02/05/2025 | Yazar: Aylime Aslı Demir

LGBTİ+’ların varoluşlarına yönelen baskıları sadece dilsel ve bilişsel manipülasyonlar olarak değil, bedenin taşıdığı “sonsuz” potansiyelin sınırlandırılması üzerinden de düşünmeliyiz.

Ayrık otu köklendirme stratejileri Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

 Bu yazı Susma Platformu'nun 2024 yılı raporu için kaleme alınmıştır.

Sansürü genellikle mevcut olana, yani ortaya çıkmış bir ifadeye, söyleme ya da eyleme yapılan müdahale olarak kavrarız. Ancak sansür ortaya çıkmış olanın yanı sıra henüz olanak ve potansiyel halinde olanı engelleme kapasitesine de sahiptir. Bu bağlamda sansür, yalnızca epistemolojik bir baskı aracı olarak değil, aynı zamanda ontolojik bir müdahale biçimi olarak da değerlendirilmelidir. Ontolojik sansür, bir varoluş biçiminin oluşumuna veya mümkün hâle gelmesine yönelik sistematik bir engelleyici güç olarak işler. Bu güç, ifade biçimleri kadar, var olma ve görünür olma olanaklarını da ortadan kaldırabilir.

Bu nedenle LGBTİ+’ların varoluşlarına yönelen baskıları sadece dilsel ve bilişsel manipülasyonlar olarak değil, bedenin taşıdığı “sonsuz” potansiyelin sınırlandırılması üzerinden de düşünmeliyiz. Biliyoruz ki Türkiye’de ifade özgürlüğü en yoğun biçimde kısıtlanan toplumsal hareketlerden biri de LGBTİ+ hareketi ancak bu saldırının aynı zamanda her bir bedenin kendisinin, varoluş olanaklarının ve somut edimselliğinin baskılanması olarak ele alınması gerekir. Bu tür bir sansür, pekâlâ bedenin doğasındaki çeşitliliği ve zenginliği "kastre eden," onu kendini gerçekleştirmekten alıkoyan bir "anatomik sansür" olarak da tanımlanabilir.

Bu bağlamda “anatomik sansür” aracılığıyla, bedenin “sonsuz” potansiyelinin heteronormatif düzen tarafından sınırlandırılarak yalnızca belirli bir formda ifade edilebilir hale getirildiğini söyleyebiliriz: Zorunlu heteroseksüellik! Adrienne Rich 1980 yılında yayımladığı “Compulsory Heterosexuality and Lesbian Existence” adlı makalesinde heteroseksüelliğin sadece bir cinsel yönelim olmadığını, aksine patriyarkal toplumun temelinde yatan ve toplumsal, kültürel ve politik mekanizmalarla dayatılan bir norm olduğunu savunur. Bu yönüyle zorunlu heteroseksüellik yalnızca insanlara dayatılan bir yönelim biçimi değil, aynı zamanda toplumsal yapıyı belirleyen bir sansür rejimi olarak da işlev görür. Bu rejim, normatif olmayan her türlü arzunun bastırılmasının yanı sıra, hangi varoluş biçimlerinin mümkün, hangi kimliklerin görünür ve temsil edilebilir olduğunun belirlenmesiyle de şekillenir. Bu yönüyle iktidar, toplumsal yapıların nasıl kurulacağını, kimlerin kamusal alanda var olabileceğini ve hangi kimliklerin tanınmaya değer bulunduğunu da belirler. Bu süreç önce çoğulluğun zeminini daraltarak, sonra mümkünse tamamen görünmez kılarak veya varlığını ortadan kaldırmak için çeşitli teknikler devreye sokarak ilerler.

Tam da bu yazı kaleme alınırken Güney Afrika’da eşcinsel imam Muhsin Hendricks’in öldürülmesi[1], sansür meselinin basit bir söylem ve kelam sınırlandırmasından çok daha kapsamlı bir şekilde ele alınması gerekliliğini gözler önüne sermektedir.

