09/10/2024 | Yazar: Umut Erdem
“Şiddetsizlik belki de toplumda kemikleşmiş ve öğrenerek büyüdüğümüz bilişsel çelişkimizle yüzleşip insan olarak toplumdaki avantajlı konumumuzun ve kendi failliğimizin ayırdına varmamızla hayata geçirilebilir.”

Şiddetsizlik hakkında konuşmak, şiddeti görünür kılmayı gerektirir. Bunun için de toplumun inşa ettiği hiyerarşi piramidinin en altına bakmak, en altı oluşturan sınıfın toplumdaki konumlarını ve bizim bu sınıfa karşı sorumluluğumuzun farkına varmamız gerek.
Tabağımızda, dolabımızda hissedebilen, yaşamının farkında olan bir varlığın bedeni ve beden parçaları varsa, sırf biz insanlar için, çıkarımız uğruna adilce yaşamaları hak görülmüyorsa, bu adaletsizliği ve yanlışı damak tadı, zevk, alışkanlık, gelenekle gerekçelendirebiliyorsak nasıl şiddetsiz bir dünya tahayyül edebiliriz ki? Hayvan bedeni, çıktısı, salgısı yerken ya da hayvan tüyü, kılı veya derisi giyerken şiddetsizliği konuşmamız nasıl mümkün olabilir? Sömürüyü ve şiddeti sürdürdüğümüzde, bunlara ortak olduğumuzda şiddetsizlik talebimiz ne kadar samimi ve gerçekleşmesi olağan olabilir?
Şiddetsizlik belki de toplumda kemikleşmiş ve öğrenerek büyüdüğümüz bilişsel çelişkimizle yüzleşip insan olarak toplumdaki avantajlı konumumuzun ve kendi failliğimizin ayırdına varmamızla hayata geçirilebilir.
Bilişsel çelişki derken parmak bastığım, kediyi köpeği koruyup kollamamız gereken “dost canlılar” görürken tabağımızda bir hayvan bedeninin ya da çıktısının, bardağımızda salgısının bulunmasını olağan karşılayabilmemiz ve gerekçelendirebilmemiz.
Veganlık, şiddetsizliğin pratik biçimlerinden biri ve politik bir eylemlilik. İnsan olmayan hayvanların yaşam ve köle olmama gibi temel haklarının olduğunu, toplumda eşya olarak görülmesinin ve kullanılmasının yanlış olduğunu beyan etmek demek. Hissedebilen insan harici varlıklara keyfi olarak acı çektirmenin gerekçelendirilemeyeceğini, onlara şiddet uygulamanın ve bunu talep etmenin yanlışlığını ve haksızlığını ifşa eder. İnsan olmayan hayvanlara yönelik şiddete karşı olmak ve bunun için hissedebilirliği esas almaktır.
Hissedebilirlik, acıyı hissetmeye, acı çekebilirliğe odaklı. Merkezi sinir sistemi ve acı reseptörleri olduğundan neredeyse tüm insan harici hayvanlar acı çekebildiğine göre yaşamlarından çıkarı var ve gereksiz yere acı çekmek istemeyecekler. Kendilerine acı çektirecek, tehlikeli bir durum olduğunda acıdan kaçmaya çalışacaklar. Sevgi, mutluluk, zevk, haz, keyif, şefkat, öfke, üzüntü, keder gibi duygular da hissedebilen hayvanlar çevrelerini algılar, kendilerine ve çevresine/ailesine zarar verecek bir durumla baş başa kaldıklarında kendilerini ve çevresini korumak isterler. Bu durumlara karşı davranışlarıyla cevap verirler.
Hayvanların acı çekiyor olması, onları temel hak sahibi kılar. Yaşamlarının farkında olmaları onların, biz insanları kendilerine karşı sorumlu kılan etik (ahlaki) toplulukta olmalarını sağlar. Türleri, insan olmamaları sebebiyle hayvanlara zarar vermemiz, onlara şiddet uygulamamız, onlardan tamamen kendi çıkarımız için yararlanmaktan kaçınmamamız, onları öldürmemiz ve öldürülmelerine sebep olmamız, bunları talep etmemiz ayrımcılığın ve hak ihlalinin eyleme dökülmüş hali. Bu ayrımcılığa türcülük denir ve veganlık hayvanların adilce yaşama hakları olduğunun kabul edilmesi gerekliliğini savunarak türcülüğe karşı durur.
