25/10/2021 | Yazar: Evren Savcı

Melih Bulu’nun rektör atanması üzerine Boğaziçi’nde başlayan protestolardan kısa bir süre sonra ülkemizde LGBTİ+ “cadı avı” diyebileceğimiz bir süreç başladı.

Bir “silah” olarak gökkuşağı Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Çizim: Bartu 

Melih Bulu’nun rektör atanması üzerine Boğaziçi’nde başlayan protestolardan kısa bir süre sonra ülkemizde LGBTİ+ “cadı avı” diyebileceğimiz bir süreç başladı. Bu sürecin ilk çıkış noktası protestolar çerçevesinde düzenlenen sergideki bir eser ve bu eserin “İslam dini literatüründe yasak ve haram olarak kabul edilen eşcinsellik ve benzeri cinsel yönelimlere dair imgeler ile İslam’ın tek yaratıcı olan Allah inancı ve tevhit inancına aykırı olan ‘Şahmeran’ figürünün yine İslam’ın ve Müslümanların yeryüzündeki en kutsal mekân ve yapı kabul ettiği Kabe’nin tasvir edildiği bir resim üzerine yapıştırılması suretiyle oluşturulması” iddiaları oldu. Bu konuda söylenecek çok söz var elbette; sanat ve ifade özgürlüğü konusunda, dinin ve LGBTİ+ varoluşun birbirine tezat oluşturduğu iddiaları hakkında, üniversitelerin özerkliğine dair... Ben de bu kısa yazıda bu eserle ilgili verilen, halkın bir kesimini diğer bir kesimi aleyhine “kin ve düşmanlığa tahrik ettiği” gerekçesi, bunun üzerine Boğaziçi LGBTİ+ kulübünün basılıp gökkuşağı bayraklarının güvenlik güçleri tarafından “ele geçirilmesi” ve Kürdistan Halk Kongresi Demokratik Kuruluş Belgeleri kitapçığının kulübün terörizmle bağlantısına “delil” olarak toplanması üzerine düşünmek istedim. Boğaziçi LGBTİ+ Kulübü’nün basılıp kapatılmasının ardından gökkuşağı bayrağı taşıyanların görüldüğü yerde polis tarafından saldırıya uğraması ve gözaltına alınması, gökkuşağı imgesinin iktidar tarafından adeta bir silah olarak algılanıyor olmasının sadece kulüp kapatma anıyla sınırlı olmadığına işaret ediyor. Gözaltına alınanlara “LGBTİ+ üyesi misin?” diye sorulması da LGBTİ+’nin “gökkuşağı silahları” ele geçirilmiş bir terör örgütü muamelesi gördüğünü… 

Cinsellik ve terörizmin nasıl bir araya geldiğini analiz eden Amerika’daki queer düşün ve eleştirinin belki en önemli eserinde Jasbir Puar, homonasyonalizm (homonationalism) diye bir terim ortaya koydu. Homonasyonalist dünya düzeni, ülkeleri ne derece LGBTİ+ dostu olduğu veya olmadığı üzerinden değerlendirip bir çağdaşlık hiyerarşisine oturtuyor. Müslüman çoğunluk ülkeler de Amerika ve Batı Avrupa tarafından adeta tarih dışı bir homofobik özleri varmış gibi görülüyor ve lanse ediliyor. Özellikle Amerika’nın Afganistan ve Irak’ı işgali sırasında bu militarist girişimlerin sanki bu coğrafyalarda yaşayan LGBTİ+’lara bir katkısı olacakmışçasına, bu savaşlar güya homofobik devletlere açılmışçasına Amerika ve Batı Avrupa’daki ana akım LGBTİ+ kuruluş ve bireylerin desteğini almasını eleştiriyor. LGBTİ+ haklarının da tıpkı kadın hakları gibi (okuyucular hatırlayacaktır; Amerika, Afganistan işgalini oradaki kadınları özgürleştirdiği iddiasıyla gerçekleştirmişti) emperyalist emellere alet edilmesi hâlâ süregelen ve eleştirilmesi gereken bir durum. Fakat Türkiye’de halihazırda yaşanmakta olanlar da homonasyonalizmin çerçevesini ister istemez yetersiz bırakıyor. Homonasyonalizmin kurguladığı dünyada “terör karşıtı” güvenlik politikaları tarafından güya korunanlar LGBTİ+’lar. Türkiye’deyse LGBTİ+’lar terörist ilan ediliyor, gökkuşağı “silahlarına” el konuluyor, kulüpleri ya da “örgütleri” kapatılıyor. 

