02/09/2010 | Yazar: Can Yaman

“Bizim neslimiz büyük depresyonu ya da büyük savaşı yaşamadı. Bizim savaşımız ruhsal bir savaş.

Bizim neslimiz büyük depresyonu ya da büyük savaşı yaşamadı. Bizim savaşımız ruhsal bir savaş. Bizim depresyonumuz kendi hayatlarımız... ” 
Dövüş Kulübü filminden, Tyler Durden 
 
Bir dershane, eğitim yılını sonlandırırken öğretmen ve öğrencileriyle kapanışını, kalem kırarak kutladı. Sınav maratonunun sona erdiğini “müjdeleyen” bu hadise, renkli bir haber olarak ekranlarda yer etti. Fakat ne ilginçtir ki bu eylem, on dokuz yıldır yasaklı bir yargı kararını ifade ediyordu. Seksen darbesiyle getirilen bir tımar sisteminin en son geldiği noktayı özetleyen bu hadise, bize hangi süreçten miras kaldığını da özetletiyordu.
İdam cezasına gönderme yaparcasına kırılan kalemle girilen akademi ortamı kadar, orada oluşturulan örgütlenme biçimi de elbet sorgulanmalıydı. Üniversite kelimesinden yola çıkarsak, şimdilerde bazı öğretim görevlilerinin kendileri için “Evrenkentli” tercümesini kullanması, içimizdeki dil hiyerarşisini nasıl törpüler, tartışılır. Ne de olsa dil, grup oluşturmanın en asil aracıydı. Hal böyleyken, öğrencilerin örgütlenmesi kaçınılmazdı. Ana dilde kırmızı kalın çizgilerini çizen bir ülke için üniversite kampüsüne “yerleşke” demek, bu sürecin devamıydı. Diline son anda sahip çıkanlar için geç kalınmış bir karardı.
Özellikle dil konusunda bu kadar hassaslaştığımız bir süreçte, kendi egemen dilimiz olan Türkçenin, Ankara’daki bir yerleşkede hezimete uğradığını görmek acı vericiydi. Ben dahil, birçok katılımcının Amerikalı ünlü post-yapısalcı ve queer teorisyeni Judith Butler söyleşisinde bir taraflarımızı yırtarcasına İngilizce konuşmaya çabalaması, bu algıyı doğruluyordu. Aynı sunumun bir Kürt konuşmacı tarafından gerçekleştirilmesi durumunda, kendimizi Kürtçe konuşmak zorunda hissetmek bir yana, kendi anadil yetkimizi sonuna kadar kullanacağımız gün gibi açıktı oysa. Hâlbuki o sempozyumda, Amerikan hegemonyasının kültürel alanda ezip geçtiği dil, bize, Tarzancayı hatırlatan aksanlı İngilizcemizi kullanma gerekliliğini gösteriyordu. Karşımızdaki davetlinin ya kibarlığından ya da egemen olana bağışıklığından olsa gerek, bu duruma itiraz etmemesi ayrı bir vakaydı.
Bu minvalde üniversite öğretim sürecinde kurulacak örgütlenmenin de bu kurulan üstenci çatıdan bağımsız olmayacağı kanısındayım. Bilginin ta eski uygarlıklardan beri belli bir zümre ya da iktidar alanı içinde yaşayan kitle için kullanıldığını düşünürsek, modern tapınak yerleşkelerinin de bundan nasibini alacağı aşikârdı. Örneğin Boğaziçi LeGaTo’nun kuruluşundan beri radikal bir tutumu yokken, sadece kulüp olma isteğinin bile engellenmesinin önünde bu bilgi kutsallığı vardı. Sonuçta bilgi, sisteme en sadık tapınan bireyler için üretilen bir tür lahitti. Eski Mısır ve Antik Yunan’da yaşanan buydu. Mısır tapınağı dünyayı içine alırken, kendini ona kapatmaktaydı. Bu tutum totaliterlik talebinde bir tür kanonlaşma olgusu için tipikti. Tıpkı, Yahudiler için Tevrat’ın, Hıristiyanlar için İncil’in, Müslümanlar için Kuran’ın bilinebilir ve bilinmesi gereken her şeyi içermesi gibi.
Öğretilenin dışında başka bir bilgiye ihtiyaç duyulmaması ve onun reddi, bilgideki ahlakçılığı ve ayrımcılığı tetikleyendi. Alman sosyal antropolog Arnold Gehlen’in tanımladığı gibi, bilginin nesilden nesle aktarılarak belli bir kıvama gelmesiyle oluşan kültür, bu üstünlük iddiasında olanındı:”Kültür olarak adlandırabileceğimiz, son derece yavaş, yüzlerce, binlerce yıl süren deneyler sonucu gelişen, güdülerimiz ve inançlarımıza biçim veren ve daha yüksek düzeyler oluşturan; hukuk, özel mülkiyet, tek eşlilik, belli biçimlerde dağıtılmış iş gibi, kesin ve buna bağlı olarak da kısıtlayıcı ve yasaklayıcı biçimlerde ortaya çıkan, son derece seçici ve dışlayıcı taleplerdir. Hukuk, tek eşli aile, özel mülkiyet gibi kurumlar hiçbir şekilde doğal değildir ve çok çabuk yıkılır. Bunun gibi, söz konusu kurumlar tarafından dışarıdan katılaştırılan, korunan ve yüceltilen güdülerimizin ve inançlarımızın kültürü de doğal değildir. Ve eğer dayanaklarımız kaldırılırsa, çok çabuk ilkelleşiriz”. Bu süreçte, üniversite örgütlenmesinin alternatif bir şey üretememesi kadar doğal bir şey yoktu. Kaldı ki Lambda ve Kaos’un tamamlayıcı politik temelini oluşturan kadrolar, üniversite içinde örgütlenen ya da eğitimini sürdüren bireyler tarafından oluştuysa da uzun vadede, sözcüsü olduğu kitlenin tabanına ulaşmamasında bu üstenci bilgi kuramı yatmıştı. Ne zaman sokak aktivizmi, elitizmin yerine geçti, katılım boyutunda artış, gözle görünen bir hale ulaştı. 
 
Aynı yaklaşımın eski Mezopotamya topraklarında yaşayan Sümerlerden referans alan kadın örgütü Amargi’nin, kendi sokak akademisini yaratmasında yaşanmıştı. Yalnız işaret ettikleri gerçeklik her ne kadar kendilerini doğrulayan bir imgeyle inşa edilse de yapılandırmalarında kullandıkları dil, eril metodik akademinin arkaik mantığından öte bir şey değildi. Onsuz bir dilin ilkelleşeceğini düşünenler için Hugo Chavez’in söylemleri, o yüzden karikatürleşen bir muhalif imgeyi işaret ediyordu. Çünkü o, kendi dilini yaratma amacıyla anayasayı sade bir dile indirgemiş, hatta bu yolda ülke bayrağında değişikliğe girmişti.
Kendi örgütlenmelerimizdeki üniversite ayağına dair umutsuzluğum bundan kaynaklanmaktaydı. Kalem kırmayı isyanın bir parçası olarak gören bir jenerasyona, Deniz Gezmiş gibi örgütlü öğrencilerin kişisel bir devrim için nasıl bir bedel ödediğini hatırlatmak gerekirdi belki de. Aksi halde depresyondan kurtulmak için kendini ölesiye dövdüren bir kum torbasından farkımız olmayacak.
 

Etiketler: insan hakları, eğitim
nefret