23/03/2011 | Yazar: Mehmet Şarman

(Uğradığı silahlı saldırı sonucu ağır bir şekilde yaralanan İbrahim Tatlıses’in arka bahçesi ile hastahane önündeki kalabalığın arasında gidip gelmeler, sayıklamalar.) 

(Uğradığı silahlı saldırı sonucu ağır bir şekilde yaralanan İbrahim Tatlıses’in arka bahçesi ile hastahane önündeki kalabalığın arasında gidip gelmeler, sayıklamalar.)        
 
Biliyorum, klinik bir sorun olan, ama batının psikolojiye kazandırdığı sevgili Hans’ın problemleri, elem ve kederleri, Oedipus Elektra kompleksleri üzerinden çekirdek aile ortamlarında şekillenen kavramlardan çok; “Doğu”nun kendi dilini yarattığı, kalabalık evlerden, taşra yalnızlıklarından, kervan ve kervansaraylarından, aşiretlerin soluğundan beslenen derin bir teşhis ve tedavi lügatine ihtiyaç duyduğum senin ve binlercesinin halet-i ruhiyesini tarif için bu yazı çok eksik kalacak.
 
Kızgın güneşin, pamuk tarlalarındaki işçilerin kavruk derilerini siyaha çevirdiği bir yaz gününün, şehirler arası bir otobüs terminalinde (sana pek de uzak olmayan Yılmaz Erdoğan’ın çocuk olmaktan vazgeçtiği terminallerden) ergenlikle, sahtekarlıkla, daha çok ayran ve simit satmanın, onu bunu memnun etmenin, eve eli dolu varmanın hileleriyle erken tanıştın. Çocuk ruhundaki masumiyetin, hep eksik gelen paranın, hiç okşanmayan saçının, yüzüne inen şamarların geniş hakimiyeti altında ezilip pestilin çıkmıştı.
 
Gözlerindeki şefkatin; bir masal ülkesinden çıkıp gelen temiz, parlak, güzel seksi bir kadının mini eteklerinden kaçan bacaklarına, sutyeninden taşan memelerine yalnızca serseri bir rüzgarın ve asla sana benzemeyen altın bilezikli ellerin ulaşabildiği bacak aralarına  bakmanın; ama görememenin ancak uzağından iç geçirebilmenin, akabinde karanlık kuytu bir köşesinde ya da bok kokulu tuvaletinde terminalin ısrarla, yalnızlığınla, apış aranla yetinme duygusuna dönüştüğü ve çok geçmeden öfkeli bir şehvetin rengine bürünmesinin  adı olan kavram her ne ise… İşte  birincisi o!
 
Açlıktan guruldayan bir mideye rağmen başının üstündeki “simit sarayına” dokunamamanın kilometrelerce mesafesinden, yine bin yıllar süren bir bekleyişten sonra güzel bir sesin getirmiş olduğu paralara, lahmacunlara, ışıl ışıl kadın bedenlerine, başını döndüren dansöz  kalçalarına dokunmayı bilememenin yarattığı kaba, hoyrat iştahının gerisinden patlayan tokatlarla, topuklara sıktığın kurşunlarla, çiğköftelik esprilerinle, iboşovların, kocaman binaların, rengarenk gömleklerinle asla doldurmadığın boşluklara savrulurken… Sersemleşip bir gülmenin, iki ağlamanın, hep tehdit etmenin, yer yer acımanın ama mutlaka parlamanın adı olan kelime her ne ise… İşte ikincisi bu!
 
Görüyorsun İbo işimiz zor. O yiyemediğin simitlerin tepsisi başındaki abartılı kral tacına dönüşünce; kafana eski bir ağrı gelir saplanır kalır işte.
 
Yiyemediğin o simit ile yemekten çatladığın o lahmacunlar arasında
 
Işıltılı bir hayat ile kavruk Urfa terminalinin senden istediklerinin arasında
 
Şık iskarpinler ile ayağında izi damga gibi kalan kunduralar arasında
 
Ekmek kapısı gibi sadık onsekizlik sevabi kızlar ve uyuşturcu gibi insanın başını döndüren günahı kadınlar arasında
 
Önce bacın, sonra sevgilin, akabinde oruspu, dar açılı şeytan üçgenlerin içinde (ey Asena aç koynunu ben geldim!)
 
Haca gitsen de, el öpüp topuklara sıksan da, oksofordu bitirsen de, sosyetenin kitabını bir kur-an gibi hatmetsen de. Kıyısında durup başının döndüğü, dengeni kaybedip düştüğün, düşe kalka gelip “yorgunum” diye inlediğin içuçurumların ve yokuşların hep olacaktır.
 
Bazen, barış güvercini kesilip, sonra da sanatçı vicdanın kırık bastonuna yaslandığında başka yürüyüşler öğreneyim derken, kendi yürüyüşünü unutan kargaya anımsatıyorsun.
 
Ve Mahsumlar, Özcanlar, İzetler, Nihat Doğanlar hepsi de sende kendilerini bulacaklardır.
 

Etiketler: yaşam
nefret