Misal “zorunlu heteroseksüellik”, LGBTİ+’ların çocukluklarından itibaren toplumsal normların içselleştirilmesiyle yoğrulur. Çocukluk döneminde, kişi genellikle heteronormatif bir geleceğin varsayılan doğruluğu ve “normalliği” ile yüzleştirilir. En basit iletişim engellerinden (içerik kaldırma, erişim engeli vb.) başlayarak eğitim, hukuk ve medya gibi ideolojik araçlarla pekiştirilen “zorunlu heteroseksüellik” anlayışına kadar genişleyen ve bunu aşan sistematik şiddet söz konusudur burada. İnsanların kimliklerini tanımlamaları, ifade etmeleri kısıtlanır ve varoluşları artık daha baştan “geçersiz” ve “olanaksız” hale getirilmeye çalışılır, tıpkı bu yazının redaksiyonu esnasında ortaya çıkan Türk Ceza Kanunu’nda ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun Teklif Taslağı’nda[2] olduğu gibi. Ancak biliyoruz ki heteroseksüellik iddia edildiği gibi gerçekten doğal, evrensel, mutlak ve kaçınılmaz olsaydı onu sürekli üretmeye, norm haline getirmeye ve dayatmaya yönelik böylesine güçlü bir ideolojik, politik ve hukuki çaba gereksiz olurdu. Medya, aile, okul ve diğer toplumsal kurumlar aracılığıyla kişilerin kendi cinsel veya romantik arzularına ilişkin potansiyelleri baskı altına alınmaya çalışılır. Kişi, arzularını ifade etme veya kendi varoluşunu deneyimleme alanı bulamadığında, kendini denetleme ve baskılama refleksleri geliştirir. Otosansür, bu anlamda sadece kişinin ifade özgürlüğünün kısıtlanması olarak deneyimlenmez, söz konusu LGBTİ+’lar olunca bireyin çocukluğundan yetişkinliğine kendi potansiyel varoluş yollarını önceden “kapama” pratiği haline gelir. Ontolojik sansürün bu boyutu, otosansür ve benzeri uygulamalarla da birleşerek heteronormatif düzenin yeniden üretilmesi ve mümkün bir geleceğin henüz filizlenmeden bastırılması sağlanmış olur.

Ancak LGBTİ+’lar, kültürel ya da toplumsal bir yapıdan ibaret değildir; varoluşları doğrudan bedensel bir gerçekliğe dayanır. Karşı karşıya olduğumuz “doğa kılığındaki normal”, bedensel gerçekliğimizi öznelliğe veya nesnelliğe dayanarak değil, yalnızca "duygular" temelinde şekillendirilmiş bir normatif anlayışla baskı altına almaya çalışır.

İktidar için LGBTİ+’ların varoluşları, sadece bir "ahlaki tehlike" değildir, daha derin bir düzeyde, egemen düzenin temel dayanaklarını tehdit etmektedir. Burada olsa olsa "ahlak", bu tehdidi geniş kitlelere basit bir çerçeve içinde sunmanın yolu olabilir fakat iktidarın “cinsiyetsizleştirme politikaları”, “sapkın ideolojiler” ve “zararlı akımlar” kavram setinde asıl mesele, LGBTİ+ varoluşlarının dünyanın yalnızca olduğundan farklı olabileceğini değil, dünyanın olduğundan daha "çok" olabileceğini göstermesidir. Statik cinnet tarafından ele geçirilmiş varlığın dinamik bir ontolojide serbest bırakılmasının engellenmesidir söz konusu olan.

Zorunlu heteroseksüellik heteronormatif düzeni doğal, evrensel, kaçınılmaz bir gerçeklik olarak sunar. Oysa ki bu düzenin arkasında bireylerin arzularını, bedenlerini ve varoluşlarını baskı altına almak için işleyen sistematik bir şiddet ve “içkinleşmiş zorlama” vardır. LGBTİ+ mücadelesinin kudreti, rasyonel bir düzen gibi sunulanın zora ve şiddete dayalı olduğunu açığa çıkarması ve yapıbozuma uğratmasındadır.

