06/11/2023 | Yazar: Umur Çağın Taş

Hatırladıkça kanımdaki lubunya-yuvarlarının sayısını artıran filmlerden bir çelenk yapıp koyacağım önünüze. Biraz aşınmış yollar, biraz dirilten yüzleşmeler, biraz da bugünden göz kırpanlar…

Boyun eğmeyen kuir filmler Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Kaos için kaleme aldığım ilk yazının bir sene ertesinde klavyenin başına bu hislerle oturacağımı tahmin edebilir miydim acaba? Edemezdim belki ama biri söylese ikna olmakta güçlük çekmezdim herhalde. Ürkek gibiyim ama korkmuyorum. Yorgun gibiyim ama nerede direneceksek orada sonsuza kadar dikilmeye hazırım. Soran olsa bittim, tükendim tabii ki. Ama bataklıkta bile yeşermeye nasıl alışmışım. Ağzından tükürüklerini saçarak hedef gösteren koltuk sahiplerinin, emirlerine amade kuvvet birimlerinin ve yangını körüklemeyi tıynet edinmiş avamın karşısında bir sürü kaderdaşımla dimdik duruyorum. Kimi için bu coğrafyada doğmuş olmanın bir getirisi, ne kadar düşersen düş yeniden kalkabilme kabiliyeti. Hiç kusura bakmasın o kimileri de, ben hiç buna yoramıyorum. Hatim ettiğim kuir bir tarih, canını ondan sonra gelenler için vermiş, yaşam hakları ellerinden alınmış, isimleri belleğime kazınmış yüzler hep benimle. Umudu da geçmişin bazı bazı acımasız sayfalarını karıştırıp, dünden bugüne kat ettiğimiz yola bakarak buluyorum. Yokmuş gibi davranılan, hor görülen, öldürülen ve canı her daim acıtılan LGBTİ+ hikâyelerinin verdiği dayanma gücünü, huzurumun sözlük karşılığı olan sinemayı kullanarak sizlerle paylaşmaya çalışacağım izninizle. Hatırladıkça kanımdaki lubunya-yuvarlarının sayısını artıran filmlerden bir çelenk yapıp koyacağım önünüze. Biraz aşınmış yollar, biraz dirilten yüzleşmeler, biraz da bugünden göz kırpanlar… 

Aşınmış Yollar 

Seksenlerde devlet ve ilaç şirketlerinin salgını tek bir zümreye atayarak tahribatı büyüttüğü AIDS salgınıyla ilgili filmler genelde haklı bir karanlık tona sahip oluyorlar. Hem LGBTİ+’ların yaftalanması, hem de enfeksiyonun bulaşıcılığının önüne geçmektense ilacın dağıtımının yavaşlatılmasıyla alakalı sayısız film ve belgesel tüketilebilir. Ben ise içlerinden yalnızca bir tanesini hatırlatacağım sizlere: 1985 (2016). Malezyalı yönetmen Yen Tan’ın ABD’de çektiği, Olive Kitteridge serisinin depresyonlu Kevin’ı olarak tanıdığımız Cory Michael Smith’in başrolünde yer aldığı yapım, kaçınılmaz sonu siyah beyaz bir kreşendoya çeviriyor. Noel sebebiyle New York’tan memleketi Texas’a aile evine ziyarete gelmiş ve muhafazakâr ebeveynlerinden sakladığı bir değil, iki büyük sırrı olan ana karakterin sırtındaki yük bir hayli ağır. Neredeyse ışığı göremediği, suyun yüzeyine çıkıp nefes alamadığı bir dipten giderek daha da aşağı çekiliyor. Ama büyümek mecburiyetinde bırakılan, travmalarını oyun parkına çeviren, aidiyet duygusunu seçilmiş ailesinde bulan herkes gibi son nefesinde bile kendi olabildiği için gururlu ve hatta Madonna fonlu ölüm döşeğinde bile daha fazla yaşamaya dair değil, yaşadıkları ve onun gibi yaşayacaklar adına umutlu.  

