04/10/2024 | Yazar: Berfin Atlı

Acılarımız hikayeleştiriliyor. Bedenlerimiz, cinselliğimiz, arzularımız hikayeleştiriliyor. Çoğu zaman baştan yazılıyoruz; kürsülerde, mitinglerde, okullarda, metinlerde, televizyonlarda, sokaklarda. Bilmediğimiz evlerde ve odalarda, baştan ve baştan, yeniden ve yeniden yazılıyoruz.

Baldıran zehri Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

".. Asıl tuhaf olan Veracığım -ki bunun senin ve benim için tuhaf bir yanı yok- senin böylesine sakin olman. Aşkın hep tedirgin edici, insanın huzurunu kaçırıcı bir duygu olduğu sanılır. Oysa sen tıpkı bir çocuk gibi huzur dolu bir uykuya dalacaksın

***

Asıl tuhaf olan, Veroçka, bu isteği duymayan insanların varolması. Onların bambaşka istekleri var. Senin bunları düşünerek, sakince uykuya dalman onlara çok tuhaf gelecek.”

-Nasıl Yapmalı? / Çernişevski.

Björninen, bir siyasetçi için daha az riskli olanın, kendi deneyiminden söz etmesi değil, başkasının deneyimiyle halkın gönlünü alması olduğunu söylemişti.[1] Bunun etik problemlerini irdelemeye çalışırken antropolog Amy Shuman’ın empati eleştirisinden yardım aldı: “Kendine mal etme, bir kişinin trajedisini bir başkasının ilham kaynağı olarak kullanmaya ve baskıcı durumları yıkmak yerine korumaya yarayabilir.”[2] Hareketimiz, bu anlamda, belki de  hiç olmadığı kadar, bizleri kendine mal etmek isteyenlerin çeperi içine sıkıştırılmış durumda. Varlığımızı, hafızamızı, duygularımızı, politik kimliklerimizi, deneyimlerimizi, tarihimizi, politika yapma biçimlerimizi kendine mal ederek hikayeleştirenlerden mustaribiz. Acılarımız hikayeleştiriliyor. Bedenlerimiz, cinselliğimiz, arzularımız hikayeleştiriliyor. Çoğu zaman baştan yazılıyoruz; kürsülerde, mitinglerde, okullarda, metinlerde, televizyonlarda, sokaklarda. Bilmediğimiz evlerde ve odalarda, baştan ve baştan, yeniden ve yeniden yazılıyoruz. Üstelik artık sadece tanıdık yüzler tarafından değil. Siyasetçilerin yanında aktörler, akademisyenler, sosyal medya fenomenleri, sanatçılar ve sivil alanın temsilcileri tarafından da. Üstelik sadece düşmanlaştırılarak, damgalanarak, ötekileştirilerek değil, egzotikleştirilerek ve hoşgörülerek de.

Bazılarımız “sözcükler üzerinde yapılan bu oyunun hayatımıza maliyeti”[3] üzerine düşünürken, bunun bizler için yeni olmadığını, her zaman “böyle olageldiğini” vurgulama ihtiyacı duyuyor. Bazılarımız, önce toplumsal değişimin peşine düşmemiz gerektiğini ve hayatlarımıza şiddet olarak dönen bu anlatıların ve dilin ancak politik ve köklü bir toplumsal dönüşümden sonra değişebileceğini savunuyor. Bazılarımız dile, nefret söylemi çalışmalarına ve anlatı analizine politik bir güç bahşederek toplumsal değişimin ancak bu çalışmalarla mümkün olabileceğini savunuyor. Belki de bu farklılaşan tartışma hatları arasında dolaşırken diyalektik düşünmenin önemini yadsımamalı, politik toplumsal dönüşümden ne anladığımızı yeniden tanımlamalı, tartışmalı ve dahası toplumsal alanda umut ettiğimiz politik dönüşümün -her şeyden olduğu gibi- dilden de etkilenen ve dili etkileyen, onu dönüştüren ve onunla dönüşen açılmalarla kendisini var edebileceğini ıskalamamalıyız. Nitekim anlatılara ve hikayelere, bu alanda yapılan çalışmalara ve metotlara ne gereğinden fazla dönüştürme, değiştirme kudreti atfetmeli, ne de politik önemini, politik gücünü, dahası bir şeyi politikleştirmedeki kritik rolünü yadsımalıyız. Toplumsal yapı ve dil ilişkisi üzerine düşünmek yeni değil, oldukça eski. Öyle ki bu tartışmalara yer vermek bu metnin sınırlarını aşıyor. Ancak birbirinin öncülü ya da ardılı değil, birbirini çatışmalarıyla ve varlıklarıyla besleyen, son derece canlı devinimlerle düşünerek pozisyon alıyorum bu metni yazarken.

