22/08/2023 | Yazar: Sa Bahattin

Üzerinde koştuğumuz, güldüğümüz, ağladığımız, içtiğimiz, seviştiğimiz, küfrettiğimiz, delirdiğimiz bu toprakları bırakıp gitmek en doğru çözüm mü gerçekten?

Avrupa fetişizmi ve kalmak meselesi Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Fotoğraf: Pixabay, Creative Commons

1Fetiş [Fransızca fétiche]

1. isim, toplum bilimi: put. 2. isim Uğurlu sayılan şey. 3. isim, mecaz Tapınırcasına sevilen şey veya kimse. 4. isim, mecaz Saplantılı bir biçimde cinsel coşku uyandıran, karşı cinse ait elbise, ayakkabı vb. eşya.

Sizce de Türkiye’de son zamanlarda yükselen bir Avrupa fetişizmi yok mu? Ya da Cumhuriyet’in kuruluşundan beri yürütülen batılılaşma kaygısını ben yeni kavrıyor olabilirim. Çünkü ailemde, çevremde, kendim de dahil birçok seküler-muhalif insanın hayalinde Avrupa’nın cennet olduğuna ilişkin sanrılar olduğunu fark etmeye başladım. Türkiye’de dünyaya gelmiş çocukları Avrupa’ya gitsin diye iteleyen anne-babalar konusundaki öfkemi bu satırlara sığdıramayacağım. Ama en azından, 41 yaşında eşcinsel Türkiyeli bir akademisyen olarak kendi Avrupa fetişizmimle yüzleşmek ve mümkünse ondan arınmak; üstüne coğrafyada kalan her birimizi kutlamak için bir yazı yazmanın faydalı olacağı kanısındayım.

Hava atmak gibi olmasın…

2017 yılında mesleğim dolayısıyla yeşil pasaport edinme şansı kazandım. Bu şansı hemen kullandım ve o yıl ilk Avrupa (daha doğru ifadeyle Avrupa Birliği Ülkeleri) seyahatimi gerçekleştirdim. Zaten doktoramı devlet bursu ile ABD’de tamamlamış olduğumdan yurt dışında bulunma hissine yabancı değildim. Ancak ABD deneyimimin yalnızlaştırıcı olması ve ülkenin beni sosyal kültürel anlamda tatmin etmekten uzak kalması nedeniyle Avrupa’da geçireceğim zamanların daha güzel olacağına inandım. İlk yolculuğumu, bizim kuşak için eşcinsel evlilikler denince ilk akla gelen ülke olan Hollanda’ya yapmak zorundaydım. Orası benim için bir tür ‘kutsal mekân’ gibiydi çünkü. Yasal bir şekilde esrar kullanımını mümkün kılan Coffeshop’lar da bu ülkeyi benim için ayrıca çekici hale getiriyordu tabii.

Amsterdam’a vardığımda, havaalanı tavanının ‘yakınlığı’ ile başlayan şaşkınlığım etrafın kirliliği ile devam etmişti. Sanırım, ne denli büyük bir şehirde olduğumu tam kavrayamadığımdan baktığım her yerde çöp yığınları görüyor olmak beni bir hayli üzmüştü. Karşılaştığım insanların ısrarla Erdoğan hakkında sorular sormaları, bir motosikletlinin şiirsel hakaretine maruz kalmam ve bana verilmeye çalışılan kötü otel odasından sonra, üç günlük seyahatim bitmiş; umduğumu bulamayarak eve dönmüştüm. İkinci yolculuğum Barselona’ya olmuştu. Uygun bir konferansa katılmak için çıktığım yolculuktan bu şehre hayran olarak döndüm. Binaları, caddeleri, plajları ve insanları ile beni kendine hayran bırakmıştı. Nitekim sonraki seyahatlerimde, uzunca bir süre referans noktam bu şehir olacaktı. Ta ki geçtiğimiz yıl Hollanda’nın Utrecht şehrinde bir hafta geçirinceye kadar. O huzurlu, sakin, kütüphane tadındaki atmosferi beni öyle bir büyüledi ki bir yıldır kendime gelebilmiş değilim.

