24/11/2009 | Yazar: Nevin Öztop

Feminist yazar ve akademisyen Sevilay Çelenk, 14 Kasım akşamı Kaos Kültür Merkezi’nde “Bir Başına ve Bir Arada: Kadınlar” başlığını sözleriyle sardı bizler

Feminist yazar ve akademisyen Sevilay Çelenk, 14 Kasım akşamı Kaos Kültür Merkezi’nde “Bir Başına ve Bir Arada: Kadınlar” başlığını sözleriyle sardı bizler için… Yalnızlığın, kadın yalnızlığının ve kadının “insansızlık”ının, onun sözleri ile nelere benzediğine bakalım, gelin hep beraber…
 
Sohbetimizin konusunu "Bir Başına ve Bir Arada: Kadınlar" olarak belirlemiştik; gerek “bir başınalık” gerek “bir arada olmak”la neleri kastettiğimi açıklamak isterim. "Bir başına" diyerek, düz anlamıyla yalnızlıktan söz ediyorum. Kadınların yalnızlığından. "Bir arada" derken ise beklenebileceğinin tersine, "örgütlülük”ten söz etmeyeceğim. Kadın örgütlenmelerinin ya da örgütlü olmanın "yalnızlık," "kaybolmuşluk" hissiyatına önemli bir yanıt üretmiş bulunduğu, üretiyor olduğu ve üreteceği açık. Bu konu, farklı saiklerle tartışılmayı elbette çok hak ediyor olsa da, benim bugün üzerine konuşmak istediğim konu bu değil. Burada esas olarak, "kadın arkadaşlığı" meselesi üzerine düşünelim istiyorum.
 
Kadınların bir başınalığı ve yalnızlığı üzerine konuşmaya başlamadan önce şunu da eklemk isterim: Bu konu, her ne kadar üzerinde, sistemli ve kapsayıcı araştırmalar yapılmayı hak edecek kadar önemli ve yaygın bir soruna denk düşse ve böyle birçok araştırma mevcut olsa da, ben bugüne değin "bilimsel" olarak adlandırabilecek bir çalışma yapmadım. Dolayısıyla bu, hiçbir bilimsellik iddiası taşımayan; kişisel deneyimlerden, kadınlar-arası sohbetlerden, gözlemlerden ve elbette bu konuya ilişkin okumalardan yararlanan bir konuşma olacak.
 
Yalnızlık, yabancılaşma, yakın ilişki ya da şefkat yoksunluğu, 21. yüzyılda da -geride bıraktığımız yüzyılda olduğu gibi- sadece yaşanan hayatlar içinde yüzleşilen bir problem değildi; bu aynı zamanda, sanat ve edebiyatın en önemli temalarından birini oluşturdu ve oluşturmaya devam ediyor. Burada benim sürekli ilgimi çeken şey, sanat ve edebiyatın, yalnızlığı konu ettiği yerlerde -gerek eserlerin içerdiği yalnızlık tarifleri, gerekse bu eserlerin okunma ve tüketilme süreçlerinde- kadınlar ve erkekler bakımından farklı sonuçların ve etkilerin söz konusu olmasıydı.
Yalnız adam ve kadınlar, diyelim ki bir edebiyat metninin ya bir sinema filminin ana karakterini oluşturduklarında, -istisnalar da elbette mevcut- dikkate değer biçimde farklı karakter kurguları ve varoluşa değgin farklı sorgulamalarla karşılaşırız. "Yalnız adamlar”ın karakter kurgusu, uzlaşmamak, komformizmin reddi, anlam arayışı gibi -ki derin bir anlamsızlık duygusunun girdabındaki erkek karakterler için bile çoğu kez böyledir- sebeplere bağlanan bir yalnızlık tarifi sayesinde belli belirsiz bir yüceltmeyi de hemen her zaman barındırıyor. Öyle çok uzaklara gitmeye gerek yok; epeyce bir tartışma yaratan Issız Adam filmini düşünün mesela… Burada adamın yalnızlığını, bir tür mutluluk ihtimaline direnmek, mutluluğa dokunamamak olarak alırsak; bunun aynı zamanda, mutluluğun imkânsızlığını da erkenden kavramış bir iç-görü ve bir bilgelik içeren bir tür yüceltme olduğunu da söyleyebiliriz. Erkek farkındadır. Aslolan yalnızlıktır. Bu tür film ve romanlarda, erkeğin değişmesi, yalnızlığa bir nokta koyması, başkasına doğru gerçek bir adım atması da genellikle söz konusu değildir. Uzak ve İklimler filmlerinde olduğu gibi... Klasik eserlerden başlayarak da, yalnız adamlarla ilgili üstü örtük yüceltmelere pek çok örnek bulmak mümkündür.
Sanat ve edebiyata konu olan kadın yalnızlığı ise, sıklıkla bilgece kabullenilmiş; belirli bir entelektüel sorgulamadan, deneyimlerden veya hayatın anlamının anlamsızlık olduğuna tosladıktan sonra edinilmiş/sahiplenilmiş ve dolayısıyla "yüceltilmiş" bir yalnızlık değildir.
 