Sözcükler üzerinde çekiştirilen hayatlarımıza bakıldığında, hikayelerin gücünün toplumsal cinsiyet karşıtı hareketler[4] tarafından da son derece bilinçli, kimi zaman mekanik kimi zamansa duyguları harekete geçirecek formlarda kullanıldığını görmek mümkün. Öyle ki anlatılar; söz konusu hak karşıtı hareketler tarafından, LGBTİ+’lara, kadınlara ve onların kazanımlarına karşı yürüttükleri ideolojik savaşta rahatlıkla araçsallaştırıldı. Bu hareketler, özellikle feminist hareketin tarihsel örgütlenme hatlarını ve birikimini, toplumsal cinsiyet eşitliği adına yapılmış mücadeleleri çarpıtarak ve bazen de yok sayarak, kendi ideolojik çerçeveleri içinde yeniden kurguladı. Hem feminist hareketin hem de LGBTİ+ hareketinin tarihsel olarak “gender” kavramıyla derdi olduğunu, LGBTİ+ hareketinin ikili cinsiyet rejimini aşan bir ufukla gerçekleştirdiği müdahalelerin ve yaptığı itirazların kavramı gelişmeye zorladığını akılda tutmak gerekir. Kavram tarafından hırpalandık ve kavramı hırpaladık, taa ki taleplerimize yer açacak kadar kapsayıcı olana kadar. Nitekim toplumsal cinsiyet eşitliğinin kazanımları anaakımlaşmaya başladığında; eşitliği destekleyen politikalar ve uygulamalar, aile yapısını bozmakla ya da toplumsal değerlere aykırı olmakla suçlandılar? Söz konusu blokun geliştirdiği stratejiler, hikayelerin ve dilin nasıl bir manipülasyon aracı olarak kullanılabileceğinin çarpıcı örneklerini teşkil etti. Bizleri de kendimizi savunurken yaratıcı yollara teşvik etti, farklı manevralarla ve taklalarla eylem repertuarlarımıza göz atmamızı sağladı, teorik tartışmalarımızı ve aktivizm yapma hallerimizi dönüştürdü.

“Karşı anlatıları nasıl oluşturabileceğimizi sürekli sorgulamamız gerekiyor”

