09/12/2009 | Yazar: Kaos GL
“Uçağın neden düştüğünü araştırmak için karakutuya düşen her iz, geçmişi simgeliyor.” Belçika'da yaşayan Gök&ccedi
“Uçağın neden düştüğünü araştırmak için karakutuya düşen her iz, geçmişi simgeliyor.” Belçika'da yaşayan Gökçen Cabadan'ın ikinci kişisel sergisi 'Kara Kutu', Galeri Non'da 30 Aralık’a kadar açık olacak.
Belçika'da yaşayan Gökçen Cabadan'ın ikinci kişisel sergisi 'Kara Kutu', Galeri Non'da açıldı. Cabadan, resmin kısıtlı imkânlarını zorlamayı, kendisinde bol miktarda bulunan korkularla mücadele aracına dönüştürüyor.
“Aslında karakutunun Freudyen bir süreç olduğunu düşünüyorum” diyor Cabadan, “Uçağın neden düştüğünü araştırmak için karakutuya düşen her iz, geçmişi simgeliyor.”
Anı ve mekânı tanımlanmak için geçmişteki ipuçlarıyla hareketini, kendine malzeme yapmış Gökçen Cabadan. Resimlerinde gördüğümüz çocuk ve ergen yüzlerinin her an katile dönüşecekmiş gibi duran ‘temiz’ yüzleri, mükemmelleşen ifadeleri, Cabadan için modern dünyanın prototip insan modeline karşı dik bir karşı duruş aslında. Temiz yüzlü temsilleri metamorfoza uğratıyor ve karakutu imgesinden hareketle geçmiş ve şimdiyle mücadele ediyor.
Tophane’deki Galeri Non’da 30 Aralık’a kadar açık olacak ‘Kara Kutu’ adlı sergisi vesilesiyle, Cabadan’la uçak korkusundan Lars Von Trier’in son filmine uzanan bir muhabbeti Radikal Cumartesi’den Ayşegül Oğuz yaptı.
Sizin resminizde belli mekânlarda çocuk ve ergen yüzlerinin mükemmelleştiği anlar var. Beyaz dişler, sonsuz bir mutluluk anı resmediliyor. ‘Kara Kutu’ ilhamı nereden alıyor?
İmajlar topluyorum. O imajlar da soğuklar. Hatta o soğukluklarını abarttıkça abartıyorum. O çocuk ve ergen fotoğrafları sevimliler, mutlular, onların güzel aileleri var, sorunları yok, üzüntü nedir bilmezler. Aynı zamanda o çocukları kişiliksizleştiriyorlar. Aslında vahşi olanı göstermek istiyorum. Kendi hikâyem için onları yeniden dönüştürüyorum. Bu durumda o sevimli şeyler negatif bir hal alıyor.
Bu serginizde bir resim var, sadece şunu yazmışsınız: ‘Mum, please kill me’ (Anne, lütfen beni öldür). Bu cümleyle neyi anlatmak istiyorsunuz?
Sıkıntılı bir durumdan kurtulmak için annenden yardım istiyorsun. Anne beni lütfen öldür. Rica ediyorsun. Ölmeyi tercih ediyorsun. Bunu da kendin yapamadığın için birinin senin acını susturması gerekiyor.
Anneniz midir ölme isteğinizi rica edeceğiniz kişi?
Resmi açıklamak zor. Bu sergide bir tilki kullandım. Bu bir yerleştirme. Tilki kırılmış bir aynaya bakıyor. İzleyici de tilkinin portresini aynadan görüyor. Bu tilkiyi aslında parçalanmış bir mekân içinde görüyoruz. Resimlerimde mekân kullanmaktan çekiniyorum, rahatsız oluyorum. Figürlerimi hep soyut alanlar üzerinde kullanmaya çalışıyorum. Böylelikle figürler de gerçek mekânlara dahil olabiliyor.
Tilki neyi simgeliyor peki?
Hayvanlara her zaman ilgi duydum. Bu, hayvan sevgisiyle ilgili değil sadece. Hayvan ikonografik bir duruma da kolaylıkla dönüşüyor. Tilki kargadan peynir istemek için kandırır ve karga bambaşka bir yerdedir, ona ulaşamaz. Biraz kargayı tanrılaştırmak ve mekânlar arasında geçişsizliği göstermek istedim. Tilki kurnazlıkla uğraşır. Bu tilki yerleştirmesini yaptıktan sonra Lars Von Trier’in son filmi ‘Antichrist’ı izledim. Birkaç gün de etkisinden çıkamadım zaten.
Filmde en çok hangi sahne etkiledi sizi?