Kadın genellikle, klasik anlatıda da, modernist avant-garde anlatıda da, yalnızlığını bir an önce kurtulması gereken iğreti bir giysi gibi taşır. Yalnızlığın içine yerleşmez; yalnızlığını sona erdirecek ihtimaller belirdiğinde, kimi zaman korka korka, kimi zaman coşkuyla bu ihtimale sarılır ve onu gerçek kılmaya çalışır. Dolayısıyla, sanat ve edebiyatın, yalnızlık temasına kadın ve erkek bağlamında farklı yaklaşımı, gerçek hayatta da kadın ve erkeklere "yalnızlıkları" ile ilişkili olarak bir şeyler söyler: Yalnız kadınlar, eğer çevrelerinde kendileri gibi yalnızlıktan, sosyal ilişki geliştirme ve sürdürme konusundaki sıkıntılardan, çeşitli güvensizliklerden -ki sıklıkla erkeklere dairdir bu güvensizlik- mustarip kadınlarla kurulabilmiş sınırlı ilişkileri bir tarafa bırakılırsa, genellikle giderek daha da yalnızlaştıkları bir girdabın içine sürüklenirler. Çünkü bu tür ilişkilerde en sıklıkla üretilen paylaşım biçimleri, -bir tür toxic talk olarak anılabilecek- zehirli bir konuşma tarzıdır. Bu, konuşmanın öteki ucunda yer alan kişide, kendine, başkalarına ve yaşama karşı güvensizlik yaratan ve ruh halinin bozulmasına yol açan yıkıcı bir konuşma tarzıdır. Bu tür konuşmaların, toplumsal yalıtılmışlığı artıran, hastalıklara davetiye çıkaran ve hatta erken ölümlere yol açan etkilerinin olduğunu araştırmacılar da ifade etmektedir.
 
Burada elbette eklemek gerekir ki bu tür zehirli konuşmaların kaynağı sıklıkla -belki kadınlardan da daha sık olmak üzere- erkeklerdir; ancak kadının ve erkeğin zehirli konuşma pratiklerinde bir fark da olduğunu düşünüyorum. Hem biçimleri hem de her iki cins bakımından sonuçları bakımından… Erkeklerin yıkıcı konuşmaları, genellikle "yaşamın anlamsızlığı, umudun ölümü" ve benzeri temalarla, daha felsefiymiş gibi duran bir içeriğe bağlanırken; kadının toxic konuşma pratiği genellikle, erkeklere bağlanır: Yalnızlık, "doğru, dürüst bir erkek, kalıbının adamı olan bir erkek" yokluğuna indirgenir ve erkeklere dair karakter çözümlemelerine odaklanır. Kadınlar, mütemadiyen erkekleri çözümlerler; bu çözümlemelerin, kadınlarda yalnızlık duygusunu güçlendirdiğini ve onları güvensizleştirdiğini de eklemek gerekir.
 
Bunun sonucu da şudur: Erkek, genellikle yıkıcı ve “zehirli” konuşmasını dinletebileceği; yıkıcı ve izole hayatını ellerine bırakabileceği kadınlar tarafından kurtarılır ya da kurtarılmaya çalışır. Genellikle hep yarı yolda bırakacağı kadınlar tarafından… Bu "ıssız adamlar"ın, çoğu kez aralarında bir seçim de yapamadıkları ve bu nedenle birbirleriyle rekabete sürükledikleri -ki bunun kadın açısından anlamı, “hiç tanımadığı başka bir kadınla rekabet”tir- kadın kurtarıcıları vardır. Oysa yalnız ve mutsuz kadınların hayatları, seçeneklerle çevrili değildir; onları, adeta bir tekinsizlik kuşatır ve bir tür meczupluğa mahkûm edilirler. "Amerikan toplumunda bekâr kadınlara güvenilmez. Boşanmış kadınlar, tehdit unsurudur ve başkasının kocasına göz diken kişiler olarak değerlendirilir.", Unbroken Homes adlı bir kitaptan aktarıyorum bu bilgiyi mesela… Bu gibi nedenlerle, bekâr, yalnız ve belli biçimlerde "tutunamamış" erkekler, mutlu, çekirdek aile çiftlerinin çoğu kez sevinçle kabullenilen birer parçası olabildikleri halde; bekâr kadınlar, genellikle bu aile ortamlarında huzur içinde bir yer edinemezler. Bu evlerdeki iğreti duruşları, hem kendi yalnızlıklarını erkekler gibi "anlaşılamamak”, "yanlış yerde ve yanlış zamanda doğmak" gibi büyük anlatılara bağlayamamaları; dolayısıyla, uyumsuz ama ilginç, başkalarından farklı özel çocuklar gibi sahiplenilmeleri ve şefkat gösterilmeleri gereken bir arkadaş olarak görülmedikleri ve -evet- tehditkâr bulundukları içindir.
 