Toplumsal cinsiyet karşıtı hareketler, anlatılar yoluyla sadece mevcut toplumsal yapıları desteklemekle kalmadılar, aynı zamanda toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelim çeşitliliğini tanımayan bir dünya görüşünü pekiştirdiler, bunu siyasi uzamda ve sivil alanda meşrulaştırdılar. Bu meşruiyet, toplumsal cinsiyet eşitliği ve LGBTİ+ haklarına yönelik politikaların gerilemesine yol açsa da içinde önemli bir açılmayı da taşıyor: artık dil ve anlatılar üzerinden yapılan çalışmalar, sadece teorik ve metodolojik araştırmalar olarak kalamıyor, aynı zamanda somut politik ve toplumsal sonuçları olan bir alan haline geliyor. Hedef alındığımızda, yaşam mücadelemiz ve kazanımlarımız manipülatif bir dille yeniden şekillendirildiğinde, hafızasız kılınmak istendiğimizde; hikayelerimizin ve dilimizin, bu tür zararlı girişimlere karşı nasıl bir savunma hattı örebileceğini, Türkiye’de geniş çaplı bir anlatı direncini nasıl inşa edebileceğimizi, karşı-anlatıları nasıl oluşturabileceğimizi sürekli sorgulamamız gerekiyor. Hak savunucuları ve aktivistler olarak, dilin ve anlatıların eşitlik ve onur mücadelemizde nasıl güçlü araçlar haline gelebileceğini aslında biliyoruz. Bizlerde bunun geleneği ve belleği var. Hatırlamak, anlamak ve bu araçları etkin bir şekilde kullanmak zorundayız ve bu, bireysel özgürlüklerimizin korunması için değil, demokratik bir toplumun inşası için hayati bulduğumuz bir şey olmalı.

Artık Türkiye’de -yarışa sonradan katılsak da- kendine özgü dinamikleriyle küreselden kopuş yaşayan ve zaman zaman da benzeşen toplumsal cinsiyet karşıtı hareketlerin farklı veçhelerine bakabiliyor; İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış, fiili kürtaj yasağı, nafaka karşıtlığı, üreme hakları, “ailenin tahribatı ve neslin deforme edilmesi,” ahlak, LGBTİ+ karşıtlığı gibi pek çok farklı tematik gelişmeyi ayırt edebiliyoruz. Bununla birlikte toplumsal cinsiyet karşıtlığını ırkçılık, göçmen düşmanlığı, Hivfobi gibi destekçi mekanizmalarla düşünmenin önemini de anlıyoruz. Bu hareketlerin seküler ve teolojik referanslarını değerlendirebiliyor, gizli ve açık aktörlerini haritalandırabiliyoruz. Bunlar olurken karşı blok da aile çalıştayları yapmaya, nefret mitingleri düzenlemeye ve bilimsellikten uzak içerikler ve yayınlar üretmeye devam ediyor. 25 Kasım 2023’te İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nde bir araya gelen araştırmacılar, akademisyenler, yazarlar, sanatçılar, medya mensupları, eğitimciler, iş insanları, sporcular, hukukçular ve “aile meselesine gönül vermiş̧ olan şahsiyetler”; iki ay sonra ilgi çekici bir sonuç raporu yayınladı. ÜniKuir Derneği, bu raporun LGBTİ+’lara yaklaşımını aşağıdaki gibi özetledi[5]:

  • Raporda, okullarda “LGBT güzellemesi” yapıldığı iddiasıyla ailelerin çocuklarını artık okula göndermek istemediği, 
  • LGBTİ+’lara desteğini açıklamayan sanatçıların kültür-sanat camiasından dışlandığı, 
  • Kore Dizileri ve K-Pop müzik gruplarının “LGBT yaşam tarzını” yaygınlaştırdığı,
  • Üniversitelerdeki bazı akademisyenlerin, öğrencileri LGBT savunan tezler yazmaya zorladığı,
  • Çocukların, cinsiyet uyum süreci ameliyatlarına mecbur bırakıldığı,
  • LGBTİ+ derneklerinin incelemeye tabi tutulması gerektiği, 
  • Dayanışmak için kurulmuş resmi olmayan oluşumların ise listelenmesi gerektiği,
  • Yapay yiyeceklerin, fastfoodların hormonları bozduğu,
  • LGBTİ+’ların kültür alanı üstünde hakimiyet kurduğu ve dijital araçlarla LGBTİ+ olmayı yaygınlaştırdığı,
  • Cinsel kimlik gelişiminin önemli parçasının oyunlar olduğu ve Youtuber oyuncuların (gamer), çocukların sağlıklı gelişimini bozduğu; ayrıca Youtube Kids gibi çocuklara özel alanlarda LGBT propagandası yapıldığı,
  • Medya gibi pek çok sektörün “LGBT Propagandası” altında olduğu, giyim firmalarının LGBT’ye destek verdiği ve “bazı Türk firmalarının da LGBT yaşam tarzının propagandasını yapan reklamlar” yayınladığı ifade ediliyor. 