Ancak şiddet, dünyayı basitçe “iyi”ler ve “kötü”ler olarak ayıran yüzeysel bir anlayışı beraberinde getirmemelidir. Şiddetin faili yalnızca merkezi otorite, yani devlet, kurumları ya da yasaları değildir. Zira iktidar, toplumsal gövdenin her noktasına nüfuz ederek bireylerin gündelik yaşamlarını şekillendiren ve bu ilişkiler üzerinden yeniden üretilen bir ağdır. Gönül isterdi ki “gerçek kötü” her zaman ayan beyan ortada olsun; Ankara Valiliği’nin Pembe Hayat Kuir Fest’in Şubat 2024’te Ankara’daki bütün gösterimlerini yasaklamasında[3] olduğu gibi, yahut Kadıköy Kaymakamlığı’nın “Queer” filmini yasaklaması[4], Kaosgl.org’un “Ailenin korunması ve çocuk hakları” ve “Gençliğin korunması” gibi gerekçelerle erişime engellenmesi[5], 17 Mayıs’ta Ankara’da gerçekleştirilmek istenen Homofobi ve Transfobi Karşıtı Yürüyüş’ün yasaklanması, 20 Kasım Nefret Suçu Mağduru Transları Anma Günü’nde basın açıklaması ve yürüyüş yapmak isteyen trans aktivistlere saldırılarda[6] olduğu gibi.

Bir patronun bir işçisini yöneliminden dolayı işten çıkarması, nasıl ki sadece devletin homofobik politikalarının bir yansıması değil, bu politikaların toplumsal hayatta kök salmasını sağlayan zeminlerse Fahrettin Örenli’nin Beyoğlu Belediyesi İstiklal Sanat Galerisi’ndeki “Tek Yön” sergisinde yer alan eserinin bir izleyicinin “müstehcenlik” şikayeti üzerine galeri yönetimi tarafından “hassasiyetler” gerekçe gösterilerek kaldırılması[7] da pekâlâ bir CHP’li belediyenin de iktidarın işleyip yeşerebilmesini mümkün kılan toprak olduğunu söylemek gerekir.

Bu nedenle sansürün yalnızca belirgin kaynaktan yasaklamalar ya da doğrudan cezalandırmalar yoluyla değil, çok katmanlı ve paydaşlı bir biçimde doğasının olduğunu dile getirip bu noktada ortaya çıkan farklılaşmaları ve ortaklıkları ele alabiliriz. Bu bağlamda LGBTİ+’lara yönelik sansürü ve baskıyı, ilkini yukarıda detaylandırdığım şu beş temel eksende düşünmek mümkün;

  1. Potansiyellerin edimselleşmesinin engellenmesini sağlayan ontolojik-anatomik sansürden başlayıp varoluş ve görünürlükten yoksun bırakmaya kadar ilerleyen ontolojik-şiddete dayalı sansür.
  2. Resmi Engellemeler: RTÜK, yargı kararları, “müstehcenlik” iddiasıyla kapatma ve yasaklamalar gibi doğrudan devlet müdahaleleri. 
  3. Platform Politikaları: Dijital alanlarda içerik kaldırma, +18 etiketleme, algoritmik görünmezlik, hesap askıya alma gibi uygulamalar.
  4. Toplumsal Baskı ve Saldırılar: Nefret söylemi, hedef gösterme, fiziksel ya da sözlü saldırılar, etkinliklerin iptal edilmesi gibi kolektif sansür pratikleri.
  5. Otosansür 

Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği’nin (MLSA) yayınlamış olduğu, “Sansürün 30 Yılı: 30. Yılında Radyo ve Televizyon Üst Kurulu” başlıklı raporun[8] aktardığına göre, Ocak 2023 - Haziran 2024 tarihleri arasında LGBTİ+ konulu yayınlara 568 bin TL ceza kesildi. Gazeteci İrfan Değirmenci’nin trans milletvekili adayı Esmeray’ı konuk aldığı programın cezalandırılması, LGBTİ+ varoluşlarının yalnızca temsiliyet düzeyinde dahi ciddi yaptırımlarla karşılaştığını göstermesi açısından önemli. RTÜK’ün LGBTİ+ karşıtı mitingleri kamu spotları ile desteklemesi ve bu videoları yayınlaması da devletin zorunlu heteroseksüelliği nasıl açık bir politik propaganda biçiminde yürüttüğünü kanıtlıyor.