Üstelik kadın yalnızlığı, yaşamın birçok alanından kovulmuş ve bazı mekânların yasaklanılmış olduğu bir yalnızlıktır. Örneğin -Türkiye'de bir-iki büyük il hariç- yalnız bir kadının akşamın bir saatinde kendini dışarıya atabilme imkânları; başka insanların varlığı ile yalnızlığını, aynı zamanda bir “insansızlık” olmaktan çıkarabileceği mekânları yoktur. Gecenin bir saatinden sonra sokağa çıkıp, sakin bir yürüyüş yapmak bile ona yasaktır. Bütün bu nedenlerle, yalnız kadınlar, yalnızlığı erkeklere oranla daha çok "yarım bir hayat" olarak yaşarlar. “Bir başkasının tamamlayacağı yarım bir hayat” ve “yarım bir insan olma hali”dir, kadın bakımından “yalnızlık”… Bu, yalnız erkeklerce kimi kez böyle deneyimlenebiliyor olsa da; erkeklerin, kendilerini “bütün” ve kadınları “bu bütünlüğü güzelleştirme ihtimali olan bir süs” olarak algılama ihtimalleri daha yüksektir. Bu durum, kadınlar bakımından elbette çıkışsız bir girdap değildir; kadınların azımsanamayacak bir kısmı, bu tür girdaplarda sürüklenilen dönemleri çeşitli açılımlarla dönüştürebilirler. Yine de bu söylediklerimin, toplumun geniş kesimlerinin “şanslı” bulduğu kadınlarla ilgili olduğunu da belirtmeliyim.
Sonuç olarak da -daha çok gözlem ve deneyimlerden yola çıkınca- kendi yaşam alanlarımızda karşılaştığımız kadınlarla ilgili oluyor söylenenler… Genellikle -sınırlı bir gelirle yaşıyor olsalar da- ekonomik bağımsızlıkları olan, eğitimli ve kentli kadınlar bu kadınlar. Gerçekten de, bazen çok yıpratıcı bir mücadele şeklinde sürüyor olsa da -özellikle Türkiye'de kadın nüfusunun çoğunluğunun sürdürdüğü bağımlı, yoksul ve çok daha güvencesiz hayatlarla karşılaştırıldığında- şanslı hayatlar bunlar… Aynı zamanda bu, birçok ev kadınının, kendisiyle iki çift laf etmeyen, sosyal hayatını sınırlayan -ki bu genellikle ancak kapı komşusuyla olan bir sosyalliktir- erkeklerle/kocalarla sürdürdükleri yalnızlığın ve öldürücü rutinin yanında, belki de ancak bir “şımarıklık” olarak okunabilecek bir yalnızlıktır. Ancak yine de, bu tür karşılaştırmalara girmeksizin, bu kadınların yalnızlığını da konuşmaya değer bir kadınlık hali olarak görüyorum. Bu, yalnızlığın ve bir başınalığın çok daha vahim biçimlerini akılda tutmaya engel olan bir odaklanma da değildir.
Bir derecelendirme yapma durumunda değiliz ancak orta yaşın üzerindeki kadınların yalnızlığı, ekonomik bağımsızlığı olmayan kadınların yalnızlığı, eşcinsel kadınların yalnızlığı, siyah kadınların yalnızlığı gibi çok farklı ve diğerinin içermediği türden sıkıntılar içeren yalnızlıklar var. Örneğin, ABD'de bir grup genç lezbiyenle “lise çağlarındaki sosyallik”leri üzerine yapılan söyleşilerden, bu kadınların deneyimlerinin, okul yıllarında popüler ve arkadaş sahibi olmanın koşullarının “heteroseksüel bir kadınsılık bakımından en iyi performansı gösterme”ye sıkı sıkıya bağlı olduğu anlaşılıyor. Kadınsı bir tarzla ve karşı cinsle ilişkiye yönelik hevesin en önemli ödülü "popüler" olmak iken; tersi eğilimler, yalıtılmışlık ve yalnızlık getiriyor. Mesela Lee Comer, 1970’lerin başında yazdığı Evlilik Mahkûmları adlı kitabında, dört duvar arasında ve dünyadan yalıtılmış biçimde yaşayan ev kadınları için şunları söylüyor: “...Mahkûmları diğerlerinden ayırıp hücreye kapatmak, iradelerini kırmanın ve uslu bitkiler haline getirmenin bilinen en iyi yöntemidir. Zorlanmış yalnızlığın da kadınlar üzerinde öyle ciddi etkileri vardır ki, birçok kadın evde geçirilen yıllardan sonra hiç bir zaman tümüyle düzelemez. Bildik bir laf ama kısacası kadın "ot gibi" yaşar. Düşünemez ve yapıcı konuşmalar sürdüremez hale gelir çünkü dünyası böyle şeyler gerektirmemektedir.”
 