Ne kadar anti-bilimsel olursa olsun bu argümanları dikkate almak gerekir. Ancak raporun tamamı incelendiğinde, söz konusu blok tarafından özeleştirel iç görüler de kendisini fark ettiriyor. Ekonomik krizin eleştirisi örneğin, yüksek kira fiyatları (evliliği ve doğumu zorlaştırdığı için), ev içi emeğin cinsiyetli yapısının eleştirisi (“kadınlar çifte vardiya yaparken ailelerine vakit ayıramadığı için”), demografinin düşüşüyle kreşler açarak ve izinleri ebeveyn izinlerine dönüştürerek baş etmek gerektiği mesela. Bunları bekliyor muyduk? Veya kavramsal hakimiyeti kuramama, kültürel hegemonyayı kuramama, teknolojik gelişmeler ve dijitalleşmeyle baş edememe, feminist mücadelenin meşruluğuyla zorlanma, akademinin, kültür ve sanat alanlarının kaybedilmiş olduğunu düşünme, temsiliyet alanlarında daralma ve sıkışma, referansları sadece “dini” değil, “akla dayalı ve inşacı” olarak kullanmayı düşünme aynı blok tarafından dile getirilen zorluklardan bazıları. Uğruna savaştığımız şeylerin değerine bakın. Ölçülmüyor. “Eşcinseller ile eşcinsel aktivistler arasında yapılması gereken ayrım” da yazılmaya değer: ilk kategorinin tedavi edilmesi ve hoş görülmesi gerektiğini düşünürlerken, diğer grupla mücadele edilmesi gerektiğini ifade ediyorlar. Bu anlamda hem aile çalıştaylarının hem nefret mitinglerinin ve yürüyüşlerinin, hem de bu gibi akademik buluşmaların karşı-argümanlarını saptamak yetmez, çelişkilerine ve hatta bizim taleplerimizle uzlaşır gibi görünen yanlarına da aynı özen ve dikkati vermek zorundayız. Hayrete düşmeden. Evet, hayrete düşmeden. Hala hayret edebiliyor olmamıza dair Benjamin'i hatırlamalıyız: 

“Yaşadıklarımızın 20. yüzyılda 'hâlâ' mümkün olabildiğine ilişkin şaşkınlık felsefi değildir. Bu şaşkınlık bilginin başlangıcı olamaz, olsa olsa çürük bir tarih anlayışından kaynaklanan bir bilgi olabilir.” [6]

“Çektiğimiz sıkıntılara değmeyi öğrenmeliyiz”

Tarihi ve başımıza gelenleri kavrama biçimimizi bu yüzden değiştirmeliyiz, yeni bir devinime ve ilerlemeye yol açması için. Şaşkınlığımızdan bir şey yapmayı öğrenmeliyiz. Çektiğimiz sıkıntılara değmeyi öğrenmeliyiz.