Ocak ayında yayınlanan kitabımda[1] Amerika’daki queer kuram çalışmalarının cinsellik ve İslam konularına gelince yetersiz kaldığını, çünkü bu literatürün sadece Müslümanların azınlık veya göçmen oldukları bağlamlara odaklandığını söylüyorum. Her ne kadar kitap çalışmam 2008-2016 tarihlerine odaklansa da, o dönemde yaşanan bazı gelişmelerin ve dönüşümlerin bu son yaşananlara da ışık tuttuğunu düşünüyorum. Neoliberal İslam, bir taraftan “yerli ve milli” vurgusu yaparken diğer taraftan da dev bir özelleştirme projesi güdüyor. Arzulanmayan kentsel dönüşüm politikaları, çevre felaketlerine yol açacak “çılgın” projeler ve bunlarla bağlantılı olarak giderek artan dış borç da fakirleştirilen halkta ister istemez itiraz ve protestolara yol açıyor. Bu başkaldırılar da polis şiddetiyle bastırılıyor. Bu sürdürülebilirliği olmayan ekonomik düzenin mecburen otoriterleşmeye dönmesi başka ülkelerde de gözlemlenen bir süreç. Türkiye özelinde bu güvenlikleştirme politikaları bir de İslami ahlak politikalarıyla birleştiriliyor; hem kendi refahlarından sorumlu hem de uluslararası kıskançlık sebebi Türk ekonomisini korumakla yükümlü sayılan vatandaşlar da bu görevlerini yerine getirmedikleri zaman hem vatana bağlılıkları hem de ahlaki bütünlükleri sorgulanıyor. 

Güvenlik Devleti, Terör Politikaları ve Gökkuşağı 

Türkiye AKP yönetimi boyunca genişleyen bir “terörist” kategorisiyle karşılaştı. Boğaziçi protestoları sırasında “terörist misiniz?” başlığıyla sosyal medyada dolaşıma giren ironik test bu duruma gönderme yaparak okuyucularına Türkiye’nin her açıdan öznellik merkezinde bulunmadıkları sürece otomatik olarak (vatan haini) terörist kategorisine gireceklerini bildiriyor: Müslüman (ki buna Sünni demek daha doğru) değilseniz, Türk değilseniz, Cumhurbaşkanı’nın değimiyle lezbiyen mezbiyenseniz, kadın haklarını savunuyorsanız ve hatta asgari ücretle dört kişilik bir aileyi geçindiremiyorsanız (ve yer kısıtlı diye test bunu belirtemese de bu geçimsizlik halinden şikâyet ediyorsanız)… 

