20/08/2024 | Yazar: Şebin
Aileyi LGBTİ+ haklarının kazanımlarından koruma iddiası, bozuk bir siyasal aklın aileye dair çarpık tahayyülâtından ve nefret dolu aile fantezilerinden öteye gitmemekte, bu iddia LGBTİ+’ların ailelerini korumamakta, aksine onlara zarar vermektedir.
Anayasa Kimi Kimden Korur?
Gündemin çok hızlı değiştiği, bir vakanın sıcaklığı geçmeden bir diğerinin yaşandığı coğrafyamızda öyle konular var ki yüzyıllara meydan okuyor. Zaman geçiyor, yöneticiler hatta rejim değişiyor, bu konular ısınıp ısınıp tekrar karşımıza çıkıyor. Askeriyenin yönetimi silah zoruyla ele geçirmesi, tütünün helal olup olmadığı, kadınların ülke yönetip yönetemeyeceği, ezanın makamlı okunup okunamayacağı… Bırakalım sosyal medyayı, tam olarak bir kamusaldan dahi bahsedemeyeceğimiz dönemlerde “toplantı ve gösteri yürüyüşleri” düzenlenmesine neden olan bu meseleleri yüzyıllar sonra kamusalın yeni biçimlerinde, sosyal medyaya girdiğimiz bir anda yahut bir kafede tartışılırken görmek işten bile değil.
Bunların yanında bir mesele daha var ki Türkiye’nin modern tarihinin derinliklerine işlemiş durumda, öyle ki o kelimeyi ya da eş anlamlılarını kullanmadan Türkiye’nin modernleşme tarihinden bahsetmek için iyi bir laf cambazı olmak lazım: anayasa…
1876 Kanun-i Esasîsi büyük tartışmalarla yazıldığı sırada Edhem Paşa’nın Hariciye Nazırı’na yazdığı mektupta geçen “Bize konstitüsyon değil, enstitüsyon lazımdır” cümlesi, arada geçen 147 senenin ardından bugün hâlâ geçerliliğini koruyan bir kehanet olarak önümüzde duruyor.[1] Edhem Paşa bu cümleyi kurarken ne niyetle kurdu tam olarak bilemeyiz tabiî ama cümlenin içeriğine bugünden baktığımız zaman gerçekten de güçlü enstitüsyonlarla (kurumlarla) tahkim edilmemiş bir konstitüsyonun (anayasanın) kişi hak ve hürriyetlerini korumak bir kenara, hak ve hürriyetlerin ihlaline meşruiyet kazandırmanın bir aracı haline geldiğini söylememiz mümkün.
Bu yazıda bugün halen devam eden ve AKP iktidarının yeniden gündeme getirdiği anayasa değişikliği ile yeni anayasa tartışmalarına tarihsel bir perspektiften yaklaşmaya ve Edhem Paşa’nın 147 yıllık kehanetini neden halen geçerli bir tespit olarak gördüğümü açıklamaya çalışacağım.
Sened-i İttifak, Tanzimat ve Islahat Fermanları
Türkiye’nin tarihinde padişahın yetkilerinin sınırlandırıldığı ilk tarihi belge olarak 1808 tarihli Sened-i İttifak gösterilir. Bu itibarla Sened-i İttifak’a, Türkiye tarihinin ilk anayasal metni atfı yapılır.[2] Padişah, taşra idaresinde lokal otoriteleri resmî olarak tanımış, gönlünün istediği her şeyi yapamayacağını kabul etmiş ve âyânı devlet idaresindeki lokal partnerler olarak tanımlamıştır.[3] Burada altını çizmek gerekir ki bu belgede sözü edilen uygulama esasen 1808’de icat edilmiş bir uygulama değildi. Modern bir devletin sahip olduğu mülkî idare aparatlarına henüz sahip olmayan devletin bilhassa yeni fethedilen ya da elde tutmakta zorlanılan bölgelerdeki idaresi, pek çok yerde lokal yöneticilere padişah tarafından bahşedilmiş yetkilerle yürütülüyordu. Esasen uygulamada yüzyıllardır var olan bir durumu padişah, Allah’ın yeryüzünde gölgesi olmanın kendisine verdiği yetkiye dayanarak dilediğince esnetemeyecekti. Dolayısıyla Sened-i İttifak için, lokal yöneticileri padişahın ne zaman kabaracağı belli olmayan tekinsiz gazabından korumak gibi bir işlevi vardı. Belirsiz bir güç kullanımını, ne zaman hangi şartlar altında ve ne şekilde geleceği belli olmayan hiddeti engelleyip âyânı güç hiyerarşisinde herkesin üstünde olan padişahtan koruyordu.[4]