Sivil toplumda iş yapmak kısmi ve sınırlı, sokaklara ve fon-donör prangasından uzak alanlara ihtiyacımız da hiç olmadığı kadar baki bugünlerde. Ancak son olarak SPoD’ta koordinatörlüğünü üstlendiğim Toplumsal Cinsiyet Karşıtı Anlatıları Bozmak için Yeni İttifaklar Arayışı projesinden söz etmek yerinde olabilir.[7] Proje ikinci senesinde ve anlatı değişikliğiyle ilgilenen farklı hareketler arasında bir ittifak deneyimine, Türkiye’de anti-gender hareketlerin salınım tarzına ve hayatlarımıza şiddet olarak dönen anlatılara, söylemlere, hikayelere odaklanıyor.[8] Bu yazıda kurulmaya çalışılan çerçeveden hareketle, toplumsal cinsiyet karşıtı blok karşısında mücadele etmeye, yaratıcı, derli toplu, yenilikçi yolları keşfetmeye ve daha da önemlisi ittifaklarla hareket etme pratiğini içselleştirmeye çalışıyor; zira sivil alanın hâlâ bu cephe ile dağınık ve parçalı mücadele ettiğine inanıyor. Toplumsal cinsiyet karşıtı hareketlerin ürettiği anlatısal şiddeti, teknikleri, aktörleri yakın merceğe alırken ve farklı alanlar ve özneler üzerindeki olumsuz etkilerini anlamaya çalışırken; kolektif olarak sahip olduğumuz becerileri ve duyguları bu mücadelede nasıl seferber edebileceğini de hatırlamaya uğraşıyor. 

Şimdiye dek metodolojisini; ittifak bileşenlerinin tematik buluşmalarıyla, nefret söylemi içeren gazete haberlerini, örgütlerin birbirlerine yaptıkları ve kendi çalışma sahalarından süzdükleri örnekleri ve gözlemledikleri ayrımcı retorikleri içeren sunumlarla, siyasi parti temsilcilerinin seçim dönemi propagandalarına, yaygın sosyal medya gönderilerine attığı bakışlarla, aktivistlerle yaptığı derinlemesine mülakatlarla, literatür taramalarıyla, atölye ve çalıştaylarla yapılandırdı. Çünkü esasen toplumsal cinsiyet karşıtı hareketlerin Türkiye’de geçerli ve güncel bir tanımını yapabilmeyi ve aktörleri tanımayı hedefliyordu. Zamanla genişleyecek ve cepheye dönüştürülecek bir ittifakın altyapısını inşa etmek istiyordu. Anlatı değişikliği ile ilgilenen hareketler arası temas ve diyalogu arttırmak, anlatı gücü inşasının yenilikçi metotlarına dair kafa yormak, geniş̧ kitlelere ulaşabilecek anlatı yaklaşımlarının nasıl geliştirilebileceğini öğrenmeye başlamak istiyordu. Tüm bunların mümkün olabilmesi için de öncelikle hasar tespiti yapmaya ve Türkiye’de LGBTİ+’ların, kadınların, HIV ile yaşayanların, etnik ve dinsel azınlıkların, barış̧ talebinde ısrarcı olanların anlatısal şiddetin hangi boyutlarından, ne şekilde mustarip olduğunu analiz etmesi gerekiyordu. Artık sanat ve aktivizm arasında bağlar kurarak, farklı anlatı çalışmaları yaparak, çıktı ve üretim odaklı faaliyetler kurgulayarak, yeni hikâye araçları geliştirerek ve bunları yaparken güvercin adımlarla da olsa büyüyerek yoluna devam ediyor. Dünyada dolaşıyor ve benzer sıkışmışlıkları takip ediyor. Kurduğu ittifaka, Anlatı Gücü İttifakı ismini verdi ve kendine benzemeyenlerle iş birlikleri geliştirmeye çalışarak, umutla büyütüyor. Bunlar olurken zaman zaman zorlanıyor, tıkanıyor, hırpalanıyor. Fakat bunu atlatmakta ısrarını sürdürüyor. Çünkü Ingeborg Bachman, Otuzuncu Yaş’ta söylediklerinde haklıydı:

"Her şey bir razı gelme, bir evet deme sorunudur. Ama bazıları da baldıran zehrini içti!"

İçti ve ölmedi. Çünkü zehir öğretiyor: İnsan, olduğu, ait olduğu şeylerden vazgeçmek zorunda bırakılabilir. Bırakmak, gitmek, değişmek ve yer değiştirmek yaratıcı direniş hamlelerine dönüşebilir ve hayatımızın geniş yelkenlerine benzeyebilir. Zehir, lubunyalara gereklidir.


