28/09/2010 | Yazar: KAOS GL

“Artık havalar iyice soğudu. Kuş sesleri duyulmaz oldu. Şimdi yalnızca, anasını ya da babasını, kardeşini yitiren çocukların ağlamaları duyulabiliyor.

“Artık havalar iyice soğudu. Kuş sesleri duyulmaz oldu. Şimdi yalnızca, anasını ya da babasını, kardeşini yitiren çocukların ağlamaları duyulabiliyor. Bizler, bir ülkesi ve umudu olmayan çocuklarız.” Bu sözler, eski Yugoslavya’da savaşı yaşamış çocuklardan birine ait. Onlar sadece ailelerini, kuş seslerini değil aynı zamanda yaşam umutlarını da yitirdi. Tıpkı gözaltına alındıktan sonra “Bir tek şey dilemiştim, hayatta kalabilmeyi” diyen TMK mağduru çocuklar gibi. Oysa yaşamın en kutsal değer olduğunu öğrenmiştik biz.

Yaşam denilen varoluş süreci, ruhun ve bedenin sağlığıyla anlam kazanabilir ancak. Bunun aksi, derin acılar içerisinde süren cehenneme dönmüş yitik bir hayattır. Bu bağlamda sağlık ve yaşam kavramları birbirini bütünler. 

Sağlık emekçileri, salt bireylerin ve toplumun hastalıklardan korunması ile yetinmez, onların tümüyle, duygusal, ruhsal, entelektüel, mesleki, toplumsal ve fiziksel olarak sağlıklı bir yaşam yürütmeleri mücadelesini verir. Problemlerin beden ve ruh üzerinde etkilerini tanımlayarak, yaşamın tümünü kucaklar. Sağlık emekçilerine, yaşamı yeniden üreten yürek işçileri demek abartı olmaz. Ancak, “sağlıkçılar” denilerek iş-emek-ücret kategorisine indirgenmiş olan bizlerin, yaşamı yeniden ürettiğimiz gerçeği hep gözardı edilir. Sadece sonuçlar ve bunların telafisi üzerine yoğunlaşmak, egemen zihniyetin bize dayattığı “herhangi bir iş, herhangi bir meslek” kategorisini kabul etmektir. İnsanı mekanik bir olguya indirgeyen ve sağlıkçıyı da o çerçeveye yerleştiren bir zihniyettir bu. Hipokrat, “Bir insanın beden ve ruh yapısını bilmek istersek, öncelikle doğayı bilmemiz gerekir” derken doğanın, insanın içerisinde bulunduğu toplumsal ilişkilerin ve yaşamsal süreçlerin tümünü kapsadığını, en büyük iyileştirici gücün doğanın ve yaşamsal ilişkilerin kendisi olduğunu, bu yüzden sadece sonuçlarla ilgilenen değil aynı zamanda bunu üreten nedenleri de bilmeye, gidermeye çalışan bir yaklaşımın gerekliliğini tarif eder. Sömürü ve tahakküm ilişkilerinin bir sonucu olan açlık, şiddet ve savaş, insanın, canlıların ve doğanın dengesini bozarak, ekolojiyi tahrip ediyor.

Savaş ve halk sağlığı
İnsanın “bedensel, ruhsal ve toplumsal yönden tam bir iyilik hali” için uğraşanlar, yaşam hakkına sahip çıkmak ve ona yönelik her türlü tehdide karşı tavır almak zorunda. Sağlık hizmeti sunumunu, “ekmek parasının kazanıldığı” sıradan bir “iş” olmaktan çıkarmanın yolu buradan geçiyor. Kuşkusuz bunun ilk adımı da her türlü savaşa ve çatışmaya karşı çıkmak olacaktır.