Platform politikaları ise LGBTİ+ temsillerini sınırlandıran bir başka sansür biçimi olarak dijital alanda işlev görüyor. MLSA’nın raporuna göre, Kasım 2023’te RTÜK altı farklı platforma LGBTİ+ içerikleri nedeniyle idari para cezası kesmiştir.[9] Kurul, verdiği cezaların gerekçelerini “cinsiyet temelli alternatif ideal bir dünya kurgulanması”, “cinsiyetin sınırlarının tanınmaması” ve “bunların normalleştirilmesiyle ailenin ve genel ahlakın korunması” gibi ifadelerle açıklamıştır. Ancak dijital sansürde farklılaşan bir unsurun içeriklerin tamamen kaldırılmasından daha sinsi bir biçimde görünürlüğü kısıtlama, algoritmalarla erişimi düşürme ve belirli içeriklere erişimi engelleme şeklinde gerçekleşebildiğini de söylemek gerek. RTÜK’ün dijital yayın platformlarına LGBTİ+ temsillerini sınırlandırmaları için baskı yapması, aynı zamanda medya şirketlerinin bu baskıyı içselleştirerek otosansür geliştirmelerine, yapımcıların devletin destek mekanizmalarından yararlanabilmek için projelerinde değişiklik yapmasına da sebep olabilmekte, nihayetinde sektör çalışanları tarafından da uygulanır hale gelmektedir.

Buna ek olarak, Kaos GL tarafından yayınlanan “Bir Anda: LGBTİ+’lara Dijital Şiddet Araştırması”[10] LGBTİ+’ların yüzde 90’ının dijital ortamda şiddete maruz kaldığını söylerken Instagram, Twitter ve YouTube gibi sosyal medya platformlarının da LGBTİ+ temalı içerikleri “uygunsuz” olarak işaretleyerek görünürlüğünü azalttığını ve erişimini kısıtladığını aktarıyor. Bu tür bir sansür ve LGBTİ+’lara yönelik dijital şiddetin teşvikinin aynı zamanda LGBTİ+ların kendi hikayelerini anlatma olanaklarını da ciddi biçimde kısıtladığını söyleyebiliriz.

LGBTİ+ sanatçıların, akademisyenlerin, derneklerinin düzenlediği etkinliklerin ve kimi mekanların hedef gösterilmesi, saldırıya uğraması gibi örnekler de toplumsal baskı ve saldırıların sansürle sonuçlanmasına neden olabilmekte. Örneğin bir sanat eserinin ziyaretçi tarafından müstehcen bulması nedeniyle organizatörler tarafından hemen kaldırılması yahut sosyal medyada başlatılan hedef göstermelerin sonucu Eskişehir Kültür Müdürlüğü’nün Odunpazarı Modern Müze’de inceleme başlatması[11] ve nihayetinde müzenin hiçbir açıklama yapmadan sergi kapanış tarihini 30 Temmuz’dan 18 Temmuz’a çekerek sergiyi kapatması, İstanbul Feshane’de gerçekleşen “Ortadan Başlamak” sergisine yönelik saldırılar[12] gibi örneklerde görülebileceği üzere bu, muhafazakâr iktidarın LGBTİ+’lara yönelik şiddeti teşvik eden politikalarının kişilerde ve kurumlarda karşılık bulduğunu da göstermektedir.

Ancak otosansürün, LGBTİ+ toplumu için yalnızca baskı ve cezalandırılma korkusuyla kendini sınırlamak, zorunlu heteroseksüelliğe boyun eğmek anlamına geldiğini düşünmüyorum. Otosansür, aynı zamanda varoluşu sürdürebilme zorunluluğundan köklenerek sansür mekanizmalarını aşan; kimi zaman görünmezlik kimi zaman da stratejik bir kamuflaj yoluyla öngörülemeyen direnç alanları yaratan bir hayatta kalma pratiği olarak da okunabilir. Zira LGBTİ+’lar ve aktivistlerin ana akım medya, dijital platformlar ve heteronormatif toplum tarafından dışlandıkça yaratıcı, yenilikçi yeni yollar icat ettiğine tanıklık ediyoruz.

