31/08/2023 | Yazar: Can Yazar

Açıldığımda 16 yaşındaydım. O yıldan beri kendi mikro-evrenimde bir mücadele yürütüyorum. Benim gibi insanların benim yaşadıklarımı yaşamaması için.

Bir özsaygı mücadelesi: Neden aktivizm? Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Fotoğraf: Philosophical Encounters of the Third Kind, Paule Zajdermann, 2006

Eşcinsel olduğumu fark ettiğimde 15 yaşındaydım. Hayatım o yıldan itibaren bir daha eskisi gibi olmadı. Zor bir yaşamın beni beklediğinin farkındaydım. Çaresizlik ve üzüntü yaşamımın bir parçası haline gelmişti. Bir süre sonra bunun böyle devam edemeyeceğini anladım. Açıldığımda 16 yaşındaydım. O yıldan beri kendi mikro-evrenimde bir mücadele yürütüyorum. Benim gibi insanların benim yaşadıklarımı yaşamaması için.

Paule Zajdermann’ın, Judith Butler’ın on birinci kitabı Undoing Gender(2004)’ın yayımlanmasından iki yıl sonra çektiği Philosophical Encounters of the Third Kind(2006) belgeselin giriş bölümüne Butler, yaşamı ona içkin kimliklerin kesişim kümesi olarak değerlendirerek konuşmaya başlar. Kadınlık, erkeklik ve heteroseksüellik gibi kavramları sorgular. Küçüklüğünden beri yaşamının bir parçası olan norm dışı eğilimleri ele alır ve bunlar deneyimler üzerinden retrospektif bir analiz sunar. Konuşmanın başında değindiği kimlikler hala onun bir parçasıdır. Butler bir lezbiyendir, bir filozoftur, Amerikandır, Yahudidir ve bir yurttaştır. Dolayısıyla bunlar onun teorisinin temelini oluşturan cinsiyet ve cinsellik normlarıyla ilişkilidir, çünkü bu kimlikler, aynı cinsel ve cinsiyet kimliklerimiz gibi, sabit değil, değişen ve gelişen, kapsamı daralan ya da genişleyen performatif kimliklerdir. Sosyal ve dilsel iktidar yoluyla üretilir. Böylelikle kültürel bir matris oluşturur. Yasal, sosyal ve siyasi dinamiklerle üretilen bu özneleşme ise materyal bedenlerimize yüklediğimiz sembolik/sosyal anlamı meydana getirir.

İlerleyen sahnelerde ünlü Amerikan postmodern artist ve fotoğrafçı Cindy Sherman’ın galerisini gezerken Butler, Simone de Beauvoir’ın The Second Sex kitabında yer alan meşhur ‘‘Kişi kadın doğmaz, aksine kadın olur” cümlesinden ilham alır. Sherman’ın sergisi, kadınların toplumsal personalarını, iç dünyalarını, ataerkil stereotiplere sıkıştırılan görme biçimlerinin dışında kalan ve üst anlatılara meydan okuyan imajlarını yansıtır. Böylelikle onları kültürel matrisin dışında anakronik ve akışkan şekilde portre ederek kompülsif sosyal kimliğe karşı alternatifler üretir. Bu yönüyle Sherman’ın çalışmaları, Butler’ın performatif cinsiyeti psikanalitik, felsefi ve sosyal ele alan kuramıyla bir paralellik taşır. Butler bu yüzden sergide bu farklı kadınlık hallerinin, kırılganlığı ve kusurları da dahil, sergilenmesinin cinsiyet ontolojisini yansıttığı için önemini vurgular.

bir-ozsaygi-mucadelesi-neden-aktivizm-1

Untitled Film Still #56, Cindy Sherman, 1980

Galeriyi gezdikten sonra Butler, tanık olduğu bir olay üzerinden iktidar, toplum ve cinsiyet ilişkilerini sorgular. Yetiştiği kasabada kıvırtarak yürüyen efemine bir erkeğin yaşadığı bir olaydır bu. Kasabada ‘‘kendinden emin bir şekilde’’ yürüyen bu feminen erkek, maskülen diğer erkeklerin birkaç kez sözlü tacizine maruz kalır. Ardından fiziksel olarak saldırıya uğrar. En sonunda ise bu grup erkek tarafından köprüden aşağı atılarak öldürülür. Butler, bu örnek cinayet üzerinden şiddeti örtük şekilde üreten iktidar ilişkilerinin cinsiyet normları yoluyla nasıl kurulduğunu açıklar. Belgeselin en önemli kısmı aslında burasıdır. Grup aidiyeti ve grup şiddeti, cinsiyet rollerinin ve inşasının dinamikleriyle ilişki içindedir.

