06/01/2010 | Yazar: Nevin Öztop
2007 yılında bir avuç bağımsız milletvekili düştü meclis koltuklarına.
2007 yılında bir avuç bağımsız milletvekili düştü meclis koltuklarına. Mesut Yılmaz, Kamer Genç, Muhsin Yazıcıoğlu gibi zart zurt isimlerle beraber 28 bağımsız “Heeyt!” diye girdi kapılardan. 1 tanesi, zücaciyede kırdığı damarların bedelini ödemek ve bu yeterince kirli dünyaya kendi temizleme-katkı-payını sunmak adına terk etti bu âlemi. Henüz kafa sayısı fire vermemişken, 21 tanesi eklemlendi ve kendilerine isim koydu: DTP. Bildiğimiz Demokratik Toplum Hareketi evrildi ve bir parti tüzüğüne büründü, pamuklara sarmalanır gibi… 2006 yılında ilk mumuna üfleyen parti, daha 4. yaşını kutlayamadan, mezara hopladı. Malum, elinde cetvel ile siyaset(çi) avına çıkan bir hukukumuz var hâlâ…
“Anlaşıldı. Hazır bağımsızlar uğramışken meclise, bu dönem gerçekten siyaset konuşacağız.” dediğimi hatırlarım, meclis yavaş yavaş şekillenmeye başladığında. Bir parti tabelasına sırtlarını dayamış olsalar da, bana göre hâlâ bağımsızlardı ve hâlâ dinlemeye değerlerdi. Ne de olsa, Türkiye’de “eşbaşkanlık” pratiğini ağzımıza ilk kez onlar çaldılar: CHP’den tanıdığımız Ahmet Türk (bkz: soyisim ironileri/tragedyaları) ve Yurtsever (oleey!) Kadınlar Derneği kuruculuğundan tanıdığımız Aysel Tuğluk paylaştılar DTP’deki “liderlik”i. Hoş bir iktidar uyumu da vardı aralarında aslında... Abdullah Gül’ün arkasından yürümeyi kendisine prensip edinmiş ve “Kocamı uçak merdivenlerinde ne de güzel pohpohlarım!”ın divası Hayrünnisa Gül’den ayrılan noktası buydu Aysel Tuğluk’un ne de olsa. Noktalarından biri ya da…
Allah bereketini artırsın, % 40’lık kadın kotasını da DTP buladı galeta ununa ve bandırdı da bandırdı meclisin fokurdayan yağına! Bu nedenle çok da ziyaret almıştır DTP binaları, kadın hareketinin büklüm büklüm ve kabile kabile ilerleyen gruplarınca… “Erkeklere kota ile gitmeyin. Gıcık olur onlar bu rakam işinden!” nameleriyle organizmalarımızın her birini yürekten titreten ve inleten Güldal Akşit’lerin de aynı meclis ile iş yaptığını düşünürsek, büyük bir başarıdır DTP’nin kota ısrarı. Zaman ilerledikçe milletvekillerine yüklenildi, açıkları arandı, ağızlarından çıkan nefesler bile çarpıtıldı, yalan makinelerine bağlandı ve -hadi itiraf edeyim- beklemediğim bir şekilde kapatıldı DTP. Son bir ağda darbesi ile kendisini temizledi meclis, anlayacağınız…
Tabii boğum boğum artan işkence, DTP’li konuşkanları bir nevi çıldırttı hikâyenin sonlarına doğru. Göze batanlara, ana-akım medya isimler buldu: şahin, kartal, sürüngen, oturan, kalkan vesaire… Bir gün de Osman Baydemir Amcamız dayanamadı ve suratımıza suratımıza bağırdı: “S.kt.rin gidin!” diye. Şimdi, bu babamın masum ve aynı zamanda okkalı bir küfrüydü zamanında… Kullanıldığı konsepte bağlı olmak üzere, aklıma bazen bir uzuv gelirdi, bazen de bir anne gözyaşları çarpardı alnıma. Bir mikrofon ile zikir edildiğinde daha da boğazda kalıyormuş bu kelime meğer… Amcamız çok sinirlenmişti, belli ki. Etrafındaki diğer konuşkanların da yüzlerinde 1 tüy kıpırdamadı, söze refleks babında. Demek ki biliyorlardı bu üslubun geliyor olduğunu, dedim kendime. Dudak büktüm.