Tabi ki terör ve terörizm başlığı altında güdülen güvenlik devleti (security state) politikalarının AKP öncesi bir geçmişi var. Kitabımda özellikle 1990’larda terör çerçevesinin hem Kürtler, hem Alevi sol mahalleler, hem de “travesti terörü” adı altında trans kadınlara ve özellikle trans seks isçilerine yönelik kullanıldığından bahsediyorum ve bu güvenlikleştirme politikalarının birbirinden ayrı değil bir süreklilik içinde düşünülmesi gerektiğini savunuyorum. 2000’lerdeki güvenlik politikalarıysa artan bir biçimde ahlak politikaları ile el ele gidiyor. Yeterince “yerli ve milli” olmayan ve hükümete biat etmeyenlerin hem ahlaki bütünlüklerinden şüpheleniliyor hem de giderek şişmekte olan terörist kategorisi üzerinden (yerli ve?) milli güvenlik tehlikesi teşkil ettikleri iddia ediliyor. Yani iktidara ters düsenler hem ahlaksız hem terörist kabul ediliyor. Bu enteresan ikili (“ahlaksız terörist”), Cumhurbaşkanı’nın yaklaşık üç sene kadar önce işaret ettiği diğer bir ikiliye alternatif oluşturuyor. Kendisi 23 Nisan 2018 tarihinde İstanbul’da "Zaman zaman Beyoğlu sokaklarında da arzı endam ettiklerini gördüğümüz bu marjinaller edepleriyle durdukları müddetçe bu ülkenin renklerinden biri olarak kalabilirler. Ama baskıya, kendilerinde olmayanlara tahammülsüzlüğe, saldırıya, şiddete vardırırlarsa hiç kimse kusura bakmasın, kulaklarından tutar ait oldukları yere fırlatırız..." buyurmuştu. Edepli marjinallere ulusa dahil edilecekleri vaadinde bulunan bu sözler “edepsiz” marjinalleri saldırı, şiddet ve tahammülsüzlükle eşleştirip ahlaki sorgulanabilirliklerini bir güvenlik meselesi olarak da kurguluyordu. Bu söylem Gezi direnişi sırasında protestocuları hem dış mihraklarla iş birliği yapan bölücü teröristler, hem de camiye ayakkabılarıyla girip bira içen dinsiz ahlaksızlar olarak konumlandırmakla paralel.

Edepli marjinal olamayanların edepsiz/ahlaksız terörist olduğu bu düzende gökkuşağının bir silah ve LGBTİ+ ‘üyeliğinin’ terörist örgüt üyeliği kategorisinde değerlendirilmesi pek de şaşırtıcı değil. Fakat analizi, başka birçok insan ve grup gibi LGBTİ+’lar da toptan terörist grubuna katıldı deyip bırakmama taraftarıyım, zira hatırlayalım, LGBTİ+ yasakları ve kapatmaları sadece terörizm yaftasıyla değil, bir de halkın bir kesimini diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa tahrik ettiği iddiasıyla da yapılıyor. Wendy Brown Regulating Aversion (Tiksinti/Nefret Yönetmek) isimli kitabında hoşgörünün bir yönetimsellik unsuru olarak öne çıkmasını inceler. Devletin, vatandaşlarını birbirlerine karşı hoşgörülü olmaya davet etmesinin birkaç söylemsel etkisi vardır. Bunlardan bir tanesi, halkı devlet olmasa birbirine düşmanlık edecek, birbirlerinin farklılıklarını hoşgöremeyecek bir kitle olarak kurmak; birbirleriyle barışçıl bir bir arada yaşama/varoluş için devletin yönetimine ve müdahalelerine mutlaka ihtiyaç duyduğunu ima etmektir. Brown’un Foucault’nun yönetimsellik tanımına bir eleştiri mahiyetinde de yazılmış kitabın “Bir Yönetimsellik Şekli Olarak Hoşgörü” başlıklı bu bölümü devlet dediğimiz kurumun iktidarın işleyişi için Foucault’nun iddia ettiği kadar önemsiz olmadığını ifade ediyor. Foucault, yönetimsellik diye adlandırdığı düzende, iktidarın bilgi üreten kurumlar ve normlar üzerinden organize olduğunu ve işlediğini iddia eder, devlet ve kapitalizmi iktidarın merkezinden çıkartır. Brown ise buna cevaben devletin en azından iktidarın işleyişini meşrulaştırma rolüyle hâlâ önemli bir pozisyonda olduğunu söyler. Örneğin liberal modern devlet elini kolunu sallaya sallaya şiddet uygulayamadığı için başvurduğu şiddeti ya da verilmeyen hakları, karşılığı verilmeyen emeği, giderek azalan sosyal güvenceleri meşrulaştırmak durumundadır. Foucault’nun sovereignty (hakimiyet) diye adlandırdığı düzende bir kral ya da sultan keyfine göre hareket edebiliyor, fakat modern devlette böyle bir hak teknik olarak yok.