Türcülük: hayvanlarla ilişkimizi belirleyen bir ayrımcılık ve şiddet biçimi
İnsan olarak insan olmayan hayvanlarla ilişkimiz, türcülük esaslı. Bazı hayvanların yaşaması bazılarının ise kendimizin hayatta kalması için ölmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu da insan olmayan hayvanlara tamamen kendi çıkarımızı esas alarak yaklaştığımızı gösteriyor. Veganlık da toplumda ve hayatta sürekli insan ve hayvan çıkarının karşı karşıya kaldığı ilüzyonunu ortadan kaldırmaya çalışır ve temel hak anlamında insanla insan olmayan hayvanların eşit gözetilmesi gerektiğini öne sürer.
Türcülük, insan harici hayvanları sorumlu olduğumuz ahlaki topluluktan dışlayan bir ayrımcılık biçimi. Onların keyfi olarak canını yakabileceğimizi, onları öldürebileceğimizi gerekçelendirmemize izin verdiği gibi insan olarak bu konuda hesap verebilir, sorumlu bir konumda olmadığımıza bizi inandırır.
Aslında hayvanların acı çektiğinin ve öleceklerini ya da zarar göreceklerini anlayınca bundan kaçmaya çalıştıklarının çoğu insan farkında ancak toplumda kabul edilen insan üstünlüğü ve hayvanların mal ve kaynak olarak görülüyor oluşu bunu daima gözetmemiz gibi bir sorumluluğumuz olmadığı sanrısını benimsetir bize. Zaten olduğunu kabul etmediğimiz bir şeyi (hak, çıkar) gözetmemiz de gerekmez.
Hayvanlar bizim için öldürülürken ayrıca bizim için dünyaya getirilir, yetiştirilir ve yaşatılırlar. Bizim için yaşatılmalarının sonu kaçınılmaz olarak ölüm. Bu bitmeyen, kurumsallaşmış ve sistematik bir şiddet döngüsü. Çünkü hayvanlar, “insanlara ait bir şey gibi” kullanılır ve işe yaramadığı, verim alınamadığı durumda artık yaşamasının bir önemi kalmaz. “Daha insani”, “daha adil” olarak sürdürülen hayvancılık sistemi diye bir şeyin imkanı yok çünkü hayvanlar biz insanlar için bir araç. Aracı nasıl kullandığın, ona nasıl muamele ettiğin, üretilen, meydana getirilen “şey”in kalitesi, satılabilirliği ve pazarlanması için önemli olabilir ama araç haline getirilmiş “şey” için bunun hiçbir önemi yok. “Metalaştırma ve sömürüyü sona erdirmek aynı taktikleri kullanmakla” mümkün olmayacağından sorunun kaynağını yani hayvanların mal mülk ve kaynak olarak görülmesini ve bunu ortadan kaldırmayı hedef almak gerekir. Bu sömürü dinamiğinin, baskı ve zulme dayalı zarar verici toplumsal ilişkilerin varlığını sürdürmesi, sorunun kaynağına bağlı.
Veganlık toplumda “şey” haline getirilmiş insan olmayan hayvanları, hayattan ve insanlarla bağının insan tahakkümüyle koparılmasını, onların aslında içkin (ahlaki) değere sahip olduğunu söyleyerek sorunsallaştırır. Hissedebildikleri, yaşamaktan çıkarı olduğu için hayvanların adilce yaşaması, başka birinin keyfine göre verdiği bir değere değil, kendilerinde doğuştan bulunan değere bağlı. İçkin değer, hatıralarımız, zevkimiz, ilgimiz sebebiyle birine ya da bir şeye verdiğimiz göreceli olan ayrı bir değerden bağımsız. İnsan olan ve olmayan hayvanların yaşamaktan çıkarını koruyan temel bir unsur. Toplumda karşılığını doğru bir biçimde bulmayan, türcü esaslı kullanılan “hayvan hakları”nın varlığını gerekçelendiren ve tanınırlığını zorunlu hale getiren içkin değerin kendisi. Veganlık da içkin değeri baz alarak tüm hayvanların hak sahibi olduğunu, insanın bunu keyfine göre ihlal edemeyeceğini beyan eder.