Film, bir sevişme sahnesiyle başlıyor. Kadın orgazmını yaşarken, bebeği o esnada odanın camına doğru yürüyor, kadın bebeğini kurtarmak yerine o anda orgazmını yaşamayı tercih ediyor ve çocuğun ölümüne tanık oluyor o esnada. Sonra terapiye gitmeye başlıyor; korkularından bahsediyor. Bu yüzden ormana gidiyorlar, film sonra korku filmine dönüşüyor adeta. Bu sahnelerin birinde bir tilki sahnesi vardı, ormanda tilki görüyorlar, yanına gidiyorlar ve tilki konuşuyor: ‘Kaos hükmeder!’
Serginin adına karar vermeniz nasıl oldu?
Benim uçak korkum var. İnsanlar öldükten sonra hâlâ o kazanın sebeplerini araştırmak ne kadar anlamsız! Aslında karakutunun Freudyen bir süreç olduğunu düşünüyorum. Uçağın neden düştüğünü araştırmak için karakutuya düşen her iz, geçmişi simgeliyor. Zarar verilmiş durumda. Psikanaliz de aslında verilen zararı onarmak gibi bir amaç besliyor. Ama bunu yaparken de parçalara bölüyor. Sebepleri ararken sürekli geçmişe referans vermek, her şeyi sembolleştirmek zorunda. Bu da prototipleştirme hali işte. Freud’u sevmiyorum.
‘Kara Kutu’yu açmak için yaşadığınız ülke Belçika’dan İstanbul’a gelmek sizi nasıl etkiledi?
Uçak çok kalabalıktı, mahvoldum, o kadar insan bir arada. Benim klostrofobim, agorafobim ve yükseklik korkum var. İnadına hâlâ bunlarla uğraşıyorum, nasıl yok edebilirim diye... Yükseklik korkum var, paraşütten atlıyorum. Korkularımla beraber gerçek olmayan bir şeyi gerçekleştiriyorum. Aslında bütün bu saydığım korku anlarını yaşarken ölmeyi bile tercih ederim.
Karakutu ölümsüzlük fikrini akla getiriyor...
Yalnızlaşan birey, korkak bireydir. Korkan birini de kolaylıkla yönetebilirsin. Mesela uçaktaki herkes güzel güzel giyinmiş, makyajlı kadınlar, herkes özenli... Hosteslerin yüzlerinde asla bozulmayan o gülüşleri, aşırı oksijenden burnun acıyor, herkesin çok mutluymuş gibi bir hali var ve kimse birbiriyle iletişim kurmuyor. İnsanın bireyleşmesinin çıkış noktası modernleşme. Hep şunu düşünüyorum: Modernizm olmadan önce insan nasıl düşünüyordu? Onların yaşantıları nasıldı? Tarihi yazanlar da istedikleri gibi yazıyorlar. Bu yüzden geçmişi sanatla anlamaya çalışmak daha doğru. Çünkü o zaman insanların gerçek tepkilerini görüyorsun. Resmin kısıtlılığı ister istemez insana bir avantaj sağlıyor. Bu, hayatın kısıtlılığına çok benziyor. Onun için de bunu ne kadar kontrol edebiliyorsam, o kadar başarılı hissediyorum kendimi.
Sizin resminizde belli mekânlarda çocuk ve ergen yüzlerinin mükemmelleştiği anlar var. Beyaz dişler, sonsuz bir mutluluk anı resmediliyor. ‘Kara Kutu’ ilhamı nereden alıyor?
İmajlar topluyorum. O imajlar da soğuklar. Hatta o soğukluklarını abarttıkça abartıyorum. O çocuk ve ergen fotoğrafları sevimliler, mutlular, onların güzel aileleri var, sorunları yok, üzüntü nedir bilmezler. Aynı zamanda o çocukları kişiliksizleştiriyorlar. Aslında vahşi olanı göstermek istiyorum. Kendi hikâyem için onları yeniden dönüştürüyorum. Bu durumda o sevimli şeyler negatif bir hal alıyor.
Bu serginizde bir resim var, sadece şunu yazmışsınız: ‘Mum, please kill me’ (Anne, lütfen beni öldür). Bu cümleyle neyi anlatmak istiyorsunuz?
Sıkıntılı bir durumdan kurtulmak için annenden yardım istiyorsun. Anne beni lütfen öldür. Rica ediyorsun. Ölmeyi tercih ediyorsun. Bunu da kendin yapamadığın için birinin senin acını susturması gerekiyor.
Anneniz midir ölme isteğinizi rica edeceğiniz kişi?