Biz burada önce temel hak ve özgürlüklerimize kavuşabilme mücadelesi verdiğimizden okyanusun diğer tarafındaki kazanımlar peri masalı gibi gelse de Sundance’ten ödüllü The Case Against 8 (2014), mühim bir belgesel. 2009 yılında yaptıkları evliliğin resmî cüzdanını alamayan Kristin Perry ile Sandra Stier’ın o dönem California eyaletinde görev yapan Arnold Schwarzenegger’a açtığı davayı konu almakta. Davanın özü de, bir yıl öncesinde eyalet sınırlarında evlilik eşitliğini yasaklamak üzere ortaya atılmış bir yasa teklifi için gitmesine dayanmakta. Dönemin senatörü Dennis Hollingsworth ve örümcek ağı bağlamış fikirlerine karşı verdikleri haklı ve dişli mücadele yargının bağımsız olması hâlinde neler elde edilebileceğinin önemli bir kanıtı. Ben Cotner ve yakın tarihte Good Night Oppy’i çeken Ryan White’ın yönettiği yapımın bu kadar az bilinmesini de cafcaflı bir anlatı kurmak yerine, bütün olayın absürtlüğünü en basit hâliyle ortaya koymasına bağlıyorum. 

Dünyanın en iyi ülkesi olduğuna, etrafında ne olup bittiğinin farkına varmayan vatandaşı haricinde kimsenin inanmadığı ABD’nin, LGBTİ+’lara vaat ettiği sözde konforlu hayatı bir belgeselle daha güzelliyor gibi olacağım ne yazık ki. Esas amacım ise birlik olduğumuzda neleri başarabildiğimizi hatırlatabilmek. RuPaul’s Drag Race fenomeni ve eşsiz klasik Paris is Burning’in (1990) kesişim kümesi olan HBO belgeseli Wig (2019), Woodstock’a alternatif olarak yapılan Wigstock Festivali’ni konu almakta. İlk başladığında küçük bir kitleye hitap ederken 11 Eylül sonrası profili değişen ve artık drag queenlerin sahne aldığı, anaakıma göz devirmeye meyletmiş etkinlik, kuirlerin bağıra çağıra varoluşlarını kutladığı önemli bir durak. Her yaştan ve her kesimden lubunyayı aynı parka toplayıp ahlaksızlığa davet ederken bir televizyon kanalında yayınlandığı için uslu durmaya da özen gösteriyor. Ama minik bir Wigstock araştırmasıyla desteklendiğinde öğreneceklerinizin ucu bucağı yok. 

Cinsiyet uyumlama ameliyatı hakkında bildiklerini aralarına yeni katılanlarla paylaşarak İspanya kırsalında bir uçtan diğer uca yol alan altı kişiyi takip ediyor cinema verité örneği belgesel Sedimentos (2021). Sadece bu film için görüşülen trans kadınlardan vizyonunun uyuştuklarını alıp dahice bir yapım çıkarmış ortaya yönetmen Antonio Giménez Rico. Üzerindeki tarih çok yeni, ama anlatılanların geçerliliği çeyrek asırdır korunmakta. Öyle de güzel bir uyum var ki bu minik ekibin arasında, bütün koyu sohbetlerde kimin ne olduğu unutuluyor da ortak deneyimin borusu ötüyor sadece sanki. Asırlardır birbirlerini koruyan kollayan kuir ailelerin kurgudan bile daha gerçek manzarası biterken, dostlarımızdan ayrılıyormuşuz hissi ağır basıyor. Edindiğimiz hakların çetelesini tutan kadınların bir film şeridine sığan yoldaşlıkları seyirciye de tesir ediyor. 

Dirilten Yüzleşmeler 

“Kuir çocuklar yoksa, neden daha ilkokul sıralarında zorbalık görüyoruz?” sorusunu sıklıkla tartıştığımız şu günlerde trans olarak açılan bir çocuğun hikâyesini dinlemenin size çok iyi geleceği kesin. Steve Zahn’ın evladını sevmek ve onu anlamak haricinde başka tek bir görevi olmadığının bilincindeki şefkatli babayı oynadığı Cowboys (2020), can acıtan gerçekleri saklamadan, her şeyi bütün çıplaklığıyla masaya koymasına karşın başka türden bir güneşin doğmasına sebep oluyor sanki. Olması gerekeni değil de, karşılaşması muhtemeli gösteriyor. Kendin olabilmek için verilen mücadelede kim olduğunuzu sorup, sonra da nasıl bir destek göstererek doğru yolda ilerlenebileceğini anlatıyor. Netflix’in hit dizisi Heartstopper kadar büyük bir “ebeveynlik dersi” verdiği iddia edilemez, ancak korkuyla hareket eden, onlara eksik öğretilenlerin hizasında manevra yapan anne babalara öğüdü bol. 