Bu olay aslında Butler’ın ele aldığı kompülsif cinsiyet normlarının toplumsal hayattaki pratiğinin nasıl işlediğine bir örnektir. Ötekinin (the Other) uğradığı şiddetin üretilme biçimi yapısal nefreti işaret ederken, efemine erkeğin kendisi olmaktan vazgeçmemesi aktivizmi, onu öldüren şiddet failleri ise iktidar ilişkilerinin ürettiği normları temsil eder. Şiddet sonrası maktul ile eşduyum kuranlarda meydana gelen acı ve çaresizlik, melankoli ve yası oluşturur. Butler, kitabı Precarious Life’da bu yasın politikleşmesi meselesini ele almıştır. Bu tür bir şiddetin bıraktığı acı, ancak aktivizmi üretecek bir sorgu ve eşduyum yoluyla engellenir.

Buradan yola çıkıldığında ulaşılacak sonuçlardan biri aktivizm yürütenlerin içinde bulundukları coğrafyanın neden olduğu yas ve melankolinin politik boyutunu irdeleme yükümlülüğüdür. Örneğin Butler’ın belgeselinde örnek verdiği türden bir şiddet Türkiye’ye yabancı değildir. Dini ve ataerkil cinsiyet normları altında yapısal olarak üretilmektedir ve bu şiddetin sonucunda meydana gelen duygular, değişimi tetikleyecek politik atılımların da önünü açabilecek etkiye sahiptir. Bir trans ve eşcinsel yasal, sosyal, siyasi ve dini olarak dışlanarak veya ölüme itilerek hakim normların etkisi altında varoluşuna yabancılaşır ve hissetmesi gereken öz-savunma dürtüsüne karşı apatik ve savunmasız hale getirilir. Şiddete maruz kalmaya mecbur bırakılır ve kendini korumak için bu şiddeti kendi kimliğine karşı işlemeye zorlanır. Bu grup aidiyetlerinin şiddet rejiminin örtük ve doğrudan işleyişinin nasıl üretildiğini anlamamızı sağlar.

Dolayısıyla basit bir akıl yürütme, hem yapısal şiddeti çözümlemeyi hem de aktivizmin gerekliliğini açıklamaya yardım edebilir: Ben, seçmediğim bir toplumun, seçmediğim değerlerinin ve normlarının içine kendi benzersiz deneyimlerim, arzularım ve algılarımla doğarım. Kendimi gerçekleştirmek için üretilen her bir engel, sadece sosyal değil, yasal ve duygusal olarak da kurulur, teşvik edilir ve yeniden üretilir. Düşünerek ve eyleme geçerek bunu değiştirebilirim. Öznelliğimiz ve toplum arasındaki çatışmaları ve ağları irdelemek bu nedenle deneyimlerimizi daha iyi anlamamızı, içsel ve dışsal nesneleri daha sağlıklı konumlandırmamızı ve ne için mücadele ettiğimizi hatırlamamızı sağlar. Aslında bu, tarihten çıkarabileceğimiz bir derstir de.

bir-ozsaygi-mucadelesi-neden-aktivizm-2

The Conformist, Bernardo Bertolucci, 1970

Ünlü tarihçi Eric Hobsbawm’ın adlandırmasıyla 20. yüzyıl bir ‘‘aşırıklar çağı’’ idi. Geçmiş yüzyıllarda Avrupa halkları monarşiye, feodalizme ve dini otoriteye karşı verdiği mücadeleyi kazandıktan sonra meydana gelen uluslaşma ve aydınlanma, farklı totaliter ideolojilerin oluşmasına ve gücü ele geçirmesine engel olamadı. I. Dünya Savaşı’nın getirdiği travmatik etkiler, ekonomik sorunlar, diplomasi ve güç çatışmaları, kolektif sağ ve sol hareketlerin hız kazanmasına neden oldu. Avrupa’da liberal aydınlanma zayıfladı. Stalinizm, Nazizm ve faşizm gibi ideolojiler toplumsal otorite oldu ve dünya bir paradigma değişikliği yaşadı. Bu dönemde azınlık kimlikleri şeytanlaştırmak, grup kimliğine koşulsuz şekilde itaat ve devlet şiddeti radikal biçimde yükseldi. Muhalifler sertçe bastırıldı. Eğitim sistemleri tamamen endoktrinasyon aracına dönüştü. Demokratik değerler ortadan kalktı. Tek parti devletleri kuruldu. Medya ve kitle iletişim araçları tamamen kontrol altına alındı. Birçok sanat eseri ve akımı yasaklandı. Yeni totaliter iktidarlar, kendilerini terör ve şiddete dayalı bir sistem üzerinden inşa ettiler. Dolayısıyla, sivillerin militanlaştırılmasıyla eşgüdümlü olarak, kamusal alan tamamen militarist propagandalarla kaplandı. Kara propagandalar ise denetlenemez durumdaydı. Sonuç olarak bunların hepsi, dünyada milyonlarca insanın ölümüne ve şiddetli travmalar geçirmesine neden oldu. Bu, halkını konformist olmaya zorlayan totaliter yönetimlerin ürettiği zihin yıkamanın yapısal bir sonucuydu.