Osmanlı modernleşmesini okurken düşülen en yaygın yanılsamalardan biri modernizasyon sürecinde Avrupa’nın model alınışını sanki o dönem birleşik bir Avrupa varmış ve sanki Kopenhag Kriterleri’ne uyulmaya çalışılıyormuş gibi yorumlayan okumalardır. Sadece Avrupalıların gözüne girmek için yazıldığı iddia edilen Tanzimat ve Islahat Fermanları’nın böyle bir amaçları olsa da bu amaç genellikle haddinden fazla abartılmakta ve bu durum başka amaçları biraz görünmez kılmaktadır. “Osmanlı’nın çöküş dönemi” miti Tanzimat Fermanı’nda kendine yer bulmuş, aslında çok iyi durumda olan Osmanlı’nın İkinci Viyana Kuşatması’ndan o yana birtakım sebeplerle geriye düştüğü tespiti yapılmıştır.[5] Bu tespit çağdaş bazı devlet adamlarınca da yapılmış, Osmanlı’nın kaçınılmaz bir sona doğru ilerlediğinden endişe ile bunun çözümüne yönelik kurumlar önermişlerdir.[6] Burada dikkat edilmesi gereken en temel noktalardan birisi Osmanlı’nın yalnız ve yalnız Avrupa’yı taklit etmeyi seçtiği için modernleşmek zorunda kalmadığı, Avrupa ile benzer üretimsel, toplumsal ve idarî krizleri yaşadığı için Avrupa ile paralel adımlar atmak zorunda kaldığıdır.
Burada Osmanlı toplumunun geçirdiği dönüşümleri anlamak da önemlidir. Modernite ile halkın gündelik yaşamında daha etkili bir hegemonya kurmaya başlayan devlet otoritesi, halka da çeşitli araçlar sunmuş, kamusal alanı (amacı bu olmasa da) genişletmiş ve devletin yönetimine dair söyleyecek daha fazla sözü olan bir toplumu beraberinde getirmiştir. Toplum daha önce hiç olmadığı kadar politika konuşuyor, eleştiriyor, itiraz ediyordu. Savaşlar patlak veriyor, ordu yeniliyor, halkın sırtına yeni vergiler bindiriliyordu. Çarşıda, kahvehanelerde, camilerde devamlı Mısır meselesinden dem vuruluyor, yenilgi ya da zaferlerden “millî” utançlar ya da gururlar icat ediliyordu. Bu “sorunlara” karşın Osmanlı idaresinin attığı adımlar Avrupa kurumlarını öğrenmek ve benzer kurumların Osmanlı’da kurulmasını sağlamak, Avrupa’ya öğrenciler göndermek, bürokratik işleyişi düzene sokmak, devletin varlığını taşrada var etmek olacaktı. Modernitenin en temel göstergelerinden olan kamusalı bastırmak için hayatın kılcallarına kadar inmeye çalışan hükümet yine modernitenin baskı araçlarını kullanacaktı.[7]
Birinci ve İkinci Meşrutiyet
1876’ya gelindiğinde Tanzimat Fermanı’nın üzerinden 37 yıl geçmiş, Osmanlı hukuk sistemi ve bürokrasisi ciddi reformlardan geçmişti. Osmanlı idaresi, neyin neye göre ve nasıl yapılacağına dair belirsizlikleri ortadan kaldırmaya yönelik kanunlar çıkarmış, tebaanın tanımını Avrupa kanunlarını örnek alarak çıkardığı Vatandaşlık Kanunu ile belirlemiş, çıkardığı Ceza Kanunu ile yargıyı modernize etmeye yönelik adımlar atmıştı.