Sonuç olarak kadın yalnızlığı, giderek bir “var olamama” hali gibi derin bir değersizlik duygusu da üretebiliyor. Bu durumun önemli bir sonucu ise, her iki cins için aslında mevcut -ya da gerçekçi- olmayan “iki kişilik mutlu bir beraberlik ideali”nin abartılması oluyor. Bu tür bir ilişki miti, popüler kültürün durmaksızın pompaladığı bir mit… Adeta “Neyle çevrili olduğunuzun hiçbir önemi yok; siz ikiniz birbirinizi kurtarabilirsiniz." diyen, toplum ve kültür dışı -belki de “üstü” demeliyim- bir "mutlu ilişki” beklentisi… Bunun bir türlü mümkün olmayışı da, yalnızlıkları daha fazla artırıyor. Rosalin Coward bunu şöyle açıklamış: “İlişki bir tür Frankenstein canavarıdır. Sözde bilim adamları tarafından meydana getirilen ilişkinin artık kendine özgü bir hayatı vardır. O kadar ki, her aşk ilişkisi, artık iki yerine üç karakter içermektedir. Bu dili kullanan sınıfın ve eğitim düzeyinin mensupları, birbirlerine âşık olmuyor ya da birbirlerinin kişisel niteliklerinin çekiciliğine kapılmıyorlar. Bunun yerine, duyguların bütün bir teknik sözlüğüne karmaşık bir giriş yapıyorlar. Birisiyle seviştiğimizde onun "kompleksleriyle" tanışmayı beklemek zorundayız; "yansımacılığa”, "savunmacılığa”, "sahiplenmeciliğe" dikkat etmeliyiz. "Bağımlılık" ve "bağımsızlık" derecelerini "tartışmayı" beklemeliyiz ve herhangi bir "güvenlik" sağlanmadan önce "çatışma" ya da "güçlük"lere hazır olmalıyız.
 
…İlişki canavarı gerçekten de bütün beklentileri aştı. Toplumsal koşulların, laboratuarından kaçarak kendisini tarihten ve toplumsal ilişkilerden soyut bir yabancı olarak biçimlendirdi. Frankenstein'in canavarının boynundaki tasma gibi…”
 
Mutlu ilişki mitinden ya da ilişki canavarının pençesinden kurtulmanın kadınlar bakımından çoğu kez başka kadınlarla "yakın, samimi, paylaşımcı" arkadaşlıklar kurmaktan geçtiğini düşünürüm. Kadın arkadaşlıkları zordur; bunu hepimiz biliriz. "İnsan insanın kurdudur" sözü ise, esas anlamını "kadın kadının kurdudur" gibi cinsiyetçi bir tercümede bulur. Oysa bunun "erkek erkeğin kurdudur" gibi bir ifadesine hemen hiç rastlamayız. Gerçekten öyle midir? Ben kişisel olarak “bir kadının bir başka kadının kurdu olduğu” pek çok duruma rastladım. Aslında kadının yaşam alanlarındaki kıstırılmışlığını; övgü ve teşvik yoksunluğunu ve kırılgan konumunu düşündüğümüzde, hemcinsleriyle olan ilişkilerde "bencil" bir karakter sergilemesinde anlaşılmayacak bir taraf yoktur. Birçok kadın, kendisinin büyük güçlüklerle elde ettiği küçük mutlulukların ve başarının başka bir kadına -sebebi ne olursa olsun- cömertçe sunulmasını kıskançlıkla karşılar. Kadın, kendisinin sahip olmadığı yetenekleri, bir erkekte alkışlamaya her zaman hazırdır ve kişisel olarak tanımadığı kimi kadınlara da hayranlık duyabilir. Fakat sıklıkla yanı başındaki bir kadının olumlu özelliklerine, başarı ve mutluluğuna karşı tahammülsüz tutumlar gösterir ya da engelleme çabası içine girer. Başka bir deyişle, kendisininkine benzeyen bir hayatın, başka türlü olabilme ya da daha iyi olabilme ihtimalini kabullenemez.
 