Bertolucci’nin 1970 yapımı filmi, Il Conformista(The Conformist), ismini Benito Mussolini’nin faşist İtalyası’nda atomize edilen ve bastırılan İtalyan toplumunun metonimi olan baş karakter Marcello Clerici’nin temsil ettiği toplumsal personadan almıştır. Clerici, faşist Mussolini İtalyası’nda devlet için çalışan bir istihbarat görevlisidir. Aynı zamanda kendisi bir eşcinseldir ve yeri geldiğinde muhalif rolü yaparak rejim karşıtlarını rapor edip tutuklatır ve onların öldürülmesini sağlar. Bunu diğer eşcinsellere de yapar. Yaşadığı her içsel çatışmada faşist normların verdiği motivasyonla, gücü elinde bulundurma ayrıcalığını hatırlayarak görevine devam eder. Aynı zamanda bu grup kimliğine dahil olarak benliğine yabancılaşır ve kendini kamufle etmiş olur. Filmin sonunda faşist Mussolini rejiminin yıkılmasıyla kendi kimliğini, diğer faşistler gibi, suçsuz ve alakasız insanlara yansıtır. Bu yönüyle film, izleyiciye hakim grup kimliğine dahil olmanın insanları kendi duygusal ve içsel deneyimlerine nasıl yabancılaştırdığını ve grup içinde bir rol üstlenerek uyguladıkları şiddete nasıl adapte olabildiklerini deşifre eder. İnsanlar acı çektirmeye karşı duyarsızlaşabilir ve hatta bundan zevk alır hale gelebilir. Bu zorba psikopatolojinin(schadenfreude) yaşadığımız dünyaya yansıması ayrıca Solomon Asch ve Philip Zimbardo gibi sosyal psikologların deneyleriyle de kanıtlanmıştır.

Burada aktivizm açısından ele alınması faydalı olabilecek konu Türkiye’de bu tür bir şiddetin hangi ideolojik grup kimlikleri yoluyla meşrulaştığını analiz etmektir. İçselleştirilmiş muhafazakarlığın etkili olduğu bir ülke, demokratik açıdan birçok sorunu beraberinde getirir çünkü demokrasi esasen oldukça sekülerdir ve ayakta kalması için rasyonel ve iyi eğitimli bir halk çoğunluğu ve elit gerektirir. Bununla çelişkili bir biçimde muhafazakar yapısallık, Orta Doğu coğrafyasındaki tek müslüman çoğunluklu laik ve demokratik devlet olan Tükiye’nin sadece değişen dünyaya ayak uydurmasını zorlaştırmakla kalmaz, demagojiye dayanan verimsiz bir siyasi atmosferin oluşmasına neden olan geniş bir duygusal manipülasyon ağı da üretir. Bunlara rağmen Türkiye tam olarak Batı ya da Doğu devleti olarak sınıflandırılamaz çünkü ülke ikisinin de temsil ettiği niteliklere tam olarak uymamaktadır.

Diğer yandan, İslam’ın ürettiği cinsiyet rolleri ve sosyal kimliği mahrem ve kamusal alan arasında katı bir ayrımı teşvik ettiği ve tamamen primitif erkek cinsel güdülerine ve görevlerine göre bedenleri ve nesneleri düzenlediği için kadınlar ve LGBT’lerin sosyal özgürlüğü ve huzuruna zarar vermektedir. Eğer burada dini özgürlüklerden ve seküler bir sistemin zorunlu birlikteliğinden bahsediliyorsa plüralist bir kamusal alan için dini ve ideolojik sembolizmin sergilenmesine izin vermek gerekir. Kimlikler sabit olmadığı için içinde bulunulan şehrin kimliği de sabit değildir. Bu yüzden katılımcı, eşit ve sosyal bir kamusal alan, insanların birbirini daha iyi anlamasını ve sosyal bir uzlaşma alanı sağlamasına yardımcı olur.