Tüm bunların yanında yine aynı dönemde Osmanlı’ya dair temel bir sorun kendini göstermeye başlamıştır. Osmanlı’nın Avrupa’da eğitim görmüş yüksek bürokratları, yeni ve modern kanunların yazım süreçlerinde Avrupa kanunlarını incelerlerken bu kanunların bir konstitüsyona dayandığını gözlemlemişlerdir. Bunun yanı sıra Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi dönemin aydınları da Osmanlı toplumu ve idaresine dair görüşlerinde bir anayasanın yazılması gerektiğini belirtmektedir. Genç Osmanlılar meşruti idarenin gerekliliğini programlarında belirtmiş, Avrupa Anayasaları Türkçe’ye çevrilmiştir.[8] Toplumların değiştiği bir çağda kimliğini bulmaya ve kim olduğuna yanıt aramaya başlamış olan Osmanlı yüksek bürokratları yapısal sorunları bir anayasanın çözeceğinden emin gibiydiler.
Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinin ardından geçen kısa süreli V. Murat döneminin ardından, Anayasa’yı ilan edeceğinin sözünü vermiş olan II. Abdülhamid tahta geçirildi. Kanun-i Esasî’nin en büyük savunucularından olan Midhat Paşa II. Abdülhamid’in Anayasa sürecine taş koyacağından endişe ile süreci hızlandırmaya çalışmış, hazırlık takvimini sıkıştırmıştır.
Kanun-i Esasî’nin hazırlık sürecinde çiçeği burnunda padişah II. Abdülhamid tüm komisyonları yakından takip ettirmiş, maddelerin taslaklarına müdahalelerde bulunmuş, ısrarla bazı maddelerin eklenmesini bazılarının ise çıkartılmasını sağlamıştır. Sonunda çıkan 1876 Anayasası için demokrasiye yakınsayan bir metin demek çok da mümkün değildir. Padişaha (ya da devlet başkanına) verdiği neredeyse sınırsız yetkilerin yanında dokunulmazlıkla taçlandıran bir Anayasa’nın demokratik açıdan eleştirisi bugün nasıl mümkünse, aynı eleştirileri 1876 Anayasası için de yapmak mümkündür. 1876 Anayasası’nın. 5. maddesine göre padişahın zâtı mukaddes ve dokunulmazdır. Bununla beraber padişah çok geniş yetkilerle donatılmıştır. Neredeyse sembolik kalan bir parlamentonun yanında çok güçlü yürütme yetkileriyle donatılmış ve hatta kararnamelerle yasama yetkisini de kullanan padişaha, bu yetkilerin yanında bir de meşhur 113. madde ile yargı kararı olmaksızın polis soruşturmasına dayanarak kişileri sürgün etme hakkı tanınmıştır.[9] Anayasa’yı kurtuluş olarak gören münevverler sadece 113. maddenin varlığının dahi Anayasa’nın anlamını tamamen yitirmesine neden olduğu, ve hürriyet getirmesi beklenen bir Kanun-i Esasî’nin tam aksine durumu Tanzimat Fermanı’nın öncesinden bile fena hale getirdiği tespitlerini yapmışlardır.[10]
Anayasa yazım sürecini bizzat yürüten Midhat Paşa, 1877 yılında padişah tarafından sürgün edilmişti. Midhat Paşa sürgün yerine giderken, yürürlükte olan Anayasa’nın 113. maddesine dayanarak sürgün edilmiş olmasına rağmen “Yazık! Konstitüsyon bitti, bu millet terakkî edemeyecek!” diye feveran ediyordu.[11] Edhem Paşa’nın Hariciye Nazırı’na yazdığı mektupta geçen “Bize konstitüsyon değil, enstitüsyon lazımdır” kehaneti kendini daha Anayasa yürürlükteyken gerçekleştiriyor, Anayasa’nın hakları ve özgürlükleri güvence altına alacak kurumlar olmaksızın tek başına bir metin olarak yürürlükte olması Midhat Paşa’yı bile kurtaramıyordu. Hoş aynı Anayasa sadece Midhat Paşa’yı koruyamamakla kalmamış, bir sene sonra bizzat Anayasa’nın padişaha verdiği yetki uyarınca askıya alınmıştı. Kurumlarla sağlamlaştırılmamış Anayasa, kişi hak ve hürriyetlerini korumak bir yana kendini dahi koruyamamış, II. Abdülhamid’in uzun ve kendinden önceki padişahların elinde bulunmayan araç ve yetkilerle donatılmış tek başına iktidarın pekiştiricisi olmuştu.