Geçtiğimiz sene Cannes Film Festivali’nde Belirli Bir Bakış bölümünde gösterilen ve hem Jüri Ödülü’nü hem de Queer Palm’ı alan, gösterimi Pakistan’da yasaklanmasına rağmen Oscar’ın uluslararası film kategorisine gönderilip kısa listeye kalmayı başaran Joyland (2022), sevmelere doyamadığımız And Then We Danced’in yürüdüğü yollardan geçiyor denebilir biraz. Hem dev bir umut denizi, dalgalara rağmen o tuzun ve yüzüyor olma hissinin verdiği inanılmaz dinginliğe sahip; hem de karanlığa gömülüp, insanın kolunu kanadını kırıyor biraz. Ataerkiye boyun eğmiş bir ailede oğlan çocuk doğsun uğraşları sırasında “erotik” olarak kodlanmış bir dans grubunda çalışmaya başlayan evin oğlu ve tanıdığı anda vurulduğu trans kadın şarkıcı merkezinde olsa da jenerasyonlar, sınıflar, cinsiyetler arası her çatışmayı incelikle ele alan bir film Joyland. Buruk ama bir o kadar da mutlu uğurluyor seyircisini. Hikâyelerimizin anlatıldıkça kıymet göreceğinin, hedefindeki insanlara ulaştıkça değerleneceğinin de mutlak bir kanıtı ayrıca. 

İrlanda’nın bağrından kopmuş, tamamen saf niyetlerle kotarılmış Dating Amber’ı (2020) anmazsam olmaz. Heteroseksüel dayatmanın bütün bayağılıklarını en basit ama bir o kadar da etkili yollardan ortaya koyarken coğrafyaya has mizahı ve cazibeyi de çok iyi kullanıyor. Biri gey, biri lezbiyen, birbirlerini kamufle ederek öğrencilik yıllarını eriten iki dostun  dayanışması birliğimizin yapıtaşı gibi bir şey zaten. Neredeyse her kavşakta yanlış seçimler yapan ana karaktere, henüz dünyaya açılmamışken aldığınız bütün kararları gözden geçirerek baktığınızda içinizden bir ana çıkması mümkün. Sadece esas oğlana değil, minik bizleri de sarıp sarmalatıyor, sanki bir zaman makinesine sokuyor çünkü Dating Amber. Bak neler neler başardık hep beraber, inan o güzel günler kapıda diyebilmek isteyen varsa küçüklüğüne, mutlaka deneyimlemeli bu kucaklayıcı, kendini – iyi – hisset filmini. 

Bugünden Göz Kırpanlar 

Hollywood’ta başlayıp dünyaya yayılan fırsat eşitliğinin geleceğe daha ümit dolu bakmamızı sağladığı kesin. Artık sinemada, televizyonda, görsel medyanın popüler ayaklarında bize, seçilmiş ailelerimize, dostlarımıza benzeyen karakterleri izleyebiliyoruz. Festival gösterimlerinden sonra henüz vizyona uğramayan Passages (2023), “umut” konseptiyle ters düşen bir konuya sahip olsa da toksik ilişkilenmelerin eşcinseller arasında da var olduğunu ve hatta bambaşka biçimlere büründüğünü hatırlatan bir yapım. Başına Franz Rogowski’nin canlandırdığı gibi bir bela almış her lubunyanın belki intizar ederek, belki suçluluk duygusunu uyandıran ufak bir özlemle anacağı canavarı öylesine tanıdık ki… Filmi izlerken, bizim gibi düşünüp yaşayanların eline kaynakların geçtiğinde ne kadar da aşina olduğumuz sonuçlar doğduğunu fark ediyor insan. Demek ki mesele var olmayışımız değil, bize fırsat sunulmamasıymış diye düşündürüyor yeniden.  Ama devran dönüyor, sıra bize de geliyor. 

