16/04/2023 | Yazar: Umur Çağın Taş

Son on yıl içerisinde büyük bir devrim geçiren televizyon, yayınlandığı mecraların da çeşitliği sayesinde sinemanın yüz yılı aşkın süredir yakalayamadığı bir güce ulaştı.

Beyaz perdede alternatif direnişler Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Sinema ve televizyon, hatta genel olarak görsel medya hakkında yazıp çizmenin şanındandır liste üretmek. Her konsepte, her konuya dair birkaç işi hafızaların köşesine kazımak, gerektiğinde açılıp kapanmaktan üstü bir türlü toz tutmayan sandığı karıştırmak, bir nevi günlük egzersizlerden biri olarak bile sayılabilir hatta. Yalnız içerik miktarı durmaksızın büyüyor olsa da, üretimin hangi alanda gerçekleşeceğine karar veren hak (!) sahipleri sağolsun, nesillerdir LGBTİ+'ler olarak çok daha küçük bir havuzda yüzmemize izin verildi. Gayriresmî sloganımız "Her eve bir dijital platform ve sayısız lubunya" ile yeni yeni ele geçirdiğimiz yedinci sanatta, temsiliyetin doğru hâlini ufaktan görmeye başladık tabii. Ama direnerek, ama haykırarak elde ettiğimiz haklarımızın yansımaları türlü medyumlarda kendine yer bulurken, var oluşumuzu kutladığımız Onur Haftası'nda, gözü direnen kuirdaşlarını arayanlara yardımcı olmak bana düştü. Biraz "direniş" kelimesinin anlamını da eğip bükerek, alternatif önerilerle izleme listelerine renk katmak amacım.

Kural Bozanlar

Geçmişimizin adı pek anılmayan kahramanlarından senarist/oyuncu Magnus Hirschfeld'in varlığıyla sinema tarihinde önemli bir yere oturmuş Anders als die Andern (1919) ile açalım kapıları. 1897 yılında LGBTİ+ hakları için Bilimsel-İnsani Komite'yi kurarak Albert Einstein, Leo Tolstoy, Thomas Mann gibi isimlerin de desteğini alan Hirschfeld, Nazi dönemi boyunca varlık gösteren ve eşcinselliği suç sayan 175. maddeyi konu almaktaki bu yapımı yazmakla kalmayıp küçük bir rol de üstlenmiş. Meşhur bir keman virtüözünün öğrencilerinden birine duyduğu aşk ayyuka çıkıyor ve aksini söyleyen herkese boyun eğerken esas kahramanımız benliğini bütünüyle kaybetmeye başlıyor filmde. Tarihin ilk kuir pozitif sinema filmlerinden biri olarak kabul gören yapımın temel öyküsünden, Basil Dearden'ın neo noir klasiği Victim (1961) de nemalanmış hatta. Diktatörlük etkisi altındaki Weimar Almanyası'nda yalnızca sağlık görevlilerinin izlemesine izin verilen, uzun yıllar boyunca sansür yüzünden gün yüzü görmemiş Anders als die Andern, şimdi dönüp baktığımızda kuir sinema tarihinin başlangıç noktalarından biri olarak anılmakta.

Direnişini aktivist kimliğiyle değil de normlara karşı bir film olarak yapan Nighthawks (1978) ise HIV epidemisi öncesi Londra'da eşcinsel ve bekar bir erkeğin gündelik hayatını anlatmaktan daha fazla bir şeye girişmiyor aslında. Ancak daha evvel hep dramatik çerçeveler dahilinde LGBTİ+ hayatları gözlemleyen bir sinemayla haşır neşir olduğumuz için, Nighthawks'un bu tekdüzeliği pek kıymetlendiriyor filmi. Avrupa'nın en hareketli şehrinde, eşcinseller arasındaki seksin "legal" sayılmasının onuncu yıldönümü henüz dolmuşken, coğrafya öğretmenliği yapan ana karakteri Jim, mesai saatleri haricinde hepimizin kovaladığı kültürün bir parçasına dönüşüyor. Arzularının peşinden koşan, bedenini dinleyen, yeni olanı denemekten kaçınmayan, seksle ilişkisini pozitif ve herkese tanıdık gelecek yerlerden kuran biri Jim. İlk uzun metrajı için iki yıl boyunca sermaye arayan yönetmen Ron Peck de bu içeriden gözleminde neredeyse bir belgeselin ritmine öykünerek ana karakterini olduğu gibi yansıtmaya özen gösteriyor.