Şiddetsizlik, türcülüğün tanınmasını ve mücadele edilmesi gereken bir ayrımcılık biçimi olduğunu kabul etmeyi ama en çok da bunun lafta kalmamasını gerektirir. Baktığımızda pek çok örgütlenme türcülüğe karşı olduğunu söylüyor ama türcülükle sözde değil pratik eylemliliğin temel alınmasıyla mücadele edilebilir. Türü, hissedebilir bir varlığa şiddet uygulamak ve/veya bu sömürü ve şiddet döngüsüne ortak olmak için yeterli bir kriter olarak görmeye devam ettiğimiz müddetçe türcülükle mücadele etmemiz mümkün değil.
Türcülük derken sistematik hale getirilmiş, böylelikle kurumsallaştırılmış ve normalleştirilmiş bir güçten bahsederiz. Bu gücün kökeni, insanla insan olmayan hayvan arasında eşitliğin tahayyül edilemeyeceği hiyerarşik bir ilişki kuran, çeşitlilik ve çoğulculuğun tanınmaması gerektiğini empoze eden, bunları ihtiyaç fazlası gören ve tahakkümü doğallaştıran ikiliğin kendisidir. Tıpkı sırasıyla toplumsal cinsiyet, sınıf, ırk zulümleriyle örtüşen ve bunları doğallaştıran erkek/kadın, zihin/beden, medeni/ilkel ikilikleri[1]gibi.
Bob Torres, Making A Killing: The Political Economy of Animal Rights kitabında, kapitalist üretim ve güç ilişkilerinde hayvan sömürüsü ile hayvanlar üzerindeki insan tahakkümünün kaçınılmaz yerini ve insan harici hayvanların konumunu tarifleyip hayvan sömürüsü ilişkilerinin kapitalizm dinamikleriyle nasıl genişlediği, derinleştiği ve sürdürüldüğünden bahsederken hayvan sömürüsü ve hayvanlara karşı şiddeti kapitalizmin başlattığını öne sürmez. Aksine, hayvan sömürüsünün kapitalizm olmadan da var olabileceğini söyler[2]. Çünkü mesele aslında toplumsal sorunları yaratan toplumsal ilişkilerle; hayvanları toplumda mal mülk olarak konumlandıran türcü algıyla, bu adaletsiz sosyal düzene katılmayı reddederek yani vegan olarak mücadele etmek.
Veganlığı yaygınlaştırma yöntemi olarak şiddetsizliğin önemi
Türkiye’deki hayvan hakları hareketine göz attığımızda veganların sayısını artıran yöntemin şiddetsizliği araç olarak kullanan veganlık odaklı hayvan hakları eylemlilikleri olduğunu söyleyebiliriz.
Butler’ın şiddetsizliğe dair konuşurken yaşamaya ve yas tutmaya değer görülmeyen hayatlardan bahsettiğini hatırlayalım. İnsan harici hayvanlar toplumda tam da bu konumda. Şiddetsizliği araç olarak kullandığımız hayvan hakları mücadelesinde, bazı hayvanların hayatlarının daha değerli olduğu, bazılarının ise feda edilebilir olduğunu söylemek mümkün mü?
Buna cevabımız “hayır” olur ancak hayvan hakları hareketine bütünüyle baktığımızda bunun ne yazık ki uygulandığını, bu doktrinin hayvanların toplumdaki konumlarını normalleştiren anlayış ve düzenle paralel olarak egemen olduğunu söylemek maalesef mümkün. Bu bölümde harekette karşılaştığımız, hayvan hakları adına yapıldığı söylenen birtakım eylem ve projeleri veganlık bakış açısıyla değerlendirmeye çalışacağım.
Şiddet, onu görmememizin gerekmesiyle varlığını sürdürür. Hayvanların sömürülen pozisyonda olduğu toplumsal ve ekonomik ilişkiler üzerine düşünmemek gücü sürdürür. Şiddetin normalleştirilmesinin yolu budur; kanıksamamızın sağlanması.