Bunun için demokratik hak aramanın işlevsel ve sosyal öneminin nedeni üzerine bir argüman sunulması gerekiyorsa, üzerinde durulması gereken vatandaşlık hakları ile İslami ya da kültürel normları ayırmak olmalıdır. Türkiye vatandaşlarının dini benimsememe ve sosyal alanda problemleri analiz etme ve kendi yaşamlarını iyileştirme ve geliştirme hakkı vardır. Demokrasi esasen bu değerler üzerine kurulmuştur. Yani temelinde insan yaşamını ve yapabilirlik alanlarını zenginleştirmek ve arkaik kabile zihniyetini kaldırıp kolektif bir iyi üretmek vardır. Bu kolektif iyi, dogmatik anlatıya dayanan tek yönlülüğü eğitimden ve resmi kurumlardan uzak tutarak mümkün olabilir çünkü tek yönlülük fenomenler arasında yanlış koşullandırma yaratır ve bu da sivil haklara zarar verir. Ayrıca vatandaşların bireysel ya da sosyal özgürlüklerini kısıtlayan durumların ortaya çıkma ihtimalini güçlendirir. Bu tür bir kısıtlama zinciri sadece kamusal yaşamdaki otonomiyi değil, özgün sanatı, bilimi ve eşit yurttaşlık haklarını da ortadan kaldırır.

Bu nedenle demokratik ülkeler militanlar değil, yurttaşlar yetiştirmelidir. Bu yurttaşlar, duygusal zeka ve ötekini anlamayı kapsayan eleştirel düşünce odaklı bir eğitim sisteminde yetişebilirler. Bunun için dini özgürlüğü sağlamak önemlidir ama dini özgürlük, dini baskı anlamına gelmez. Dini baskı, ataerkil cinsiyet normlarının üretilmesine destek olarak demokratik değerlerle örtüşmeyen nesneler ve kimliklerle özdeşim kurulmasına neden olarak mizojinist ve homofobik şiddeti toplumsallaştırır. Bu yüzden insanlar, aynı zamanda sorgulayan failler olarak, kendileri üzerinde işleyen baskı mekanizmasını değiştirme ve demokratikleştirme yetisini de bulundurur ve bunlar köklü bir yapısal değişimle eşgüdümlü hareket etmelidir. Örneğin LGBT aktivizmi anti-militarist ve sol siyaset üzerinden kurulmuş olsa da eğer sosyal ve yasal bir eşitlik talep ediliyorsa ordu dahil, devlet kurumlarında ayrımcılığın yasaklanması, demokratik değişimin bir uygulaması olarak düşünülebilir. İnsanlar cinsel yönelimleriyle ve kimlikleriyle barışık şekilde yaşama ve topluma bu şekilde katkı sunma hakkına sahiptir. Bu değişimi sağlamak adına ülkenin dinamiklerini irdelemek, gelişmiş devletlerle kıyaslamak ve mevcut uluslararası işbirliklerini ve sosyal eğilimlerini analiz etmek işe yarayabilir.

NATO genel sekreteri Jens Stoltenberg, 17 Mayıs Uluslararası Homofobi, Bifobi ve Transfobi Karşıtlığı Gününde NATO’nun gücünü çeşitlilikten aldığını söylemişti. Unheard’de yayınlanan analize1 göre bu Türkiye için geçerli görünmüyor. Analize göre Türkiye’de eşcinsel bir komşu istemeyenlerin oranı %76 ve bu oran Rusya’da daha düşük. Uluslararası savunma ve işbirliği hattı olarak ortaya çıkan NATO’nun askeri faaliyetlerde teknik gelişimlerinin yanı sıra ordu içi sosyal konularda da gelişmeye yönelik uygulamalarda bulunduğu düşünülürse bu konuda Türkiye’nin bağlı olduğu bir organizasyona kıyasla yetersiz kaldığı görülebilir. Benzer şekilde 1987 yılında Avrupa Birliği üyeliği için başvuru yapan Türkiye’nin dini özgürlük, insan hakları ve basın özgürlüğü konusunda da çeşitli problemleri bulunmaktadır. Bunun birçok politik, sosyal ve ekonomik altyapısı olabilir ancak supra-nasyonel bir örgütlenme olarak AB, ortak pazar olmaktan öte demokratik değerleri savunduğunu iddia ediyorsa üye ülkeleri sadece kullanışlı araçlar olarak görmek yerine içişlerindeki hukuki ve sosyal işleyişe de dikkat etmelidir. Ülke, AB ülkelerine kıyasla yine birçok çelişki ve yetersizlik barındırmaktadır.