Bütün bunlar böyle olabilir fakat yine de “insan insanın kurdu” değildir; dolayısıyla, kadın da kadının kurdu olamaz. Yaşamın akışı içinde en fazla tanık olduğumuz durumlardan biri, “kadının kadının kuzusu olduğu” durumlardır. Evet, gerçekten de "kadın kadının kuzusudur" demek çok daha gerçeğe yakın bir betimleme olacaktır.
 
Her birimizin yaşamları, sıkıntılarla dolu… Kadınlar bu sıkıntılı dönemlerinin çoğunda, yanı başlarında bir başkasını değil, kadın arkadaşlarını bulurlar. Hastalıklarda, hastalık şüphesinde, ayrılma ve boşanmalarda, iş yerinde uğranılan haksızlıklarda, sıkıntılı hamileliklerde, doğumlarda ve çocuklarla ilgili problemlerde hep kadın arkadaşlar vardır. Ya da onların varlığı arzulanır. Kadın arkadaşlığı, hayatın güçlüklerine karşı koymada önemli bir sığınak oluşturur. Kadın arkadaşlığının, dayanışmacı yönünün mutluluk ve başarıları da kapsayacak biçimde genişletilmesi ve mutlu anların paylaşımının güçlendirilmesi de kadınların yalnızlıktan kurtulmasında çok önemlidir.  Kadın arkadaşlığı, “mutlu heteroseksüel ilişki miti”ne fazla yüklenmemek; ilişki canavarı tarafından büsbütün ele geçirilmemek ve en önemlisi yalnızlığı "yarım bir hayat" olarak görmemek ve kendi “tamlık”ımızı hatırlamak için de çok gerekli.
 
Feminist hareket için “kız kardeşlik” ideolojisi her zaman önemli olmuştur. Feminizmin “kişisel/özel olan politiktir” önermesi, kadın arkadaşlığının feminist hareket bakımından politik önemini de tarif eden bir önermedir. Feminist kadınlar, 1975’te “feminizmin kadın arkadaşlığı üzerindeki dönüştürücü etkisi” üzerine yapılan bir çalışmada, şunları ifade ediyorlar: Feminist hareket içinde yer almak sayesinde, farklı yaş kuşaklarından kadınlarla arkadaşlık mümkün oluyor. Diğer kadınlarla geçirilen zamanın, “karşı cinsle geçirilebilecek bir zamanın yerine geçen 2. en iyi zaman geçirme yolu” değil de, “kendi içinde değerli bir zaman olduğu”nu anlama imkânı sağlıyor. Kadın arkadaşlığının, yapılan işlerde ve çalışma hayatında da duygusal destek sağlayan bir arkadaşlık olduğu anlaşılıyor. Son olarak, feminist dayanışma sayesinde, kadın arkadaşlığı zaman içinde giderek bir tür aile üyeliğine ve karşılıklı yükümlülüklerin de olabildiği destekleyici bir bağa dönüşüyor.
 
Kadın arkadaşlığı ve feminist bakış açısının birbiri üzerinde karşılıklı olarak kurucu ve dönüştürücü bir etkisi olduğu, bugün de rahatlıkla gözlemleyebileceğimiz bir olgu. İçinde yaşadığımız "erkek dünyalar", kadına değer atfetmek konusunda pek de cömert olmadığından, kadınların diğer kadınların kıymetini bilmesi feminist bilinç bakımından önem kazanıyor.
 
Sevilay Çelenk, Ankara Üniversitesi, İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi ve Feminist Yazar
* “Türkiye’de Kadın Olma Halleri” başlığı altında 2009 yılı boyunca gerçekleştiriyor olduğumuz söyleşiler, Heinrich Böll Stiftung Derneği tarafından desteklenmektedir.


Etiketler: kadın
İstihdam