Euro 30 TL iken

Bu bilgileri Avrupa denilince bir örnek bir lokasyonu anlatmadığımızı, şehirlerle yaşanan etkileşimin kişiye, zamana ve mekâna bağlı olarak çok farklı olabileceğini vurgulamak için yazdım. Nitekim, iki hafta önce doğum günüm dolayısıyla Avrupa Kıtası’nda tekrar gezintiye çıktım. Bu kez rotamı Atina, Roma, Floransa, Milan ve Viyana şeklinde belirlemiştim. Bu gidişim diğer tüm gidişlerimden farklı bir duyguyla geçti. Oraya ait olmama, yer yer şiddeti hüzne varan bir burukluk, kendime ve doğduğum-büyüdüğüm ülkeye haksızlık ediyormuşum duygusu gibi daha önce hiçbir seyahatimde deneyimlemediğim abuk-sabuk hislerle dolandım durdum. Aslında tüm bu hislerin yükselen Euro kurlarına bağlı olarak artan gider endişesinden kaynaklanabiliyor olacağını da kendime sık sık hatırlattım. Ama bu farkındalık bile durumu değiştirmedi.

Avrupa’da sıkılan beyaz yakalının kibri

Gördüğüm şehirlerin güzelliğini nefes kesici bulmadığım gibi, tam tersine bu kez gördüğüm yerleri sıradan, birbirinin benzeri ve hatta sıkıcı olarak nitelendirdim. Dahası, İtalya’nın o meşhur yerlerini gezerken Avrupa’daki heykel tutkusunu abartılı bulduğumu fark ettim. Yüzlerce hatta binlerce heykelin yapımı, bunlar için harcanan iş gücü ve bu heykelleri yapan, taşıyan, koruyan, temizleyen emektarların yeterince karşılık alıp almadıkları gibi düşünceler aklımdan geçip durdu. Bayıldığımız bu yerlere, insan yapımı süslemelere, betonlaştırılmış meydanlara güzel demenin çok da doğru olmadığını hissettim. Roma’da, Leonardo Da Vinci Müzesi’nin on adım ilerisinde çalışan bir kişinin müzenin nerede olduğunu bilemiyor oluşu, hatta bu kişinin yüzüme tarihte böyle biri hiç olmamış gibi şaşkın bakışı bir şeylerin yanlış olduğunu ortaya koyuyordu sanki.  

Belki Avrupa’da (da) yükselişe geçen milliyetçi eğilimlerden, belki de baskı altında yaşamaktan buruşmuş bilincimin beni de milliyetçiliğin kirli sularına bulamış olmasının aymazlığından, belki de ulaşamadığı ciğere mundar diyen kedi dürtüsünden… Tam olarak nedenini bilemiyorum. Ama bu kez kendimi oralarda ‘hiç hissetmediğim kadar kötü’ hissettiğimi biliyorum.

Ben sadık bir köle miyim?

Öte yandan, son zamanlarda gençler arasında yaygınlaşan ve beni de dönem dönem ele geçiren gitmek arzusunun kendim için “fakir bir evde doğup zengin komşusunu kıskanan şımarık çocuk sendromu” olarak değerlendirilebileceğine ilişkin kuşkularım bu gezide iyice arttı. Elbette o fakir aileyi oluşturan anne-babanın tüm bu süreçteki asıl suçlular olduğunu biliyorum. Yine de “kardeşler” için yaşatılacak küçük, huzurlu bir an, ya da belki bir kurtuluş çabasına girmektense kendimi kurtarma telaşımın, insanın doğasını kavrayamamış toy bir çaba olduğunu hatırladım yeniden. Çünkü hem insanın/hayatın her yerde olabildiğince kötü olabildiğini biliyorum hem de (benim için) aslolanın bu ‘yoksun’ aileye hizmet etmek olduğunu doktoram bitmeye yakın ABD’de de hissetmiştim. Ait olduğum yere dönüp ora için emek sarf etmem gerektiğini söyleyen sadık bir köle var sanırım benim içimde.