Ne yediğimiz, ne giydiğimiz, amacımıza araç olarak ne kullandığımız politik kararlardır. Öğrendiğimiz ve içselleştirdiğimiz türcülükle, hayvanları yemeyi, giymeyi, hijyen/kozmetik malzemesi olarak kullanmayı, hayvanlardan başka çeşitli şekillerde yararlanılmasını, sadece verim alınana kadar yaşatılmasını kanıksamış ve gerekçelendirir durumdayız.
Hayatımızı çepeçevre saran hayvan kullanımının bir vegan olarak veganlar için nasıl katlanılmaz olduğunu anlıyorum. O kadar acı ve zulüm sırf biz insanlar için hiç gerek yokken hayvanlara karşı gerçekleştiriliyor. Buna hemen son verme isteğini anlıyorum. Yine Butler’ın şiddetsizlikten bahsederken öne sürdüğü birbirimizden sorumlu olma halimizin, konu hayvanlara gelince yok sayılması, hayvanları önemseyen ve onlara karşı sorumluluğunu gerçekleştiren biz veganlar için katlanılmaz durumda. Fakat bu yine de hayvan kullanımını ve hayvanlara karşı şiddeti topyekün sona erdirmeye odaklanmak yerine reaktif davranmanın yeterli ve etkili olduğunu göstermiyor.
Reaktif davranmak, veganlığı temel almayarak ve sorunun kaynağına inmeyerek o anda ilgi odağı olan tek bir konu üzerine toplumda gündem oluşturmak olabilir. Bunu imza kampanyaları, sosyal medya ya da sokak eylemleri ile yürütülen tek konulu kampanya olarak da kavramlaştırabilir ve buna son zamanlarda gündem olan iki örneği verebiliriz: Sokakta yaşayan köpeklere karşı düşmanlık ve nefret ile Eros isimli bir kedinin İbrahim K. tarafından işkenceyle öldürülmesi.
Bu iki örnek, toplumsal ajandada son zamanlarda yer alan iki konu olmasıyla birlikte geçmişte buna benzer o kadar çok olay yaşandı ki. Meydana gelen olaylar bütünü ve gösterilen tepkiye bakınca bir şiddet döngüsünün içinde olduğumuzu hissediyorum. Sokakta yaşayan bir hayvan bir insan tarafından öldürülüyor ve tüm enerji hayvana işkence eden “o cani ve canavar” için harcanıyor. Hukuki anlamda yaşam hakları var görülmeyen çünkü yasada kişi değil mal olarak nitelendirilen hayvanları öldürmek hukuksal anlamda suç kabul edilmez. Bir eşyaya zarar vermiş gibi algılanıp para cezasıyla çarpıtılır ya da hiç ceza almaz katiller ve saldırganlar[3]. Bu gerçek yok sayılmaya devam ediliyor, çünkü bu gerçek tanınırsa aslında her gün, her saat hayvansal ürün elde etmek için gerçekleştirilen zulüm, sömürü ve şiddet ile bunları bizatihi talep ettiğimiz üzerine ve bunlara karşı üstümüze düşeni düşünmemiz gerekecek. Konfor alanımızdayken başkalarına sorumluluğunu ve suçunu hatırlatmak daha kolay. Bu sorgulamalara girmemek için en baştan o eylemi gerçekleştiren fail, cani ve canavar olarak etiketlenip ayrıştırılıyor. Böylelikle en baştan “o” ve “biz” arasında bir sınır çiziliyor.
Yaşanan olaydaki şiddetin büyüklüğüyle paralel olarak kısa bir an için belirli bir sayıdaki insanın gösterdiği reaktif tepkinin, toplumsal dönüşüme neden olabileceğine tanık olmadım şu ana kadar. Tamamen dışarıya dönük bir öfke patlaması yaşıyor ve bir süre sonra unutuyoruz. Bir déjà vu hali gibi. Yaşanan olaylar; kedilerin, köpeklerin maruz kaldığı şiddet ve işkence yaralayıcı ve öfkelendirici. Ancak bu durumlarda düşünmemiz gereken o insan olmayan varlıkların toplumdaki konumu. Bu konumu değiştirmeye odaklanmadıkça aynı olayları yaşayıp duracağız ve olaylar münferitmiş gibi gösterdiğimiz reaktif tepkiler vicdan rahatlatma seanslarından öteye gitmeyecek.