Seksenli yıllara geldiğimizde kuir sinemada tabii ki de AIDS'in yaşamlarımız üzerindeki tesiriyle birlikte çok daha karanlık bir döneme geçildiğini görüyoruz. Devletin el yordamıyla hayatlarına zulmettiği, ölmelerine göz yumduğu nesiller için pek çok hikâye anlatıldı tüm dünyanın huzurunda. Bir kısmının gün yüzü görmesine pek izin verilmese de etraflı bir biçimde o zaman aralığındaki ruh hâlini, LGBTİ+'lara kodlanan bir virüsün yarattığı toplumsal tahribatı anlayabilme imkânına eriştik bu anlatılar yardımıyla. Ama hiçbiri Buddies'in (1985) yürüdüğü yollardan geçemedi. Sadece öznesinin son yolculuğunu gözlemlemekle yetinen bir yapım değildi çünkü Buddies. Onun her şeyden evvel gençliğinin baharında, yaşam hakkı bile isteye elinden alınan biri olduğunun farkındaydı. Hastanede sonu bir türlü gelmeyen gecelerden birinde vuku bulan mastürbasyon sahnesi de, karşısında sadece zamanında çözümsüz olduğu düşünülen bu durumda bile karakterinin bir hasta değil, bir insan olduğunu hatırlatmaya yetiyor.

Bağıra Çağıra

Biraz alternatif bir liste oluşturma amacıyla oturduğum için klavyenin başına, BPM (2017), Paris is Burning (1990) ve The Death and Life of Marsha P. Johnson (2017) gibi artık herkesin izlemiş olması gerektiğine can-ı gönülden inandığım yapımları sıralamaktan imtina ediyorum. Ancak bu da beni bir şekilde cis gey hikâyelerin ağırlıkta olduğu bir seçki yapmaya itiyor. Kendimi suçlamakla, belli bir tarihten evvel sayılı olan kuir temalı yapımlarda kimlerin öykülerini anlatmasına alan tanındığına kızmak arasında gidip geliyorum tabii. Ama hepimizin öyküsü olmayı başarmış birkaç belgeseli anarak belki arayı kapatabilirim diye umut ediyorum. Mesela Before Stonewall (1984)...

Kuir özgürlüğe adım adım yaklaşırken, bugün yaşadığımız hayatların sorumlusu, küresel bir direnişin ilk kahramanları olarak görev yapmış insanları teker teker kamera karşısında ağırlıyor Before Stonewall. Örgütlü protestoların nasıl tetiklendiğine, LGBTİ+ hakları için verilen savaşta fitilin nasıl ateşlendiğine dair dört başı mamur bir belgesel. Hatta öyle ki After Stonewall (1999) adında, ayaklanmaların ardından kuir hayatların nasıl değiştiğine dair eşlikçi bir film de mevcut. Oscar ödüllü müzisyen Melissa Etheridge'in anlatıcı rolünü üstlendiği bu yapım, öncülü kadar güçlü olmasa da hak mücadelesinin ehemmiyetini hatırlatıyor Stonewall'la ilgili detayları kaçıran herkese.

Bağlamından çok da koparmadan ele almak istediğim ve mutlaka izlenmesi gerekenler listesinde üst sıralara yerleştirdiğim Tongues Untied (1989) ise mesajını çok da derinlere saklamayan bir yapım. Ama bu direkt yüzümüze pankart açan hâlini anlamlandırmayı başarıyor ustaca. Siyah eşcinsel erkeklerin var olma mücadelesini, bütün suçun onlara yüklendiği ve kendi komüniteleri tarafından bile görmezden gelindiği bir aralıkta gözlemliyor. Yalnız gözlem aracı olarak müziği, şiiri, performans sanatlarının bütün kollarını kullanmaya özen gösteriyor ve bununla birlikte dördüncü duvarı yıkmaktan da öte öznelerinin seyirciyle direkt göz temasında konuşmasına izin veriyor. Tüyler ürpertici, bugün bile farklı koşullar, isimler, renkler, cinsiyetler özelinde karşılığını bulan bir aşinalık yaratması can sıksa da kuir sinemanın bereketsiz olması için çaba sarf edilmiş gibi duran, siyahları merkezine koyan kanadından bir mihenk taşı adeta.

Transların görsel medyadaki temsiline dair öğretici özelliği bulunan Disclosure (2020), herkesin ulaşabildiği bir platformun kitaplığında yer aldığı için fazlasıyla mutlu olduğum yapımlardan. Adını andığım diğer filmlere nazaran daha fazla izleyiciyle buluşmuş olsa da hâlâ trans karakterlerin trans oyuncular tarafından canlandırılması konusunda neden ısrar ettiğimizi anlamayan, The Danish Girl ve Tootsie gibi filmler karşısında sesimizi yükseltmemize şaşıran kalabalıkları eğitebilen, hatta ehlileştirebilen bir yapım Disclosure. Üstelik gıpta ettiğimiz kariyerler inşa etmiş Laverne Cox, Angelica Ross, Trace Lysette, Chaz Bono, Yance Ford gibi isimlerin anlatıcılığında açıyor meselesini. Genel izleyiciyi de Hollywood'ta olup biteni bizlerin perspektifinden tekrardan incelemeye almaya ikna ediyor.