Okurların bıyık altından güldüğünü tahmin ettiğim şu noktada hemen not düşmek isterim: Foucault’nun iktidarı, biyopolitika ve yönetimsellik üzerinden kuramsallaştırması birçok düşünür tarafından eksik bulundu. Örneğin Agamben “state of exception” kavramıyla modern devletlerin her daim bir “olağanüstü hal” ilan etme yetkisini elinde bulundurduğu, bu durumda da hukukun üstünlüğünün/yasa egemenliğinin geçici de olsa kalmadığının altını çizdi. Bu yetki modern devletlerin bir yapı taşı, yani yasa egemenliğini kaldırabilme hakkı zaten iktidarın işleyişinin tanımsal bir parçası. Bunu Türkiye’nin de 2016 darbe girişiminden sonra yaşadığı ve üç sene süren olağanüstü hal ve bu süreçte imzalanıp kanun statüsüne ulaşan binlerce KHK’dan biliyoruz. Foucault’nun çizdiği çerçeveye diğer önemli bir eleştiriyi de Achille Mbembe nekropolitika (necropolitics) kavramı ile öne sürdü. Mbembe, modern ve ulus aşırı düzende iktidarın sadece nüfusların (biyolojik) hayatlarını sürdürme üzerinden değil ölüm ve ölüme benzer yaşam koşulları dağıtmak üzerinden de işlediğini hatırlatır, bunlara örnek olarak da kolonileri ve Filistin’i verir. Yani günümüzde iktidarın hem ulus-devlet ile sınırlanmadığını hem de (ve belki de tam da bu yüzden) bazı bedenlere yaşam, bazılarına da ölüm dağıttığının altını çizer. Yani aslında biyopolitika ve yönetimsellik bugün “çağdaş” “demokratik” veya liberal olduğunu iddia eden yönetimlerin bile iktidar şekillerini tamamen açıklayamıyor. Demokrasi kisvesi altında sultanlık her daim mümkün. Bu konuda çok önemli feminist ve queer “demokrasi” ve liberalizm eleştirileri var, fakat biz şimdilik oralara girmeden bu meşrulaştırma meselesinden devam edelim.