Sorular, sorular…

Evet, Avrupa Birliği Ülkeleri insan hakları konusunda gelişme kaydetmiş ülkeler. Ancak bu ülkelerde, bir sürü insan bu haklar için bedeller ödedi. O insanların ödediği bedellere sığınarak yaşamak beni özgürlük tutkunu yapar mı?  Yoksa Türkiye’de LGBTi+’ların var olabildiğini göstermek, yani yalnızca burada kalarak benzerlerinle göz teması kurabilmek bile kendi başına bir direniş sayılabilir mi? Dahası, ülke sınırları içerisinde düzenlenen partilere, söyleşilere, film gösterimlerine vs. katılmak, LGBTİ+ hakları üzerine söz söyleyen politik, sanatsal ürünleri desteklemek hayata anlam katamaz mı? Yoksa bu akıl yürütme de salt bir züğürt avuntusu mu?  

Avrupa bir fetiş nesnesi olarak beni cezbederken, birçok yanından rahatsızlık duyduğum bu ülkeden uzak olmanın (onu Avrupa için terk etme fikrinin) içimi neden burktuğunu merak etmeye devam ediyorum. Ülkeyi bir nevi insanlaştırıyorum sanki. Tanık olduğum terk etmeler, ona acımama neden oluyor. Üzerinde koştuğumuz, güldüğümüz, ağladığımız, içtiğimiz, seviştiğimiz, küfrettiğimiz, delirdiğimiz bu toprakları bırakıp gitmek en doğru çözüm mü gerçekten?

‘Kalmak’a anlam yüklüyorum

Burada kalınabileceğini, burada gey olarak var olunabileceğini, burada gey bir akademisyen olarak yaşanabileceğini, burada, bu ülkenin muhafazakâr bir kentinde kimliğiyle barışık gey bir akademisyen olarak kulağa küpeler takıp şortlarla caddelerde yürünebileceğini ve bu yürüyüşler sırasında Velvele podcasti dinlenebileceğini, oturulan bir kafede Kaos GL’nin son sayısının okunabileceğini göstermek önemli geliyor şu an bana. Bunları yapabilmenin şehrin ve ülkenin özgürlük sınırlarını doğru çizmek açısından da mühim katkıları var bence. Salt yapabiliyor olmanın ikna edici bir ispat taşıdığına ve kendini gerçekleştirmek isteyen LGBTİ+’lara cesaret aşıladığına inanıyorum. 

Size ithaf

Sonuçta, her ne olursa olsun, bu ülkenin cesur (yahut mahkûm) insanlarına haksızlık etmemek gerektiği düşüncesindeyim. Bu tarihte, bu inatta, bu karmaşada var olan, burada kalan, yaşama hakkına ve özgürlüğüne ilişkin söz söyleyen her LGBTİ+ bireyin burayı yaşanabilir kılmaya bir katkısı olduğuna ve kıymetlerinin bilinmesi gerektiğine inanıyorum. 

Açık teklif

Benim fırlatıldığım, savaştığım, yenildiğim ve ilginçtir ki kopamadığım yer burası, bu ülke.  Ama buranın yuvam olarak kalabilmesi için sizlere ihtiyacım var, bunun da farkındayım. Ne olur, mitingler yürüyüşler için olmasa da partilerle, söyleşilerle, konserlerle daha sık bir araya gelelim. Daha çok görelim birbirimizi. Bahar Ankara, Güz İstanbul gibi bir şeyler belki. Olabildiğince. Olmaz mı?

Özlüyorum sizi…

Hepinize esenlik, sabır ve hoş görü dolu günler dilerim.

Dayanışmayla,

Sa

KAYNAK:

1 https://sozluk.gov.tr/

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: insan hakları, yaşam
İstihdam