Andrew Ahn’ın yönettiği, Joel Kim Booster’ın yazdığı Fire Island (2022) da benzer bir şekilde düşünülebilir. Görünürlüğümüzün artmasıyla birlikte Jane Austen’ın meşhur Aşk ve Gurur romanının kuir bir kılıkla bugüne uyarlandığına ve hatta meşhur yazlık semt Fire Island’a taşındığına şahitlik ediyoruz bu filmde. Her türlü sınırın ihlal edildiği ya da sınavdan geçtiği adada yine aşinalığa indiriyoruz kalkanlarımızı. Her rengin yer aldığı arkadaş gruplarındaki stereotiplerin varlığı, seçilmiş ailemizin içerisindeki disfonksiyonellikler, yenilenmiş Mr Darcy ve Elizabeth’te vücut buluyor. Kim olduğunu keşfederken gençliğini yaşayamayanlar, sevmeye sevilmeye rötarlı atananlar, kimlik kaybını deneyim eksikliğine eş tutanların arasında bir denge kurarak 21. yüzyılın popüler gay kültürüne hizmet ediyor bütünüyle Fire Island. Mizah anlayışımızı değiştiren Twitter’ın büyüttüğü jenerasyonun filmi oluyor hatta. Beyazperdede irili ufaklı rollerde bir kez daha kendimizi görme imkânına erişiyoruz. 

Tum bu popülist seçimlerin yanı sıra bugün konuştuğumuz meselelerle ilgilenen, sessiz sedasız yapımlar da var elbette. Hong Kong yapımı Suk Suk (2019), hayatlarının son çeyreğinde birbirlerini bulan iki yaşı büyük geyin, arzu dolu nahif aşkını anlatıyor. Yaşlandığımızda yanımızda kimin olacağına dair soruları da gündeme getirip yutkunmayı güçleştiren yapımın farklı bir zamandan sesleniyormuş hissiyatı bâki elbette. Ne de olsa baskıyla heteronormatif evlilikler yapmış ve nihayetinde boşanarak ya da eşlerini kaybederek yalnız kalmış iki erkeğin öyküsü yeni jenerasyonlarda karşılık bulma konusunda sıkıntı çekecek nitelikte. Yalnız belli bir yaştan sonra aşkın, seksin öldüğünü, bilhassa da toksik cis gey çevrelerde 40 yaş üstüne yoklarmış gibi davranılan gerçekliğimizde farklı bir yere dokunuyor. AIDS epidemisinde kaybettiğimiz nesil sebebiyle, bizden önce var olmuşların yaşlandığını görememek de bu garip ayrımcılığa yol açtığında Suk Suk’un da umut aşılayan bir yüzü olduğuna inanıyorum kuir sinemada. 

Yarından çekinmeyen, umutları yeşerten filmleri bir araya toplamam gerektiğini öğrendiğim andan beri aklımdan silinmeyen o filme geldi sıra: Çilingir Sofrası (2022). Ali Kemal Güven’in yazıp yönettiği, Ahmet Rıfat Şungar’ın bir kez daha bu nasıl bir yetenek diye sorgulattığı, Barış Gönenen’in akıl almaz performansıyla bilhassa son kareye damgasını vurduğu, Nazan Öncel ve Ecrin Bolkar’ın sesleriyle hatıralara kazınan yapımı şu satırları okuyan neredeyse herkes izlemiştir, biliyorum. Ama bir kişiye daha ulaşacaksa ne mutlu bana. Milenyal eşcinsellerin tanıdık bulacağı sayısız yaşanmış ve travmalar sandığından çıkardığı aşinalık seviyesi yüksek hatıralar bir süre seyirciyi oyaladıktan sonra, feminenlik sohbetiyle sinyallerini verdiği çok mühim bir final yapıyor Çilingir Sofrası. Dördüncü duvarı yıkarak seyircisinin içine işleyecek bir bakış bırakıyor iki eski yakın dostun yıllar sonra gelen kaçınılmaz buluşmasının ardından. Geçmişe dönmeyeceğimizin, geri adım atmayacağımızın, bizi yıllarca dolaplara tıkamışlara boyun eğmeyeceğimizin manifestosu o bakış. İzlediğim günden beri gitmiyor aklımdan. Kendi olmaktan kati surette vazgeçmeyen her lubunyanın da hafızasına kazındığına çok eminim. 

Kaos GL Dergisine ulaşın

Bu yazı ilk olarak Kaos GL Dergisinin Umut dosya konulu 191. sayısında yayınlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notebene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: kültür sanat
İstihdam