip oluyor. "Bul karayı al parayı" diyen Öğüt, kurumun kaynaklarından yeraltı kaynaklarına uzanan; kömürle elmas arasındaki zamansallık ve değer çizgisiyle oynayan incelikli işiyle sanatsal bir eleştiri cümlesi yerine, eleştirel bir gramer öneriyor. (Sergi açılışından kısa bir süre sonra iki gencin duvar parçasını bularak, vadedilen elmasa kavuştuğunun haberini zaten almıştık!)

"İkinci Sergi"nin içinde yer alan bir başka önemli duraksa, 90'lar güncel sanat tarihinin kilit isimlerinden Vahap Avşar'a ait. Bu sergide yer alan çalışmalarıyla Vahap Avşar, 'sanata geri dönüşünün' müjdesini' veriyor. Avşar açısından, Arter'deki "İkinci Sergi" Aralık sonunda açılan Rampa'daki soloyla birlikte işliyor; bize Avşar'ın pratiğine yıllar sonra yeniden bakarken, retrospektif bir bakış da içeren geniş bir sunum alanına katkıda bulunuyor. Ne var ki, kurumsal eleştiri üzerine odaklanan bir sergideki bir iş bile illa ki günümüz eleştirmeninin en gözde taktiğinin; hırsız-polis oyununun tuzağına düşerek okunuyor. Ayşegül Sönmez, Radikal'de yayınlanan yazısında Nur Koçak'ın işlerinde kullandığı kartpostal serisini 'bilmeden' yeniden üreten Avşar'ın pozisyonunu kim kimden önce iş yapmış, kim kimden araklamış etrafında dolaştırdıktan sonra, belleksiz sanat toplumu üzerinden konumluyor. Avşar'ın şeffaf tavrına karşı "affediciyi" oynuyor. Oysa, Avşar'ın dili, yaklaşımı ve kavramsal tavrı Koçak'ın temsil geleneğinden ve pratiğinin sorunsallarından epey farklı. Türkiye'de form ve içerik tartışması, medyum ve yaklaşımla ilişkisiz okunuyor. İşler malzemesi, içerdiği motifler ve kavramsal hamur üzerinden karşılaştırılıyor, birbirine benzetiliyor; ama ne dedikleri ve sanatsal dilleri pek konuşulmuyor.
 
Bence, Avşar'ın 'geri dönüşünün' ondan daha başka bir okumaya ihtiyacı var. Özellikle Avşar'ın dönüşünden (2008'den) sonra üretilen yağlıboya asker resimleri ve sürekli terleyen geçkince bir askerin rahat-hazır ol videosu, Türkiye'nin siyasi olarak oldukça  problemli bir kültür alanının; militarizmin kodlarıyla üretilmiş. Oysa aradan geçen yıllarda o kodların nasıl dönüştüğünü gözden kaçıran Avşar'ın tonu, dili ve içeriği, olay yaratan "Nefes" filminin yarattığı ikilem gibi.  Militarizmi yeniden mi üretiyor yoksa eleştiriyor mu, belli değil. Bir o kadar sorunlu. Belki de, Avşar'ın gözden kaçırdığı bir nokta, Ergenekon, Balyoz, Vicdani Red ve yeni Anayasa tartışmalarında gizli, lakin artık "Çelik de değişti". Nasıl ki artık, laik-müslüman kimliği kutuplaşmasını Extramücadele temsiliyle tartışmak, zaten var olan politik jargona hapsolmak ve Erbakan-Çiller döneminden gelen bir polemik dilini tekrar etmekse, Avşar'ın yirmi yıl öncesinin Türkiye'sine dayalı gözlemleri ve taze askerlik deneyimi ile ürettiği ordu ve militarizm tasviri de, İlker Başbuğ kadar seksi.
 
Kartpostalları yeniden üreten Avşar, Türkiye'nin seksenlerde anonimleşmiş ve en ünlü görüntüsü  "Ağlayan çocuk" resmini de yağlıboya olarak üretmişti. Arter'de görebilirsiniz. Bu iş, meramımı anlatmaya iyi bir örnek. Bugün bu resmi çocuğuna gösterip, "bak biz küçükken evimizde bu asılıydı" diyen ortayaşlı izleyicinin zamanı geri çeviremeyeceğini anlaması gibi... Çocukluğunda o resmi duvarda, bakkalda, her yerde (omni-present) görmesi, onu çocuğuna anlatmasının zorluğu, ona onun hissini geçirmesinin imkansızlığı gibi. Bugüne gelemeyen bir eskimişlik var ortada. Tarihsellik değil. Nostalji kraliçeliği gibi bir durum -Avşar'ın dönüşü.
Eleştirel dilin oluşması/kurulması  için, Arter gibi yeni olmak, yeni kurulmak, yani sıfır noktası  yetmiyor;  illa ki eleştiri, üzerinde şekilleneceği kümülatif bir yığın istiyor. Tıpkı sadece anıların, nostaljinin ve geçmiş zamanın yetmediği gibi. Avşar'ın bugünün Türkiyesi'nin kodlarına 'yabanjı' hali gibi. Uzaktan. Ne de olsa, eleştiri üretimi, sürekliliği olan bir pratiğe dayalı olmayı talep ediyor. Hem bugünden bahsedecek, hem geçmişi bilecek, hem de yarına bakacak...

Arter: İstiklal cad. No:211, Beyoğlu. 0212 243 37 67

Etiketler: kültür sanat
nefret