Kanun-i Esasî’nin 30 yıl askıda kaldıktan sonra tekrar yürürlüğe konmasıyla başlayan İkinci Meşrutiyet’in kendisinden çok onu hazırlayan süreç toplumun anayasayla olan ilişkisini iyi açıklamaktadır. Zira İkinci Meşrutiyet uygulamada olduğu gibi kâğıt üzerinde de çok uzun sürmemiş, Cumhuriyet’in ilanıyla yerini yeni bir anayasal düzene bırakmıştır. Zaten İkinci Meşrutiyet ilan edilirken yeni bir anayasa yazılmamış, 1878 yılında askıya alınmış Kanun-i Esasî tekrar yürürlüğe konulmuş ve sonrasında parlamentoyu güçlendirecek önemli değişiklikler mevcut Anayasa’nın değiştirilmesiyle sağlanmıştır. Üstelik Meşrutiyet’in ilanından bir süre sonra İttihat ve Terakkî Cemiyeti bir darbe ile iktidara gelmiş, sonrasında 4 yıl süren Birinci Dünya Savaşı ve işgal yılları başlamıştır. Osmanlı toplumu bir tirandan kurtuluş reçetesi olarak gördüğü meşrutiyeti çok da uzun süre tadamamış, sonrasında gelen savaş yılları Türkiye halklarının kolektif hafızasına dehşet duygularıyla derinden işlemiştir.[12]
Bununla beraber Anayasa’nın tekrar yürürlüğe konmasını takip eden günlerde Osmanlının dört bir yanında günlerce süren kutlamalar yapılmış, Osmanlı halkları birlik, beraberlik, kardeşlik mesajları vermişti. Edhem Paşa'nın Anayasa yerine kurumların gerekli olduğuna dair kehaneti kendini tekrar gerçekleştirmeye henüz hazırlanırken Osmanlı toplumu kolektif bir şekilde tüm dünyaya Fransız İhtilali misali bir hürriyet dersi vermiş olmanın haklı gururunu yaşıyordu.
Ne var ki 1908’de coşkun sevinç gösterilerine hep beraber katılan farklı dil ve dine sahip Osmanlıların hevesleri toptan kursaklarında kalmıştı. Eğer hâlâ hayatta ve zorla göç ettirilmediyseler, 13 yıl sonra işgal altındaki ülkenin ücra bir kasabasında 1921 Anayasası kabul edilene kadar bu insanların payına korku, hayal kırıklığı, öfke, yerinden edilme, mallarına el konulması, soykırım, devlet dairesinde iş bulmak için İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nden tanıdık bulma telaşı, cepheden cepheye bitmek bilmeyen bir savaş kaldı. Bir de artık uğruna neden bu kadar mücadele ettiklerinden emin olamadıkları yürürlükteki bir Kanun-i Esasî...
Birinci, İkinci ve Üçüncü Cumhuriyet
Türkiye’de ilk Anayasa olan 1876 Kanun-i Esasîsi, padişahın ilan etmesiyle, onun mutlak kudretiyle yürürlüğe girmiştir. 1908’de yine aynı Anayasa ilan edilerek meşrutiyet ilan edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Anayasası olarak kabul edilen 1921 Anayasası ise şeklen çok kısa bir metin olmakla beraber kurucu özelliği nedeniyle Anayasa olarak kabul edilmektedir. Bununla beraber devletin teşkilat yapısına dair temel esasları belirtmekte, ancak kişi hak ve hürriyetlerine dair güvenceler sunmamaktadır. Kurtuluş Savaşı’nın devam ettiği dönemde Ankara’da bulunan yeni meclis ve hükümet, yetkilerini herhangi bir yazılı belgeye dayandıramıyordu ve işin aslı savaş devam ederken bu en büyük mesele değildi. 1921 Anayasası ile Ankara’daki meclis, bağımsız bir şekilde halkı temsil etme yetkisini, yine kendi yazdığı ve kabul ettiği bir belge ile kendine veriyor, iktidarının meşruiyetini millete dayandırılıyordu. Cumhuriyetin ilanı da bu kanundaki değişiklikle gerçekleşti.