Yine burada belirtilmesi, ayrıca aktivistlerin de hesaba katması gereken diğer noktalardan biri LGBT hak ve özgürlüklerinin onur yürüyüşlerine(pride) ve gökkuşağı renklerine indirgenmemesi gerektiğidir. Homofobi ve transfobi, aynı ırkçılık gibi, yapısal olarak inşa edilen sosyoekonomik bir kişilerarası etkileşim ve anlatıdır. Yapılması gereken, yapısal eşitsizliği üreten kurumları değiştirmek ve dönüştürmektir. Sağlık hakkına erişim, evlilik eşitliği, ayrımcılık yasakları, kimliğin eğitime dahil olması, temsiliyet ve çalışma hakları, siyasi katılım hakkı gibi sorunları ve konuları bu yüzden temele almak önemlidir.

Bugünlerde Türkiye’nin, yıllar süren İslami popülist bir partinin yönetimi sonucu, bir anomi içinde olduğunu söylemek mümkün. Bu, kendini üreten muhafazakarlaşmanın ve fakirleşmenin sistematik bir sonucudur. 28 Mayıs seçimleri sonrası popülist ve çarpık mevcut kartel muhafazakar-milliyetçi rejimin sürmesinin toplum içinde açabileceği yaraların ve ayrımcılıkların nereye varabileceği de müphemdir. Bu yüzden seküler ve kapsamlı bir mücadelenin zorunluluğunun farkında olmak önemlidir. Politik ittifakları genişletmek ve kişisel deneyimleri aktarmak bu sosyal dönüşüm mücadelesine katkı sağlayabilir. Sadece kamuya hitap eden ajitasyon değil, öznel deneyimlerin aktarıldığı dönüştürücü bir aktivizmin etkisi ve önemi de yadsınmamalıdır.

Lise yıllarında eşcinselliğimle yüzleşmeye çalışırken ve bununla ilgili araştırmalar yaparken ABD’de meydana gelen Matthew Shepard cinayetinin ve Tyler Clementi intiharının beni derinden etkilediğini hatırlıyorum. Bu tarz olaylar beni burada bunların ne kadar yaygın olabileceği üzerine düşünmeye sevk etmişti. Bu aslında duygudaşlığı, dolayısıyla aktivizmi yaratan eylemdir. 2008 yılında ailesi tarafından eşcinsel olduğu için öldürülen Ahmet Yıldız cinayeti, trans kadın Hande Kader’in yakılarak öldürülmesi ve trans kadın Eylül Cansın’ın iş bulamadığı için intiharının kamuda ses getiren birkaç önemli olay olduğunu hatırlıyorum. Ancak biliyoruz ki şiddet ve istismar çok daha yaygın ve sistematik. Buna evden atılma, işten çıkarılma, aileden uzaklaşmak zorunda kalma, akran zorbalığı, psikolojik baskı gibi pek çok şiddet biçimi dahil. Bu yüzden üretilen homofobik ve transfobik şiddet bir özgürlük kapsamına girmez. Tam aksine bir istismardır. Bugün yandaş medya ne kadar psikolojik yansıtma yaparsa yapsın onların derdi üzerini örttükleri bu istismarın sorgulanmamasını sağlamaktır, sorgulayanları da cezalandırmaktır çünkü bu şiddet, onların ideolojisini üreten çarpık ve zararlı cinsiyet ve cinsellik normlarının bir parçasıdır.

Doğduğunuz yerden sizi kovmalarına ya da bastırmalarına izin vermeyin. Siyasi görüşü ne olursa olsun herkes özsaygıyı hak eder. Bu da sadece aktivizmle elde edilebilir.

Kaynakça:

1.    https://unherd.com/thepost/is-nato-really-an-lgbt-ally/ (Son Erişim Tarihi: 28.08.2023)

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: yaşam, cinsellik, dünyadan
İstihdam