Deleuze ve Guattari’nin botanik biliminden ödünç alarak kullandıkları rizom[13] kavramının sansüre ve baskıya karşı geliştirdiğimiz stratejileri anlamak için güçlü bir teorik çerçeve sunacağını düşünüyorum. Deleuze ve Guattari’ye göre rizom, kök salmak yerine yatay şekilde yayılan, merkezsiz bir yapıdır; sabit bir başlangıcı veya sonu yoktur ve sürekli yenilenen ağlar üzerinden var olur. Heteronormatif düzen, LGBTİ+ varoluşları sürekli olarak tek bir merkeze, sabit bir tanıma veya kontrol edilebilir bir alana sıkıştırırken mütemadiyen de bir kökümüzün olduğunu ve bu kökün de elbette bu coğrafyada olmadığı anlatısını yineler. Ancak iktidarın görmeyi arzu ettiği ağaç gibi sabit, köküne vakıf olabileceği, hiyerarşik, dikey bir kontrol modeliyle çalışmaz LGBTİ+ direnişi. Bu direniş bir ayrık otu olarak farklı yönlerde büyüyerek tek bir kökten sürgün vermeden, sürekli değişen ve çoğalan yollarla var olmaya devam eder. Ayrık otlarının merkezi bir kökte birleştirilmesine dair egemenin ne kadar taktiği varsa, LGBTİ+ hareketinin de o çeşitlilikte balta sahibi olduğu unutulmamalıdır.

Sansür mekanizmaları her ne kadar LGBTİ+ temsillerini silmeyi amaçlasa da rizomun işleyişi itibarıyla, bu baskılar hareketin yeniden şekillenmesine ve yeni bağlantılar kurmasına neden olur. Bir festival yasaklandığında, farklı mecralarda örgütlenebilir; bir sanat eseri sansürlendiğinde, başka bir sanat pratiğine dönüşerek varlığını sürdürebilir yahut toplanmamız engellendiği vakit, pekâlâ dağılmanın kendisi bir eyleme dönüşebilir[14]. Bu nedenle sansür sonucu ortaya çıkan otosansür, otoritenin bir “son” ilanı olarak işlemeyebilir. Aksine, rizomun yeniden filizlenmesi için bir fırsata dönüşebilir. Bu bağlamda, otosansür mutlak bir pasiflik veya geri çekiliş anlamına gelmeyecektir. Bazen sistemin içinde kalmanın ve baskının çeperlerinde hareket etmenin stratejisine dönüşür. Lubunca dilinin gelişimi, sansüre rağmen örgütlenen yürüyüşlerimiz, festivallerimiz, etkinliklerimiz ve her bir lubunyanın varlığı buna örnek olarak sıralanabilir.

Bu bağlamda lubunya, yazgının altında ezilen değil, ona meydan okuyan ve eylemiyle dünyayı dönüştüren bir figür olarak da görülebilir. Bu nedenle LGBTİ+ varoluşlarını sansür, baskı ve toplumsal dışlanma gibi sadece mağduriyet çerçevesinde ele almak yerine, bu varoluşların kendi başına bir dönüşüm gücü taşıdığını kabul etmek gerekir. LGBTİ+ hareketi, kendini savunan bir yapı olduğu kadar toplumsal normları ve iktidar ilişkilerini sarsan, dünyaya dair radikal potansiyeli açığa çıkaran bir hareket olarak da görülmelidir.

Sonuç olarak sansürün amacı LGBTİ+’ları görünmez kılmaksa, LGBTİ+ hareketinin en büyük gücü, hiçbir zaman tamamen yok edilemeyecek bir rizom, ayrık otu gibi, hep yeniden beliren bir varoluşa sahip olmasıdır. Her engelleme, yeni bir kaçış çizgisi yaratabilir; her yasak, yeni bir ifade biçimine kapı aralar. Bu nedenle tıpkı “trajik kahraman”ın kaçınılmaz olanı açığa çıkaran eylemi gibi, LGBTİ+ hareketinin varlığı da dünyayı daha çok ve daha çeşitli kılmanın imkânını taşır.

*KaosGL.org’ta yayınlanan köşe yazıları, KaosGL.org’un editoryal çizgisini yansıtmak zorunda değildir. Yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir. 


[13] (Deleuze, G., & Guattari, F. (1987). A Thousand Plateaus: Capitalism and Schizophrenia (B. Massumi, Trans.). University of Minnesota Press.) 


Etiketler: insan hakları, medya, kültür sanat, yaşam, siyaset
İstihdam