Cumhuriyetin kurucu kadroları Osmanlı’nın eğitimli subay ve bürokratlarıydı, doğal olarak Osmanlı’nın Anayasal sürecini yakından takip etmiş, Anayasa hakkında fikir sahibi insanlardı. 1924’e gelindiğinde, savaşın bitmesinin de ardından, 1921 Anayasası ile kıyaslandığında çok daha kapsamlı denebilecek yeni bir Anayasa yazdılar ve bu Anayasa yeni Cumhuriyetin kurucu metni oldu. 1921 ve 1924 Anayasaları devletin kurucusu niteliğinde ve yine yeni rejimin kurucu kadroları tarafından yazılmış anayasalardı. Anayasa’yı yazma hakkı ve yetkisi, ülkenin işgal altında olması ve Ankara’daki meclisin bir ordu toparlayıp savaşı kazanmış olmasına dayanıyordu.
1960’lara geldiğimizde Cumhuriyet henüz otuzlu yaşlarında genç bir rejimdi. 1924 Anayasası, bazı değişiklikler ve 1945 yılında sadece dil ve anlatım bakımından şeklen baştan aşağı yapılan güncellemesiyle birlikte 36 yıldır yürürlükteydi. İkinci Dünya Savaşı bitmiş, çok partili siyasî hayat Türkiye demokrasisine yeni ufuklar ve yeni sorunlar getirmişti. On yıllık Demokrat Parti iktidarı 27 Mayıs 1960 tarihinde bir darbe ile sona ermiş, Anayasa yürürlükten kaldırılmıştı. Burada hatırlamak gerekir ki o dönemin deneyimli siyasileri ve bürokratları halen daha Osmanlı’nın son yıllarını yaşamış, 1908 döneminin hürriyet ve anayasa arzusuyla buram buram kokan atmosferini solumuş kimselerdi. Bu kavramlar halen toplumun hafızasında yer etmekteydi. Anayasayı yürürlükten kaldıran bir cuntanın, 27 Mayıs tarihini Hürriyet ve Anayasa Bayramı olarak ilan etmesi belki kendine meşruiyet zemini arayan darbecilerin mizah anlayışlarıyla da ilgili olabilir. Ancak bu bayramın 20 sene boyunca her yıl kutlandıktan sonra bu sefer başka bir cunta tarafından kaldırılması, hürriyet ve anayasa kavramlarının bir darbenin kendi meşruiyetini pekiştirmeye araç olması beklenirken bir başka darbenin meşruiyet zeminini sarsan kavramlar olarak ele alındığını gözler önüne sermektedir. Hürriyet de anayasa da muktedirin işine geldiği kadarıyla önemlidir.
Fransız tarihinden aşina olabileceğimiz numaralı cumhuriyet adlandırmaları kulağa biraz provokatif geliyor gibi dursa da aslında 1961 Anayasası kurduğu yeni rejimi İkinci Cumhuriyet olarak adlandırmaktaydı.[13] 1961 Anayasası ile kurulmuş olan Cumhuriyet Senatosu’nun ilk oturumu “İkinci Cumhuriyetin muhterem senatörleri!” hitabıyla başlamıştı.[14] Gerçi bu isimlendirme o dönem de provokatif bulunmuştu. Ancak 1960 Darbesi’ni gerçekleştirenler, 1924 Anayasası’nı yürürlükten kaldırmakla devletin anayasasız kaldığını ve dolayısıyla yeni Anayasa’nın yürürlüğe girmesiyle yeni bir devletin kurulmuş olduğu düşüncesindeydiler. Bu düşünce sonraları yerini devamlılık esası düşüncesine bıraksa da İkinci Cumhuriyet söylemi birkaç yıl boyunca sıklıkla kullanıldı.
1982 Anayasası da yine aynı kudrete dayanarak yazıldı. Türkiye’ye “birkaç beden bol gelen” mevcut Anayasa’yı yürürlükten kaldıran ordu, yetkisi kendinden menkul komisyonlar aracılığıyla yeni Anayasa’yı hazırlattı ve yine yetkiyi darbeci Millî Güvenlik Konseyi’nden alan bir halk oylaması ile Anayasa yürürlüğe konuldu. 1876, 1921 ve 1924 Anayasalarının ilanında Anayasa’yı ilan eden kudretin sivil olduğunu söylemek zor olsa da meşruiyet zemini sağlayacak tarihsel gelişmeler vardı. Ancak 1961 ve 1982 Anayasalarının ilanındaki meşruiyet sorunu onlarca yıldır tartışılmaya devam etmektedir.