Resmi açıklamak zor. Bu sergide bir tilki kullandım. Bu bir yerleştirme. Tilki kırılmış bir aynaya bakıyor. İzleyici de tilkinin portresini aynadan görüyor. Bu tilkiyi aslında parçalanmış bir mekân içinde görüyoruz. Resimlerimde mekân kullanmaktan çekiniyorum, rahatsız oluyorum. Figürlerimi hep soyut alanlar üzerinde kullanmaya çalışıyorum. Böylelikle figürler de gerçek mekânlara dahil olabiliyor.
Tilki neyi simgeliyor peki?
Hayvanlara her zaman ilgi duydum. Bu, hayvan sevgisiyle ilgili değil sadece. Hayvan ikonografik bir duruma da kolaylıkla dönüşüyor. Tilki kargadan peynir istemek için kandırır ve karga bambaşka bir yerdedir, ona ulaşamaz. Biraz kargayı tanrılaştırmak ve mekânlar arasında geçişsizliği göstermek istedim. Tilki kurnazlıkla uğraşır. Bu tilki yerleştirmesini yaptıktan sonra Lars Von Trier’in son filmi ‘Antichrist’ı izledim. Birkaç gün de etkisinden çıkamadım zaten.
Filmde en çok hangi sahne etkiledi sizi?
Film, bir sevişme sahnesiyle başlıyor. Kadın orgazmını yaşarken, bebeği o esnada odanın camına doğru yürüyor, kadın bebeğini kurtarmak yerine o anda orgazmını yaşamayı tercih ediyor ve çocuğun ölümüne tanık oluyor o esnada. Sonra terapiye gitmeye başlıyor; korkularından bahsediyor. Bu yüzden ormana gidiyorlar, film sonra korku filmine dönüşüyor adeta. Bu sahnelerin birinde bir tilki sahnesi vardı, ormanda tilki görüyorlar, yanına gidiyorlar ve tilki konuşuyor: ‘Kaos hükmeder!’
Serginin adına karar vermeniz nasıl oldu?
Benim uçak korkum var. İnsanlar öldükten sonra hâlâ o kazanın sebeplerini araştırmak ne kadar anlamsız! Aslında karakutunun Freudyen bir süreç olduğunu düşünüyorum. Uçağın neden düştüğünü araştırmak için karakutuya düşen her iz, geçmişi simgeliyor. Zarar verilmiş durumda. Psikanaliz de aslında verilen zararı onarmak gibi bir amaç besliyor. Ama bunu yaparken de parçalara bölüyor. Sebepleri ararken sürekli geçmişe referans vermek, her şeyi sembolleştirmek zorunda. Bu da prototipleştirme hali işte. Freud’u sevmiyorum.
‘Kara Kutu’yu açmak için yaşadığınız ülke Belçika’dan İstanbul’a gelmek sizi nasıl etkiledi?
Uçak çok kalabalıktı, mahvoldum, o kadar insan bir arada. Benim klostrofobim, agorafobim ve yükseklik korkum var. İnadına hâlâ bunlarla uğraşıyorum, nasıl yok edebilirim diye... Yükseklik korkum var, paraşütten atlıyorum. Korkularımla beraber gerçek olmayan bir şeyi gerçekleştiriyorum. Aslında bütün bu saydığım korku anlarını yaşarken ölmeyi bile tercih ederim.
Karakutu ölümsüzlük fikrini akla getiriyor...
Yalnızlaşan birey, korkak bireydir. Korkan birini de kolaylıkla yönetebilirsin. Mesela uçaktaki herkes güzel güzel giyinmiş, makyajlı kadınlar, herkes özenli... Hosteslerin yüzlerinde asla bozulmayan o gülüşleri, aşırı oksijenden burnun acıyor, herkesin çok mutluymuş gibi bir hali var ve kimse birbiriyle iletişim kurmuyor. İnsanın bireyleşmesinin çıkış noktası modernleşme. Hep şunu düşünüyorum: Modernizm olmadan önce insan nasıl düşünüyordu? Onların yaşantıları nasıldı? Tarihi yazanlar da istedikleri gibi yazıyorlar. Bu yüzden geçmişi sanatla anlamaya çalışmak daha doğru. Çünkü o zaman insanların gerçek tepkilerini görüyorsun. Resmin kısıtlılığı ister istemez insana bir avantaj sağlıyor. Bu, hayatın kısıtlılığına çok benziyor. Onun için de bunu ne kadar kontrol edebiliyorsam, o kadar başarılı hissediyorum kendimi.
Etiketler: kültür sanat