Bir insan bir kediye keyfi olarak zulüm ve işkence uygulamayı, varlığın insan olmamasıyla, onu kendisinden güçsüz ve aşağı değerde görmesiyle gerekçelendirebildiği için konu veganlıkla ilgili. Her gün milyarlarca kara hayvanı ve çok daha fazla deniz hayvanı hiç gerek yokken bize sadece gıda olsun diye öldürülüyor. Bu yaygın ve hakim düzene karşı katlanarak artan şekilde veganların olması gerekiyor. Hayvanların adilce yaşamalarının temel yolu, aksi durumun sorumlusu olan bizim vegan olmamız.
Üzerine geçim kaynakları ve endüstrinin inşa edildiği hayvan köleliğinin meşru olduğu bir toplumda sokakta yaşayan bir hayvanın güvende olduğunu söyleyemeyiz. “Hayvanlar mesaisi bittiğinde eve dönmekte serbest çalışanlar değil, tıpkı cansız bir nesne gibi tamamen sahip olunan, birinin malı, tek kullanımlık ve tazmini mümkün ‘şeyler’”[4]. Sadece eti, sütü, yumurtası, balı, yünü, derisi vs. için doğurtulan, yetiştirilen ve öldürülenlerin; hayatı insanların denetimiyle sürdürülenlerin konumu kölelikten başka bir şey değil. Tam da bu yüzden konu veganlıkla ilgili ve mücadelemizin temelini veganlık oluşturmalı.
Toplumda hayvanların genel geçer konumları kölelik iken yasalarda bu vahşet boyutundaki şiddete karşılık bulmanın mümkünlüğü tartışmalı. Yaptığı türcülük tanımı ve dikkat çektiği acı çekebilirlik mefhumuyla tanınan Richard D. Ryder, ahlaki ve yasal haklar arasında ayrım olduğunu ve ahlaki hakkın yasada tanındığında ve korunduğunda yasal bir hak olacağını öne sürer[5]. İnsan olmayan hayvanların hissedebildiklerinden etik toplulukta yer almaları için gereken temel kriter olan içkin değer ve saygı duyulmayı hak eden çıkarları toplumun çoğunluğunda ya da dikkate değer belirli bir yüzdesinde tanındığında yasal hakkın mümkünlüğünden söz edebiliriz.
Tek konulu kampanyalar genelde daha hızlı hareket edilebileceğini ve daha fazla insanın içinde yer alabileceğini düşündüğü refahçı çözüm arayışında ve hayvan refahı reformu talep ediyor. Bu talep, hayvanların mal olarak görüldüğü yasalarda, devlette çare ararken hayvan kullanımını sorunsallaştırmadığından çözümü hayvanların mezbaha ve çiftliklerde köleleştirildiği mekanın boyutunu genişletmekte bulabiliyor. Buna örnek olarak Kafessiz Türkiye’yi verebiliriz. Kafessiz Türkiye kazanım olarak markaların tavuk yetiştirirken ve onları öldürürken kafes kullanmamasını görüyor.
Refahçı diyebileceğimiz buna benzer projelerin stratejisini markalarla anlaşma üzerine kurması, refahçı olmadığını iddia eden ama muhatabını sıradan insan/halk ve insanların taleplerini belirleyici olarak görmeyip markalar, şirketler, endüstri, hükümet, belediyelerle çalışan başka projelerin (örneğin: Plant Based Treaty) de aslında hayvan refahı düzenlemesinden medet umduğunu gösteriyor. Sorunun kaynağına ve toplumsal dönüşüme odaklanmak yerine 3. tüzel kişilerin çıkarlarını dahil etmesi sebebiyle, yöntem olarak ve veganlığı yaygınlaştırdığı tartışmalı.