Bu yazı ilk olarak Kaos GL Dergisinin Şiddet dosya konulu 196. sayısında yayınlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notebene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.



[1] Björninen, S., Hatavara, M., & Mäkelä, M. (2020). Narrative as social action: a narratological approach to story, discourse and positioning in political storytelling. International Journal of Social Research Methodology23(4), 437–449. https://doi.org/10.1080/13645579.2020.1721971

[2] Shuman, A. (2005). Other people’s stories: Entitlement claims and the critique of empathy. Urbana, IL: University of Illinois Press, p.5.

[3] Bu ifadeyi Sevcan Tiftik’in Temmuz ayında dinlediğim “Anti-gender Hikayeler ve Kurmacaİçerikleri Bize Ne Anlatıyor?” oturumundan ödünç alıyorum. İfadeyi Haraway’den aktaran Tiftik, kurmacanın çok boyutlu yapısının sandığımız kadar masum olmadığını hatırlatmış ve uyarmıştı: Ama sözcükler üzerindeki bu oyunların maliyeti bizim için çok yüksek.” -Donna Haraway, Başka Yer. Çeviren: Güçsal Pusar. İstanbul: Metis, 2010; s. 94. 

[4]  “Bu hareketler kadın ve erkeğin özü itibarıyla birbirinden farklı, birbirinin tamamlayıcısı olduğunu ve heteroseksüel çiftlerin evlilik yoluyla kurduğu çekirdek ailenin doğal aile olduğunu savunuyorlar. Feminist ve LGBTİQ hareketlerin hak taleplerinin doğal aile yapısına ve insan doğasına aykırı olduğunu öne sürerek bu alandaki hak kazanımlarının doğal aileyi tehlikeye attığını söylüyorlar. Feminist ve LGBTİQ+ hareketlerinin ‘sapkın’ fikirler yaydığını söyleyerek kendilerini bu hareketlerin hak talepleri karşısında konumlandırıyorlar. 2010’lardan itibaren Avrupa ve Amerika’da yaygınlaşan toplumsal cinsiyet karşıtı hareketlerin kökeni 1990’lı yıllara dayanıyor. Batı’da 1960’lı yıllarda yükselişe geçen feminist hareketler ataerkil sistemin işleyişini, cinsiyetçi düşünce ve pratikleri geniş bir zeminde tartışmaya açmış ve ataerkinin yarattığı ayrımcılıkları ortadan kaldırmayı Batılı toplumların ve devletlerin gündemine getirmişti. 1970’li yılların sonunda ataerkil sistemden kaynaklanan ayrımcılıkları sona erdirmek isteyen devletler ve uluslararası kurumlar bu tartışmalara referans vermeyi, bu ayrımcılıklarla mücadele etmeyi kendi programlarına almak durumunda kaldı. Toplumsal cinsiyet eşitliği kavramı, çeşitli uluslararası belgeler ve anlaşmalarda yer aldı. Bu metinleri imzalamış olan ülkelere, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama yükümlülüğü getirildi.” Bkz: https://feministbellek.org/toplumsal-cinsiyet-karsiti-hareketler/

[6] Walter Benjamin 1940 Tarih Kavramı Üzerine, Çeviren: Ahmet Cemal, Kaynak: Pasajlar, Yapı Kredi Yayınları.

[7] SPoD, Demos, Havle, Pozitif Dayanışma olarak bir çalıştayla diğer örgütlerle de temas etmiştik: https://spod.org.tr/toplumsal-cinsiyet-karsiti-anlatilari-bozmak-icin-yeni-ittifaklar-calistayini-gerceklestirdik/ 


Etiketler: insan hakları, medya, kültür sanat, yaşam, siyaset
2024