Bütün bu saydıklarımı göz önünde bulundurunca Türkiye’de iktidar enteresan bir “montaj”a tekabül ediyor. Devlet bir taraftan aklına eseni yapabiliyor diğer taraftan da mesela KHK’larla eylemlerine hukuki alt yapı hazırlama ihtiyacı duyuyor. Her ne kadar muğlak ve esnek terimler de kullanılsa, her ne kadar insanlar yıllarca hapiste tam olarak ne ile suçlandıklarını öğrenmek için beklese de devlet yaptıklarına hukuki bir kulp uydurmak zorunda, çünkü yabancı yatırım ile işleyen “üçüncü dünya” ekonomilerinin kılıf olduğu ne kadar belli de olsa eylemlerine bir hukuki kılıf geçirmeye ihtiyaçları var. LGBTİ+’ların hedef gösterilmesinde kullanılan kılıfın “halkın bir kesimini diğer kesimine kin ve düşmanlığa tahrik etmek” olduğuna geri dönelim. Brown’un argümanında devlet, halka karşı hoşgörü söyleminde bulunup onları barışçıl bir biçimde bir arada tutmazsa, kendi farklılıklarını bir zenginlik değil ancak bir düşmanlık sebebi olarak deneyimleyebilirmiş gibi bir gerçeklik (algısı) yaratıyor. “Hoşgörünün politik bir amaç olarak kurgulanması, alttan alta politikanın, anlaşmazlıkların üretken bir biçimde ifade edilip tartışılabileceği bir alan olduğunu reddediyor” diyor Brown.Brown’ın bu argümanı daha klasik liberal devlet söylemi hakkında. Devlet, kendi yapısal şiddetini, ırkçı, cinsiyet ayrımcı, sınıf ayrımcı, heteroseksist ve sömürücü yapısını görünmez kılıp sanki sorunlar halk içindeki bireylerden, bireysel hoşgörüsüzlüklerden kaynaklanıyormuş ve mesele bu “doğal” farklardan oluşan “doğal” tahammülsüzlüklerin idaresindeymiş izlenimi yaratıyor. AKP hükümetinin uyguladığı şiddet ise her ne kadar kulp da takılsa artık yadsınamaz bir barizlikte. Fakat devlet burada ne yapıyor? Gene başımıza gelmesinden korktuğu şeyin kin, nefret, düşmanlık olduğundan bahsediyor. Peki bunun karşısında bizi hoşgörüye mi davet ediyor? Hayır. Devlet kendi müdahalesi olmadığı sürece vatandaşlarının geçinemeyeceğinden emin, güya kin ve düşmanlık yaratabilecek her eylemin, her toplantının, her panelin, her yürüyüşün ve gerekirse gökkuşağı bayrağının önünü kesiyor.Bu noktada özellikle son on senedir aynı devletin kendi söyleminin halkın bir kesimini diğer kesimine karşı kin ve düşmanlığa tahrik ettiğini hatırlamamaya imkân yok. Devletimiz tabi ki kini, nefreti, düşmanlığı bizden öğrenecek değil. Devlet bir taraftan halkın büyük bir kesimini ötekileştiriyor. Görünürde edepsiz marjinalleri, ahlaksız teröristleri, feministleri, LGBTİ+’ları, Kürtleri ve diğer azınlıkları, ama aslında toplamda kendi iktidarına biat etmeyen ve yönetimini eleştiren ve reddedenleri hedef gösteriyor. Böylelikle de birtakım vatandaşları kendi ideolojisiyle hareket etmeye teşvik ediyor.  Devlet ideolojisini benimsemişlerin tarihte “devlet için” kurşun atmaya da teşvik edilmiş olduğu memleketimizde devlet adına şiddet kullanan vatandaşlar tabi ki yeni bir hadise değil.[2] Fakat bu nefret ve şiddet politikalarının hem toplumun bu kadar büyük bir kesimine bu derece artarak yayılması, hem de bu güdülen politikanın reklamının devletin vatandaşlarını birbirlerinin hiddet ve şiddetinden korumak üzere aldığı “önlemler” olarak yapılmasının nispeten AKP hükümetinin son on senesine özgü bir yanı olduğunu düşünüyorum.O halde gökkuşağı tam olarak nasıl bir silah? Karşımızda vatandaşlarını hedef gösteren ve birbirine karşı kışkırtan ama onları aslında birbirlerinden ve hatta kendilerinden korumasına ihtiyaçları olduğuna inandırmak isteyen bir hükümet var. Bunun karşısında gökkuşağı, insanların farklılıklarını[3] birbirlerine tehdit olarak değil, tam tersine varoluşlarının biraz tuhaf, belki bazen beklenmedik bir güzelliği; birlikte yaşamanın zenginliğine dair bir işaret olarak gördüklerini, görebildiklerini ifade ediyor. Tam da buna işaret ettiği için bir silah gökkuşağı. Birbirimize birer tehdit olarak konumlandırılmaya çalışıldığımız bir düzeni reddettiği için… Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz dediği ve bunu derken de “hep beraber”in farklılıklarını silme ihtiyacı duymak bir yana, bu farklılıklardan güç aldığımızın farkında olduğu ve bunu benimsediği için… Hükümetin “kin ve düşmanlık” politikalarından çok farklı bir bir aradalık tahayyül ettiği için…   

[1] Queer in Translation: Sexual Politics Under Neoliberal Islam, Durham: Duke University Press, 2021 (Queer Tercüme: Neoliberal İslami Düzende Cinsel Politikalar).

[2] Bu vatandaşlar için kitabımda derin devlet kavramından yola çıkarak “derin vatandaşlar” tabirini kullanıyorum.

[3] Burada asla çeşitlilik (diversity) ve neoliberal paketlemeye maruz kalmış bir tüketici segmenti olarak farklılıktan bahsetmiyorum.

Kaos GL dergisine ulaşın

Bu yazı ilk olarak Kaos GL dergisinin Toplumsal Cinsiyet dosya konulu 178. sayısında yayınlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notebene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: siyaset
İstihdam