Çağdaş İsyanlar

LGBTİ+ hareketinin aldığı yol yadsınamaz bir noktada elbette. Moonlight'tan (2016) A Fantastic Woman'a (2017) kimi kapsayıcı, kimi yalnızca pozitif müthiş yansımalar görüyoruz hem sinemada hem televizyonda. Dolayısıyla bugünden bir seçim yapmak, öyle ki alternatif görünümlü ana akım işler bulabilmek bile bir hayli kolay. Yeni Zelanda yapımı Rûrangi(2020) geliyor mesela aklıma ilk örnek olarak. Kendi gerçeğini aramak üzere büyüdüğü küçük şehri terk eden Caz isimli ana karakteri, yıllar sonra o kasabaya dönerek önyargılara, bağnazlığa, toplumun trans erkekler konusundaki çifte standardına sadece nefes alarak savaş açıyor. Bizi en çok anlamasını beklediğimiz, varoluşumuzun başından beri bir dargın bir barışık olduğumuz kandaşlarımızla olan defteri de dürüyor bir yandan. Travmalarımızın yaratıcılarıyla yüz yüze gelmekten kaçınmayışında, kendi masalını kendi yazma ısrarında tarifi imkânsız bir direncin izleri var.

Keza direnişini yine küçük ölçekte gerçekleştiren ve aynı yollardan geçen bütün gençlere yol gösteren Colors of Tobi(2021) de türünün sanıyorum ki tek örneği sayılabilecek, şahane bir belgesel. Macaristan'ın küçük bir kasabasında yaşayan Tobi'nin cinsiyet disforisi ile başlayan yolculuğu, trans geçiş sürecinin ardından zorlu bir atanmış cinsiyetine dönüş süreci ve hemen ardından non-binary kavramıyla tanışmasıyla ilginç engellere ev sahipliği yapıyor. Bütün bunu en ön sıradan izleyebilmenin ne kadar inanılmaz bir deneyim olduğunu söylemeye gerek yok zaten. Özel olan tabii ki de henüz LGBTİ+ içerisinde bile anlaşılmakta güçlük çeken ama tarihin başından beri var olmuş bir kalabalığın sesine dönüşmesi bu minik bağımsızın. Tobi'nin yeni sorular sormaktan, kendini sevmeye doğru yol alırken büyük adımlar atmaktan çekinmeyen tavrı da her gelen nesille ne kadar yol aldığımızı kanıtlar nitelikte.

Unutmadan...

Kepenkleri indirmeden önce şunu da hatırlatmak lazım, son on yıl içerisinde büyük bir devrim geçiren televizyon, yayınlandığı mecraların da çeşitliği sayesinde sinemanın yüz yılı aşkın süredir yakalayamadığı bir güce ulaştı. Yaratıcı güçlere tanınan uzun süreler, geniş alanlarla birlikte sadece olumlu değil üç boyutlu kuir karakterlerle bir bağ kurmamızı kolaylaştırdı. Mesela İspanya'nın bugüne kadar gördüğü en büyük trans ikonlardan birini konu alan Veneno (2020), okullarda ders diye okutulması gereken Heartstopper (2022), büyük bir yelpazede çalışan Sex Education (2019) aklıma gelen ilk şahane örnekler. Hazır sinemayla televizyon arasındaki sınırlarda bütünüyle silinip gitmişken onları yok saymak olmaz. Yalnızca geniş kitlelere ulaşarak, meselesini aktivizm üzerine kurmasalar bile büyük direnişin mühim bir parçasını oluşturuyorlar ne de olsa.

Kapanışı da kendi yolculuğumun başlangıç çizgisinden yapmazsam aklım kalır. Kuir ve bundan gurur duyan, bütün haziran ayını kutlama modunda geçiren birine dönüşmeme vesile olmuş Alex Strangelove'ın (2018) direnmeden evvel dolap kapaklarını kırmak isteyenlere iyi geleceğine de pek eminim. Gözlerinin önündeki son sis bulutunu pek kısa bir süre önce dağıtmış milenyal bir lubunyanın zevksizliği diye yorumlamak isteyenlere malzemeyi ben vermiş olayım. Ancak kendi dünyamda dönen çarkları çözmeden direnemeyince bir yardıma ihtiyaç duydum ve o el de şimdilerde Türkiye'deki sosyal medya hesaplarında muzır neşriyat damgası yediği için şahane bir dizinin tanıtımını yapmamaya ant içmiş malum yerlerden geldi...

Kaos GL Dergisine ulaşın

Bu yazı ilk olarak Kaos GL Dergisinin Kurumsal Politikalar dosya konulu 185. sayısında yayınlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notebene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: kültür sanat
nefret