09/10/2019 | Yazar: Umut Güven
Toplumsal olarak kabul görülen “feminen” ve “maskülen” kabuller Egon Schiele tarafından yerle bir edilmiş halde karşımıza çıkmakta.
“Standart diye bir şey yoktur. Bütün insanlar var olmayan bir kaidenin istisnalarıdır.”
Fernando Pessoa
Yaşamımda beni daima etkileyen iki isim oldu. İkisinin de “bence” en büyük kesişim noktaları, varoluş sancılarını dışavuruş biçimleri. Var olmayı başardıkları her anda yaşamı ölümün karşıtlığında değil, ölümle olan giriftli gerçekliğinde yorumlamaları. Hatta çoğu zaman var olmanın imkânlılığını sorgulamaları…
Biri, ondan alıntı yaparak yazıma başladığım Fernando Pessoa, diğeri ise bu yazımda kendisinden bahsetmekten mutluluk duyduğum Egon Schiele’den başkası değil. Yazımda elimden geldiğince, okumalarımdan derleyerek Schiele’nin eserlerine baktığımda gördüklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Bunu bilir kişi gibi bir yerden değil, sanatı takip etmeye gayret eden, Schiele eserlerini de kendince seven biri olarak yapacağım.
Schiele, zamanında kendisiyle röportaj yapan gazetecinin “Çağdaş sanat hakkında neler düşünüyorsunuz, bizimle paylaşır mısınız?” sorusuna “Sunu söyleyebilirim, çağdaş sanat diye bir şey yok, biliyorum. Yalnızca sonsuza dek yaşayan sanat var. Ben buna inanıyorum.” cevabını vermiştir. Belki buradan yola çıkarak Schiele’nin sanatını daha iyi okumak adına, etkilendiği ve etkilediği sanat akımından kısaca bahsedebiliriz.
İsmini Claude Monet’nin ‘İzlenim: Gün Doğumu’ adlı tablosundan alan ve daha sıradan/genel tasvirlerle karşımıza çıkan İzlenimcilik (Empresyonizm) akımının aksine bir çizgide ilerledi Schiele. Eserlerinde görünmeyeni görünür kılmak, ruhun dışavurumunu ifade etmek amacıyla ekspresyonizm yani dışavurumculuğun yansımalarını görüyoruz. 19. yüzyıldan kalma bu düşünce biçimi ve akım, konuşma ve davranış kurallarının ahlaki kıskacına karşı bir çok sanatçı için bir mücadele aracı olarak şekillendi zamanla.
Dışavurumcu sanat anlayışı, ruhun bastırılmış ve “öteki” her yanını ifade etmeye çalışırken, kural tanımaz, kaotik ve hazcı olanı vurgulama eğilimi içindeydi. Cinsellik ve ölüm dürtüleri kendini tekrarlayan ve yeniden yorumlanan temalar olarak karşımıza çıkarken, sırtımızı döndüğümüz çoğu gerçekliği, görmekten rahatsızlık duyacağımız bir “çıplaklık” ile bizlere sunuyordu.
Schiele resimlerinin yarattığı etkinin farkındaydı. 1911’de amcasına gönderdiği bir mektupta amacının “Her bir eserimi gördüklerinde insanların dehşete düştükleri noktaya kadar gitmek” olduğunu söylüyordu. Eserleri tarihsel süreç içinde tepki toplamış, sansür tartışmalarına sebep olmuş ve zaman zaman bazıları tarafından “rahatsız edici” olarak kaleme alınmıştır.
Thieme-Becker’ın derlediği Alman Sanat Ansiklopedisi Schiele’yi bir erotikçi olarak tanımladı. Schiele’nin sanatı insan bedeninin erotik portresi olarak karşımıza çıkmaktaydı. Onun modelleri kendi cinselliklerine, otoerotizme, eşcinsel arzu ve aşka dair inanılmaz bir özgürlük sergiliyor, dönemine meydan okuyup, aynı zamanda izleyiciyi maharetle baştan çıkarıyordu. Schiele’nin eserlerine bakarken, toplumca ‘ucube’ bedenlerin enfes “kusurlarında” kaybolmaktan ve zevk ile acının karmaşık yansımalarıyla kıvrılan bedenlerini seyre dalmaktan aldığım zevk tam da bu yüzdendir.
Toplumsal olarak kabul görülen “feminen” ve “maskülen” kabuller Egon Schiele tarafından yerle bir edilmiş halde karşımıza çıkmakta. ‘Feminen’ güzelliğin toplumsal klişeleri onun ilgisini asla çekmiyordu. Bedenler idealize edilmiş olandan uzak, kendi içinde cinselliğin ve ölümün gücünü barındırır halde; bakışlar iğrenme ve cezbetme mekanizmalarıyla bağlantılı olarak tablonun izleyicisiyle buluşuyordu.