Kadın hareketinde tartışılmaması gereken bir konu halini aldı, Osman Amca’nın kusmuğu. Kimi kadınlar, bu fallosentrik kıpırdanışın, bir özeleştirisini bekledi ve bir de özür tabii. Kimi kadınlar da “Asıl özür dilemesi gereken, Türk Hükümeti’dir!”e kadar vardırdı ve çarpıttı olayı. Artık yalnızca bir “popüler fallokrat” olarak isimlendireceğim Osman Amca’nın, fallik kültürde ve fallus sembolizminde mayası gelesiye yoğrulduğunu gördük ancak bunda bir beis göremedik, biz çoğu “feminist” kadın. Irk ile feminizmi, birbirine karıştırdık; ortaklıklarımız ile de farklılıklarımızı… Adana’da gerçekleştirilen 12. Sığınaklar ve Danışma Merkezleri Kurultayı’na denk geldi, pek pek değerli Haşim Kılıç’ın “DTP’nin kapatılması” ses ekoları. Zaten Meclisteki “demokratik açılım” da 10 Kasım’a denk gelmişti ve bir cenabetlik kokusu salınmıştı ortalığa. Kuaförlerin gözdesi, sarı saçlı ama mavi gözlü olmayan Canan Arıtman (ağzımdan “kafatası” ile ilgili bir şey çıktı mı hiç!) ve benzeri portreler de, hayatlarındaki ilk pankartı o gün mecliste tutmuşlardı, hatırlarsınız. Bu cenabetlik Adana’daki kurultayın gündemine de vurgun yaptı: Sayısız kadın, kurultayı terk etmeyi ve yakınlarına daha yakın olmayı tercih etti en nihayetinde.
Şimdi, kimin yeri kimin yanıdır konusuna girilmez bu gibi durumlarda tabii ki… Ancak katmerli bir ayrımcılık dünyasında, bir “hassasiyeti” bir başka “hassasiyete” tercih etmek midir kadın hareketinin rotası? Ya da kaderi? Sosyalist partilerde, ertelenen ve mümkün olsaydı üzeri kapatılmak istenen taciz mevzuunda arada kaynayan kadınlar, feminist hareketimizin neresinde kaldı? Solcu ve/veya devrimcilerden bulup çıkardığımız kocalarımızın veya erkek arkadaşlarımızın, “Sen benim yataktaki orospumsun!” güven patlamalarını ve aşk fısıltılarını ne zaman tartışabildik? Ne zaman girebildik kendi yatak odalarımıza? Ne zaman gerçek anlamıyla tartışabildik “devrimci erkeklerimiz”in içlerindeki cinsiyetçileri, tacizcileri ve tecavüzcüleri? Adına “demokrat” diyen hareketin de mi fallusu ve falluslananı olmak zorunda? Diğer bir deyişle, hadım edeni ve hadım edilmişi?
Her birimiz bir şekilde “ötelendiğimizi” yazıyoruz oraya buraya. Hiçbir zaman bir matematik dehası olamadım ancak bir bireyin bir başkasına ayrımcılık yapmadan yalnızca kendisinin ayrımcılığa uğradığı tezi ile yola çıkması, benim %’lerimi biraz fazla zorluyor hani… Ayrımcılığın bir katmer çiçeği olduğunu unutmadan ve sivil hareketlerin birer “geviş makineleri”ne dönüşmelerinden sakınarak dönmeli diller. Etnik, dinsel, yaşsal, bedensel, cinsel, cinsiyetsel ve mezhepsel farklılıklar üzerinden yaşanan ayrımcılıkların, birbirine bağlı ve yakın oldukları sürece büyüdüklerini bilmek ile çıkılmalı yollara. Etnisite bazlı demokrasi yapan bir hareketin, erkekliğine ve toplumsal cinsiyet miyopluğuna “laf söylettiği” sürece gerçekten evrilebileceğini bilmeli konuşkanlar. Aksi halde, her bir öğeyi ve mücadele alanını birbirinden ayırmak -dolayısıyla güçsüzleştirmek ve 3. boyutunu boşaltmak- “egemenin tekrarladığı” olmaktan elini kolunu kurtaramayacak.
Testosterondan ülke semalarını görmediğimiz bu ortamda iki lafın belini kırmak için şöyle güldüreyim sizi: “Deveye sormuşlar, ‘Neden boynun eğri?’ diye. O da “Senin ağzını yüzünü s.kerim!” demiş. Hay Allah, siz benden daha masum olduğunuzu mu düşünmüştünüz yoksa?
Etiketler:
kadın