Anayasa devletin kurucu metnidir. Mevcut durumda Türkiye’de Anayasa’nın maddelerinde değişikliğin nasıl yapılacağı, buna ilişkin usul ve yetkilerin ne şekilde kimler tarafından kullanılacağı ve hangi maddelerin değiştirilemeyeceği yine Anayasa’da belirlenmiştir.[15] Bununla birlikte Anayasa, kurucu metin olması nedeniyle kendisinin yürürlükten kaldırılıp sıfırdan yazılmış bir Anayasa’nın yürürlüğe nasıl konulacağına değinmemiş, böyle bir kurum ihdas etmemiştir. Cumhuriyet tarihinin beşte birine tekabül eden AKP iktidarı boyunca da sık sık gündeme gelen “sivil anayasa” tartışmaları beraberinde hep “nasıl” sorusunu getirmiştir. Devlete ait iktidarın kullanımı tamamen mevcutta bir Anayasa’nın bulunmasına ve o Anayasa’nın da ilgili kurumlara verdiği yetkilere dayandırılmaktadır.
Darbe dönemlerinde mevcut Anayasaların askerî güç kullanımı sonucu silah zoruyla yürürlükten kaldırılması ve darbecilerin kendi meşreplerince uygun gördükleri komisyonlarla yeni bir Anayasa’nın yazılması ve yine silahın kudretine dayanarak verdiği yetkiyle halk oylamaları gerçekleşmiş, yeni Anayasa bu sayede yürürlüğe girmiştir. Ancak yürürlükte bir Anayasa varken o Anayasa’nın kendisine vermediği bir yetkiyle yeni bir Anayasa’yı halk oylamasına kimin ne şekilde sunabileceği, bu halk oylamasını hangi Seçim Kurulu’nun nereden aldığı yetkiyle gerçekleştirebileceği bir muammadır.
Mevcut Anayasa’nın yürürlükten kaldırılıp yeni ve sivil bir Anayasa’nın yürürlüğe konmasına dair en temel sorun, iktidarın bunu yapma yetkisini nereden alacağına dairdir. Mevcut Anayasa’dan olmadığını kesin bir şekilde söyleyebiliriz. Halktan olduğu iddia edilebilir ise de bunu mevcut Anayasa’ya göre çalışan kurumlar tespit etmeyecek ise kim edecektir? Yahut oldu ki yeni Anayasa halk oylamasına sunuldu ve halk tarafından reddedildi… Mevcut Anayasa yürürlükte kalmaya devam mı edecektir ve gücünü Anayasa’dan alan mahkemeler, Anayasa’dan alınmayan yetkilerle yapılan halk oylamasını yargılayacaklar mıdır? Bu sorular uzayıp gidebilir. Buradaki temel mesele, Türkiye’nin anayasal tarihi boyunca sivillerin hiç Anayasa yazmadığı, böyle bir kurumun hiç kurulmamış olduğudur. Nitekim bize konstitüsyon değil, enstitüsyon lazımdır.
Coğrafyamızda yüz yıllarca mutlak güç sahibi iktidarların elinde ne olduğu belli olmayan bir geleceğe sürüklenen halklarımız için, birtakım belirgin sınırlar çizmesi açısından anayasalar uzunca bir süredir çok kritik bir yerde durmuştur. Sened-i İttifak’tan beri anayasal metinlerin ve nihayetinde anayasaların, devletin gücünü kullanmasına getirilen sınırlar, şartlar ve usulleri belirleyen belgeler olduğunu söyleyebiliriz. Ancak siyasi iktidarlar II. Abdülhamid gibi Anayasa’yı ortadan kaldırmadan da kendi mutlak iktidarlarını kitabına uydurarak sürdürmeyi öğrenmiş, bunu yapamadığı zamanlarda da yine “Hamidyen” metotlara başvurarak zor kullanıp yürürlükten kaldırmanın yollarını bulmuş, Anayasa’nın varlığı ile yokluğu arasındaki belirgin farkı pürüzlendirmişlerdir.
Sonuç Niyetine: Üç Buçukuncu Cumhuriyet ve Bazı Lazım Sorular
Şu ana kadarki satırlarda aktarmaya çalıştığım en temel şey Anayasa’nın 150 yılı aşkın süredir Türkiye’de tiranlıktan kurtulmak, ilerlemek, gelişmek ve büyümek için en temel araç olarak görüldüğü ancak bununla beraber iktidarın kimi zaman Anayasa’nın verdiği yetkileri kullanarak kimi zaman da güç yoluyla Anayasa’yı tamamen yürürlükten kaldırarak koruma kalkanı görmesi gereken Anayasa’yı işlevsiz hale getirmesinin özetiydi.