Schiele’nin beni etkileyen işlerinden biri de otoportrelerindendir. Örneğin, Şair (1911) başlıklı otoportresi Schiele’nin ilk şaheserlerinden biri ve dışavurumcu portre resminin çok güzel bir örneğidir. Eserin başlığı, Schiele’nin bütün sanatsal formlarının birbiriyle bağlantılı olduğu görüşünü hatırlatır. Schiele bu resminde şunu söylemektedir: “Sanatçı gerçek dünyayı görür ve daha fazlasını algılar, bu yüzden lanetlenerek daha fazla acı çeker.” Bu resimdeki bir diğer nokta ise, cinsel organının bir cinsiyet ikiliği üstünden resmedilmemesidir, daha belirsiz bir yerden bunu bizlere sunar.
Schiele’yi inceleyen soy bilimci Friedrich Stern, 2 Kasım 1912 tarihli değerlendirmesinde şöyle diyordu: “Bir de otoportresi var ki hiç anlaşılmıyor, çünkü o genç yüzünün ardında, başını alıp çok derinlere gitmiş bir çürümenin yansımaları var. Öylesine hüzün dolu ki... Dolayısıyla aynadaki görüntüsü, Schiele’nin kendi kimliğini kurgulamasına yardımcı olmanın ötesinde, resimlerinde görülen öteki benliğini arayışına olanak tanıyan bir araç olarak sanatçıya hizmet ediyordu.” (Steiner, Sanat Ansiklopedisi, 1997, s.8)
Egon Schiele kendini uzun ve çıkık alınlı, göz çukurları çökmüş kocaman açılmış gözlü ve acı çeken bir ifadeye sahip, bir deri bir kemik bir beden olarak betimler. Bazı resimlerinde, aşırı uzun ve eğri uzuvları, kemikli elleri ve onların sararmış tenlerle tasviri ölümü işaret etmektedir. Portrelerinde başını bir kafatası olarak ifade eder, bunu da “her şey yaşayan bir ölüdür.” cümlesiyle destekler.
Onun eserlerini izlerken, hoşuma giden bir diğer nokta ise modellerin kendinin farkında olan duruşlarıdır. Yaydıkları erotik ışığın farkındadırlar ve nasıl poz vereceklerini ustaca bilirler. Mastürbasyon yapan model, özgürce ressama bakmaktadır, ressamın gözünden de bize ulaşır. Daha da güzeli, Schiele buradan sadece izleyen ve resmeden değildir, eserlerine kendini de yansıtır. Dönemine göre, hatta belki günümüz şartlarında da kimi yerlere göre hâlâ cüretkâr kabul edilebilir eserlerdir bunlar. Dönemin üst sınıfın ‘hijyenik’ yasaklarına ters gelen davranışlar içerir bu tablolar; çıplakken izlenmeye izin vermek gibi.
Schiele bazı resimlerinde keşişlere, rahibelere ve fazlasına yer vermiştir. Katı Viyana toplumu tarafından reddedilen cinsellik hikayelerini bu dönemlere kadar gelebilecek başarıda resmetmiştir. Bir diğer tabuları çiğneyen eseri de eşcinsel çiftleri çizmesidir elbette. Döneminde oldukça ses getirse de takdiri uluslararası Viyana sanat sergisinde almıştır. Sonrasında bu eserleri Vincent Van Gogh, Munch ve Kokoschka’nın dışavurumcu eserleriyle yan yana sergilendi.
Fakat, 1913’ten itibaren bazı eserlerin modellerini birbirinden ayırmak neredeyse imkânsız hale gelir, hepsi ölümlü birer ‘nesne’ olarak soğuk bir tavırla izleyiciye bakarlar. Bedensel arzularla ölüm dürtüsünün diyalektiğini içinde barındırır.
Her ne olursa olsun, eserleri bir meydan okumanın kendisidir. Var oluş sancılarını, özgürce yaşanılan ve hissedilen cinselliği ve ideal olanın sınırlarını aşan gerçeklikleri sorgulayan, sorgulatan eserlerdir her biri. Baskının gölgesinden birçok kez geçip, günümüze kadar ulaşmış bu eserler hâlâ birçok kişi için “çirkin” bulunsa da, var olmayan bir kaidenin istisnalarını görürüz onun çizgilerinde.
Kaos GL dergisine nasıl ulaşabilirsiniz?
Bu yazı ilk olarak Kaos GL dergisinin 167. sayısında yayınlanmıştır. Dergiye; online aboneler dergi websitesinden ulaşabilir. Basılı halini edinmek isteyenler ise önümüzdeki haftadan itibaren kitapçılardan yeni sayıyı satın alabilirler. Dergiyi internetten satın almak için ise Notabene yayınları ile iletişime geçebilirsiniz.
*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Etiketler: kültür sanat, cinsellik