29/06/2010 | Yazar: Sarphan Uzunoğlu

"Aslında biz yakınlarını, arkadaşlarını, akrabalarını kaybedenler olarak bu işi Öztürkçeleştirmeden sadeleştirebiliriz.

"Aslında biz yakınlarını, arkadaşlarını, akrabalarını kaybedenler olarak bu işi Öztürkçeleştirmeden sadeleştirebiliriz. Kürt ya da Türk olmayan o insani noktada buluşmanın yöntemine birileri "taviz" diyecektir, gelin biz buna "el uzatmak" diyelim. Yoksa dağlarında "barış" yerine "her şey vatan için katliam dahil" yazan bir ülke görmemiz sürpriz olmayacak."

Sarphan Uzunoğlu yazdı.
"Psikoloji bölüm başkanı tezimi öztürkçeleştirmemi istediği zaman, buna karşı koyamadım. Bir yerlere varabilmek için kabullendiğim ilk otosansür buydu. İçindeki kimi kelimelerin ne anlama geldiğini bile bilmediğim bir 'bilimsel' tezim var şimdi. Hep de olacak." 

Gündüz Vassaf'ın "Cehenneme Övgü – Gündelik Hayatta Totalitarizm" ya da yazıldığı dilde "Prisoners of Ourselves: Totalitarianism in Every Day Life" isimli kitabı birçoğumuzun rafında ve vicdan tartısında yerini alalı çok oluyor. Kendi vicdan tartımıza Vassaf'ın kelimelerinden daha fazlasını koyabilmemiz ise artık bir gereklilik halini aşmış durumda. 

Merkezin etrafında yaratılan alanın çekiciliğini tartışmak gereksiz. Gücün, otoritenin, "ben dediysem öyledir" diyen bakışın evinde geçirdiğimiz bu süreye "hayat" dememiz ve devletin kaynaklarında bu hayata başlayış ve ondan ayrılış tarihlerimizin büyük bir titizlikle işlenmiş olması tesadüfi değil. Yıllardır süregelen her doğan çocuk IMF'ye şu kadar borçlu doğuyor söyleminin yanına bir söylemi daha koymakta büyük fayda var: "Biz bu devlete ne kadar borçlu doğuyoruz?" Devlet konusunda kafası karışık olan birçok insan var. Acaba devlet söylendiği gibi bir düzenleme mekanizması mı yoksa her şeyin doğal olmaktan uzaklaşmasının tek sebebi mi? İşte bu yazının yazıldığı öğrenci odasından İzmir Körfezi'nin büyük bir kısmı görülüyor ve en yüksek tepelerden birinde bir Türk Bayrağı ve yanında da heykel duruyor. Aynı durum İzmir'de çevre yolunu kullananların çok iyi bileceği o dev Atatürk Maskının yoksul mahallenin üstündeki heybetinde de görülebilir. Eski Belediye Başkanı'nın marifeti olan ve yaklaşık 3 milyon TL'ye mal olan bu mask projesinin etrafındaki yoksulluğu gördüğümüzde buranın muhtemelen "suç işleyen" insanların yaşadığı bir mahalle olduğunu düşünüyoruz. Düşünmemiz istenen mi bu, yoksa yaratılan mı bu diye asla düşünme fırsatımız olmuyor. Yazıya başlarken kullandğım alıntı işte tam burada devreye giriyor. Onlar devlet tarafından "Öztürkçeleştirilmiş" bir hayatı yaşıyorlar. Çoğu Kürt olan bu insanlara verdiğimiz bu "Öztürkçeleştirilmiş" yaşamın tam olarak neye benzediği konusunda birçoğumuzun fikri yok. Oysa hepimizin bu işe "el atmışlığı" var.
 
Ötekinin dünyası zor, zahmetli ve anlaşılmaya elverişsizdir. Karışıklıklar taşır; ancak ötekiyi temsil eden güç de her daim önemlidir. Modern çağda adet olduğu üzere "ötekiler" halkla ilişkiler kampanyalarına başvuracak kadar zengin olamazlar ya da imaj düzenleme çalışmalarıyla üstlerine atılan çamuru çözebilecek bir kir sökücü edinemezler. Büyük reklam bütçeleri yoktur, edebiyatla mucizeler yaratmaya çalışırlar çoğu zaman. Askerler tarafından kazara vurulmazlarsa tarımla uğraşmak gibi sakıncasız eğilimlerin yanına nedense illa ki onlara verilen "kötü" görevler vardır. İdamın olduğu dönemde idam işi onlara yüklenir. Devlet adına önemli "temizlikler" yapılacaksa onlar asla kullanılmaz; ama devletin adını yüceltmesi gereken anlarda "suçlu" kelimesi devletin onlara doğrudan atadığı bir sıfattır.
 
Öztürkçeleşen yaşamlarda en azından bugünlerde bir şeyleri aşmak için elimizde ciddi bir fırsat olduğunu görmemiz lazım. Bu fırsatın adı bireyler arası dayanışmadır. Kendisini korumakla görevli askerler tarafından vurulan yurttaşların ölüm sebebi bir "öztürkleştirme" operasyonu değil miydi? Geçen hafta patlatılan ve bir sivilin de ölmesine neden olan o bomba çoktan "öztürkleşmiş" ya da özünde türk olanların canını yakmadı mı?
Zor olan her zaman olduğu gibi çözüm sunmak. Çözümler muhtelif, iki taraf da silah bırakmamak için bahaneler üretirken kimsenin politika üretmemesi, uçuşan sözcüklerin taraflar arasında bir düelloya dönüşmesi çözüm olarak görülemez, bu kesin. Fillerin masaya oturması zor gözüküyor. Bölgenin "ağabeyi" ne istediğine karar vermedikçe barışı getirebilecek olan sadece biz çimenlere yakında olup bu savaşta mağdur olanlarız. Aslında biz yakınlarını, arkadaşlarını, akrabalarını kaybedenler olarak bu işi Öztürkçeleştirmeden sadeleştirebiliriz. Kürt ya da Türk olmayan o insani noktada buluşmanın yöntemine birileri "taviz" diyecektir, gelin biz buna "el uzatmak" diyelim. Yoksa dağlarında "barış" yerine "her şey vatan için katliam dahil" yazan bir ülke görmemiz sürpriz olmayacak.
 
İzmir Ekonomi Üniversitesi
Resimler: Serpil Odabaşı
 

Etiketler: insan hakları, askerlik
nefret