Halkı belirsiz bir güçten koruyup hak ve hürriyetleri güvence altına alması beklenen anayasa kavramının 150 yılı aşkın Türkiye macerasına göz atmanın, bugün sürdürülmekte olan anayasa değişikliği tartışmalarının tarihsel bağlamını anlamada kolaylaştırıcı olduğu kanaatindeyim. 100 yıllık Cumhuriyet’in 21 yılını tek başına yöneten AKP, devr-i iktidarının ilk günlerinden beri Anayasa’yı bir oyun hamuru haline getirmiş, gâh Anayasa Mahkemesi kararlarını tanımamış, gâh rejim değiştirmiştir. Bugün şahit olduğumuz “ailenin korunması” yaygarası da Anayasa’nın yine kişi hak ve hürriyetlerini güvence altına almak için değil tam aksine kısıtlamak için araçsallaştırılmasıdır. AKP iktidarı LGBTİ+’lara açtığı savaşı “ailenin korunması” adı altında anayasal bir tartışmaya dönüştürmeyi ve LGBTİ+ haklarını açıkça savunmaktan korkan ya da belki de içten içe “iyi de oldu aslında” diyen muhalefetin de yardımıyla temel hakları anayasa marifetiyle kısıtlamaya çalışmaktadır. Aileyi LGBTİ+ haklarının kazanımlarından koruma iddiası, bozuk bir siyasal aklın aileye dair çarpık tahayyülâtından ve nefret dolu aile fantezilerinden öteye gitmemekte, bu iddia LGBTİ+’ların ailelerini korumamakta, aksine onlara zarar vermektedir. Aile kavramını siyasi iktidarın keyfi tanımlamaları ve nefret odaklı yaklaşımlarından korumayacak ve buna yönelik kurumlar ihdas etmeyecek her türlü Anayasa teklifi, aileyi değil, tarihte örneğini çokça gördüğümüz üzere yine muktediri koruyacaktır.
Anayasa kimi kimden korur? Anayasa’yı kim korur? Silahlı bir güç ya da bir padişahın dilediği zaman ortadan kaldırabildiği bir Anayasa gerçekten var mıdır? Anayasa sadece bir metin olarak var olduğu için tiranlar gider mi, gelişilir mi, insanlar devlete karşı korunur mu? Anayasa’nın çizdiği sınırları koruyacak kurumlar olmadan Anayasa gerçekten var mıdır? Ordunun darbe yapıp Anayasa’yı ortadan kaldırmasını engelleyecek iç mekanizmalar ve işler kurumlar olmadığı müddetçe anayasal güvencelerden bahsedebilir miyiz? Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının kullanılması güvence altında değilken ve Gezi Direnişi “anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs” diye kriminalize edilirken, Anayasa’da bağımsız mahkemelere teslim edilmiş yargı erki yürütme erkinin elinde oyuncağa dönmüşken, Anayasa’nın devlete karşı halkı koruduğundan söz edebilir miyiz? Olası bir iktidar değişikliğinde ordunun darbe yapmasını engelleyecek kurumlar hâlâ tam manasıyla yokken ve böyle bir durumda Anayasa’nın yürürlükte kalması ordunun insafına ve halkın yine kendini tankların altına atmasına bağlıyken, kendini bile koruyacak kurumları olmayan Anayasa’nın aileyi koruması mümkün müdür?
Kâğıt üzerinde ailenin korunmasından bahseden bir Anayasa, sahi, aileyi kimden koruyacaktır?
KAYNAKÇA
Akyıldız, Ali. “Sened-i İttifak’ın İlk Tam Metni.” İslam Araştırmaları Dergisi 2 (1998): 209–22. https://isamveri.org/pdfdrg/D01712/1998_2/1998_2_AKYILDIZA2.pdf.
Bora, Tanıl. “Dördüncü Cumhuriyet ve ‘Cumhur.’” Birikim Dergisi. https://birikimdergisi.com/haftalik/11387/dorduncu-cumhuriyet-ve-cumhur.
Bozkurt, Gülnihâl. Batı Hukukunun Türkiye’de Benimsenmesi: Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne Resepsiyon Süreci (1839-1939). Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1996.