Tek konulu kampanyalar ve refah reformlarında hayvanlara karşı şiddetin boyutu önemli ve öncelikli. Şiddetin boyutu vurgulanarak kamuoyuna çağrı yapılması amaçlanır. Refahçılığın bu stratejisi veganlığı yaygınlaştırdığını iddia eden başka eylemlerde (örneğin; gerçeklik küpü -ing.:cube of truth) de kullanılabiliyor. Gerçeklik küpünde sokakta eylemcilerin gözlerini bağlayıp ellerinde tuttukları bilgisayarda hayvanların maruz bırakıldıkları fiziksel şiddeti ifşa etme motivasyonunda odağın şiddetin boyutu olduğunu düşünüyor; sorunun kaynağının endüstriyel şiddet boyutuna indirgendiği ve şiddet tekrar tekrar gösterildiği için eylemi hayvan hakları açısından sorunlu buluyorum. Bir hayvanın eşya olmadığının, onun şiddete uğrarkenki apaçık görüntülerinin gösterilerek anlatılamayacağını, böyle olmasını istemesek de günün sonunda hak nosyonundan saparak insanın tercihine bırakılan merhamet duygusuna seslenildiğini düşünüyorum. Şiddetin boyutuna odaklanılmasıyla hem şiddetin yeniden üretildiğini hem de belirli bir şiddet türüne dikkat çekildiğini iddia ediyorum. Bu da pek çok hayvanın yaşamını feda edilebilir kılıyor ve şiddetin normalleştirilme tehlikesini içinde barındırıyor. Sömürünün kabul edilebilir, asimetrik gücün doğurduğu şiddetin tolere edilebilir biçiminin olabileceği gibi tehlikeli bir anlayışı benimsetme riski olabilen bu yönteme karşı kırsal alanlarda ve köylerdeki hayvan kullanımına kamerasını doğrultan Anima filmini[6]önerebilirim. Anima’nın bir sahnesinde yönetmen Yusuf Emre Yalçın keçilerden birinin, diğerlerinden neden ayrı tutulduğunu soruyor bir köylüye. Aldığı cevap hayvanın anasını tanıdığı için ondan süt emmeye çalışması oluyor. Yavru anasının sütünü içerse insanın içebileceği bir şey kalmayacağını söylüyor.
Veganlığın hayvan haklarının toplumda tanınırlığı ve kabulü için politik, mümkün ve sürdürülebilir bir alet edevat olması sebebiyle politika yöntemine ve eylemliliğe “her şekilde mübah” olarak bakmaktan ziyade ince eleyip sık dokumalı. Toplumsal hassasiyetler değil hayvan hakları ile çıkarı gözetilmeli ve türcülük sorgulanarak hareket edilmeli. Sömürü bireysel bir önyargıdan ibaret olmayıp ideolojik ve ekonomik bir sistemin parçası olduğundan antimilitarist feminist Cynthia Enloe’nun “sohbet aktivizm skalasında bir yerdedir, sohbet aktivizmdir.” sözünü hatırlatmayı ve veganlığın yaygınlaşması ile sürdürülebilirliği için bilgi, deneyim paylaşımlarını ve dayanışma ağları kurmayı son derece önemli bulduğumu söyleyerek yazımı noktalıyorum.
Bu yazı ilk olarak Kaos GL Dergisi'nin Şiddetsizlik dosya konulu 195. sayısında yayınlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notebene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.
*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
[1] Feminism and the Mastery of Nature, Val Plumwood, Routledge, syf. 43.
[2] syf. 16 & 27.
[3] İstanbul Barosu Hayvan Hakları Merkezi’nin duyurusuna göre, Küçükçekmece 4. Ağır Ceza Mahkemesi, Küçükçekmece 16. Asliye Ceza Mahkemesi'nin 08 Şubat 2024’te verdiği sanık İbrahim K.’nın iyi hâl indirimi ve adli kontrolle serbest bırakılma kararının kaldırılmasına ve dosyanın mahkemeye iadesine karar verdi.: https://bianet.org/haber/erosu-olduren-sanigin-iyi-hal-indirimine-itiraz-kabul-edildi-292133
[4] Bob Torres, Making A Killing: The Political Economy of Animal Rights, AK Press, syf. 39.
[5] Speciesism, Painism and Happiness: A Morality for the 21st Century, Imprint Academic, syf. 91.
[5] Speciesism, Painism and Happiness: A Morality for the 21st Century, Imprint Academic, syf. 91.
[6] Anima (Türkiye, 2021) İngilizce altyazıyla MUBI Türkiye’de gösterimde.
Etiketler: insan hakları, kadın, medya, yaşam, nefret suçları, kent hakkı