Uygarlık, binlerce yıl önce bu topraklarda, Mezopotamya’da doğdu. Dünya uygarlığının gelişimine beşiklik etmiş bu coğrafya, tarih boyunca savaşlara, yıkımlara ve acılara tanıklık etti, etmeye de devam ediyor. Üzerindeki tüm canlıların yaşam hakkını tehdit eden hem de tarihsel-kültürel belleği zedeleyen 30 yıllık savaşla doğmuş ve büyümüş bir kuşak söz konusu. İnsani gelişim süreci başından beri örselenmiş bir kuşağa, hangi tıbbi müdahalede bulunulabilir? Hangi yürek, hangi el sağaltıcı bir tedavi uygulayabilir? Yıllara yayılan bu kirli savaş, şiddeti yaşamın bütün alanlarına sızdırarak salt bu topraklarda yaşayanların varlığını tehdit etmekle kalmıyor, aynı zamanda insanlığı ve tarihi de yok ediyor. Dünümüzü, bugünümüzü ve geleceğimizi karartıyor, her geçen gün ruhlarımızı ve vicdanlarımızı kirletiyor. 

Savaş/çatışma, aileleri, toplumları, kültürleri ve ekolojik çevreyi yıkıma uğratırken, halk sağlığını doğrudan ve dolaylı olarak onarılması güç bir biçimde olumsuz etkiliyor. Askeri harcamalar kalkınma harcamalarından çok daha fazla yer tutuyor, kaynakların sağlık hizmetleri için kullanılması engelleniyor, sağlık hizmetlerinin yerine getirilmesinde sıkıntılara yol açıyor. Sağlık emekçileri ise, bu süreçte bireylerin yaşadıkları travmayı doğrudan hissediyor, kendileri de travmatik süreçlere maruz kılıyor. Etnik, dilsel, dinsel, mezhepsel, cinsel, siyasal olarak hiçbir ayrım yapmaması gereken sağlık emekçileri, meslek ilkeleri ayaklar altına alınarak ayrımcılık yapmaya, eşit muamelede bulunmaktan imtina etmeye zorlanıyor.

“Savaştan/çatışmadan korunmak, sağlık ve yaşamın korunması temel ilkesine dayanır”. Savaş, hangi sebeple gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin, yaşama hakkının yok edilmesine yönelik en barbar saldırıdır. Hiçbir kutsal amaç, insan yaşamından daha değerli olamaz. Toplumsal sağlığın bozulması, bir tür sağlıksız olma halini ifade ettiğine göre, bireyin ve toplumun esenliğini koruma, sağlık emekçileri açısından savaş karşıtı mücadelenin temel argümanlarıdır. Bu doğrultuda sağlık emekçileri, barışın korunmasında ve geliştirilmesinde önemli aktörlerden biri. Savaşın/çatışmanın karşısında konumlanarak sağlığın, savaş ve barış arasında bir köprü oluşturmasına hizmet etmeli. Bu köprü, savaştan barışa geçişin köprüsü olacaktır. Bu bağlamda, insanı ve toplumu sağlıksızlaştıran savaş ve çatışma olgusunun karşısında yer almak kaçınılmazdır. Tanıklığını en çok bizlerin yaptığı savaş denilen insanlık suçu karşısında, en görkemli karşı duruşu da sağlık emekçisi olarak bizlerin sergilemesi gerekir. 

Savaş, hayatın her alanına tecavüz eden yok edici karakterini tüm ağırlığıyla sürdürüyor. Bunun bir kader değil, ideolojik duruşların gölgesinde bir dayatma olduğunu iyi biliyoruz. Bu dayatmanın er ya da geç insanlık belleğinden silineceğine, bunun en önemli çıkışının, sağlıkçılar tarafından gerçekleştirilebileceğine inanıyoruz. Gelin henüz vakit varken her gün canımızı biraz daha yakan ve yaşamımızdan biraz daha çalan savaş canavarına karşı yaşam veren yüreğimizi ve ellerimizi, daha cesurca ve daha cömertçe birleştirelim. Ona dur diyerek hayatın özgürce gelişiminin önünü açalım. “Barış yoksa sağlık da yoktur” diyerek acının coğrafyasında barışın inşası için savaş denilen çürümeye neşter atalım. Silahların sonsuza dek susacağı bir barış süreci acil ve hayatidir.

BEDRİYE YORGUN: Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası Genel Başkanı


Etiketler: insan hakları
nefret