Eldem, Edhem. “Osmanlı İmparatorluğu’ndan Günümüze Adalet, Hukuk, Eşitlik ve Siyaset Üzerine.” Toplumsal Tarih 288 (Aralık 2017): 24–37.
Gözler, Kemal. “Mithat Paşa’nın Ahı: ‘Yazık! Konstitüsyon Bitti, Bu Millet Terakki Edemiyecek!’ (1876 Kanun-ı Esasîsinin İlânının 144’üncü Yıl Dönümü Dolayısıyla).” “Yazık, Konstitüsyon Bitti!” (Makalelerim 2020). Bursa: Ekin Yayın, 2021. https://www.anayasa.gen.tr/konstitusyon-bitti.htm.
Matossian, Bedross Der. Parçalanan Devrim Düşleri: Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Döneminde Hürriyetten Şiddete. İstanbul: İletişim, 2016.
“Ottoman Observers of Ottoman Devline.” Islamic Studies 1, no. 1 (Mart 1962): 71–87. https://doi.org/www.jstor.org/stable/20832621?origin=JSTOR-pdf.
Yaycıoğlu, Ali. Partners of the Empire: The Crisis of the Ottoman Order in the Age of Revolutions. Stanford, CA: Stanford University Press, 2016.
[1]Edhem Eldem, “Osmanlı İmparatorluğu’ndan Günümüze Adalet, Hukuk, Eşitlik ve Siyaset Üzerine,” Toplumsal Tarih 288 (Aralık 2017): 24–37.
[2]Ali Akyıldız, “Sened-i İttifak’ın İlk Tam Metni,” İslam Araştırmaları Dergisi 2 (1998): 209–222, https://isamveri.org/pdfdrg/D01712/1998_2/1998_2_AKYILDIZA2.pdf.
[3]Devrimler çağında Osmanlı Devleti’nin deneyimlediği yönetimsel krizler dair ileri okuma için, Ali Yaycıoğlu, Partners of the Empire: The Crisis of the Ottoman Order in the Age of Revolutions (Stanford, CA: Stanford University Press, 2016).
[4]Ali Akyıldız, “Sened-i İttifak’ın İlk Tam Metni.”
[5]https://tr.wikisource.org/wiki/Tanzimat_Ferman%C4%B1
[6]“Ottoman Observers of Ottoman Devline,” Islamic Studies 1, no. 1 (Mart 1962): 71–87, https://doi.org/www.jstor.org/stable/20832621?origin=JSTOR-pdf.
[7]Konuya dair ileri okuma için Gülnihâl Bozkurt, Batı Hukukunun Türkiye’de Benimsenmesi: Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne Resepsiyon Süreci (1839-1939) (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1996).
[8]Gülnihâl Bozkurt, 52-62.
[9]https://www.anayasa.gov.tr/tr/mevzuat/onceki-anayasalar/1876-k%C3%A2n%C3%BBn-i-es%C3%A2s%C3%AE/
[10]Gülnihâl Bozkurt, 71.
[11]Kemal Gözler, “Mithat Paşa’nın Ahı: ‘Yazık! Konstitüsyon Bitti, Bu Millet Terakki Edemiyecek!’ (1876 Kanun-ı Esasîsinin İlânının 144’üncü Yıl Dönümü Dolayısıyla),” “Yazık, Konstitüsyon Bitti!” (Makalelerim 2020) (Bursa: Ekin Yayın, 2021), https://www.anayasa.gen.tr/konstitusyon-bitti.htm.
[12]Bedross Der Matossian, Parçalanan Devrim Düşleri: Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Döneminde Hürriyetten Şiddete (İstanbul: İletişim, 2016).
[13]Tanıl Bora, “Dördüncü Cumhuriyet ve ‘Cumhur,’” Birikim Dergisi, https://birikimdergisi.com/haftalik/11387/dorduncu-cumhuriyet-ve-cumhur.
[14]https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t01/c001/cs__01001001.pdf
[15]https://www5.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa_2018.pdf.
Kaos GL dergisi bir tık uzağınızda
Bu yazı ilk olarak Kaos GL Dergisinin Dünden Bugüne dosya konulu 193. sayısında yayımlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notabene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.
*KaosGL.org’ta yayınlanan köşe yazıları, KaosGL.org’un editoryal çizgisini yansıtmak zorunda değildir. Yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Etiketler: insan hakları, aile, siyaset, tarihimizden, anayasa, araştırma, inceleme, yorum