10/06/2021 | Yazar: Sezgin İnceel

Evet, hayat acımasızdı, soğuktu, zalimdi, garipti. Ama bu karmaşanın içinde yalnız değildik. Hayatımda bu hissi bana ilk veren şey müzik olmuştu.

Bozulan kasetler, kopan bantlar ve bağlanan hayatlar Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Çocukken kurduğumu hatırladığım en ilginç cümlelerden biri “müzik benim en iyi arkadaşım”dı. Hem tek çocuk olmak hem de farklı olduğumu hissedip onun ne anlama geldiğini tam olarak bilememek, açıklayamamak ve anlaşılmamaktan korkmak ekseninde sıkışıp kalmışken, müzik hep sığınağımdı. Yeni çıkan şarkılar, almak istediğim albümler, param yetmediği için arkadaşlardan çekmek zorunda kaldığım kasetler ve o kasetlerin bantları koptukça sarmak için kullandığım kurşun kalemler. Akran zorbalıklarını, dalga geçmeleri ve arada ev telefonumuza anonim kişilerden gelen hadsiz küfür ve tehditleri kurşun kalemle hiçbir şey olmamış gibi geri sarmaya çalıştığım günler. O arada bir yerlerde büyüdüm. Müzik derslerinde İstiklal Marşı’nı yönetmem, Türkçe derslerindeki övgü gören kompozisyonlarım ve anketlerde hep “sınıfın en kibar insanı” çıkmam (içten içe herkes bilir bunun ne anlama geldiğini) dışında pek kimsenin yüzüne bakmadığı bir yerlerde kaldı çocukluğum. Büyürken gelişen teknolojilerle beraber, bozulan kasetler, kopan bantlar ve kurşun kalemler yanımdan bir bir ayrılsa da müzik ve onun tamircilik yeteneği beni hiç bırakmadı. O yüzden hem yalnız hem de çok zengin ve kalabalık büyüdüm ben sanırım.

Küçükken çevremle ve kendi kendime kurduğum diyaloglara müzik büyük katkıda bulundu. Müzik mi o diyalogları doğurdu, o diyaloglar mı beni müziğin kucağına attı, bilmiyorum. Ama (özellikle içsel) diyaloglarım ile müzik elele verip beni birlikte büyüttüler, onu biliyorum. Mesela aşk. O zamanlar dinlediğim şarkıların hemen hemen hepsinin ana temasıydı. Halbuki ne kadar uzak bir kavramdı bana. Ben o şarkılardaki kadar sevebilir miydim? Sevgi diye bir şey var mıydı? Bu kadar yoğun aşklar yaşanır mıydı? Aşk benim için sadece şarkılarda yer alan çok soyut bir kavramdı. Rengini sorsanız koyu kırmızı değil, açık mavi derdim. Öyle azdı yoğunluğu. O yüzden çok anlamazdım kıskanmak ne demek, aşk acısı çekmek ne demek, ayrılmak ne demek, ilişkide olup da kendini yalnız hissetmek ne demek. Sevmek ve sevilmek defterlerini henüz içlerine bir şey yazmadan önce kapatmıştım. Bende bir gariplik olduğunu kabullenmiş, payıma düşene razı olmuştum. Yine de şarkılarla başka sevdaların bilançolarından öğrenmiştim âşık olmanın insana katabileceklerini, insandan götürebileceklerini. Aşkın ne olduğunu deneyimlemeden çok önce hissetmiştim acısını karnımda. Diğer taraftan rock müzik asi yönümü cezbederdi. Dışarıdan uysaldım, suskundum, usluydum, ama içimde Marilyn Manson’lar, Bon Jovi’ler, Metallica’lar kopardı. Kızgın ve yalnız çocuk, zorbalıklara karşı headbang yapardı. Evet, hayat acımasızdı, soğuktu, zalimdi, garipti. Ama bu karmaşanın içinde yalnız değildik. Hayatımda bu hissi bana ilk veren şey müzik olmuştu.

Rock sevdasına tezat olarak içimdeki zıpır, pop müziğin renkliliği ve ihtişamından etkilenmeden de duramıyordu. Spice Girls domine ediyordu mesela pop müzik piyasasını ben büyürken. Her biri farklı bir rol üstlenmiş, ama kendileri olma konusunda iddialı, hepsinin birbirini olduğu gibi kabul ettiği 5 kişilik bir “kız” grubu. Ben o zamanlar lubunya olmak ile Spice Girls arasındaki ilişkiden bihaberdim. Ama bu beş kadının kendilerini diledikleri gibi var etmeleri (ya da benim dışarıdan öyle sanmam), benim de kendimi dilediğim gibi var edebileceğim inancını aşılamıştı içime. En azından o müziği açıp, o dünyanın içine dalabildiğim sürece ben istediğim Sezgin olabilecektim ve kim olduğumun hesabını vermek zorunda kalmayacaktım. Büyüyüp de Spice Girls’ün dünyanın farklı yerlerinden lubunya fanlarının teşekkür videoları çekip, benimkine benzeyen kendi hikayelerini anlattıklarını gördüğümde tüylerim diken diken oldu. Onca zaman hayatımda hiç görmediğim ve tanışmadığım insanlarla aramda bir bağ olduğunu fark ettim. Birbirinden habersiz doğmuş, ama uzay boşluğunda bir yerlerle buluşmuş yalnız diyaloglarımız. Benzerini Eurovision şarkı yarışmasında da gördüm. Çocukluğumdan beri anlam veremediğim şekilde çok sevmiş ve hep takip etmiştim bu yarışmayı. Oysa benim çocukluğumun Eurovision’u bugünkü kadar lubunya değildi. Hatta belki de hiç değildi. Neydi peki beni çeken, ümitlendiren, kendini keşfettiren Eurovision’da? Bu sorunun cevabını hâlâ verebilmiş değilim, ama düşünmeye devam ediyorum. Günümüzde artık Eurovision eşittir eşcinsel erkek festivali gibi bir algı oluştuysa, bunun dıştan gelen değil de içten köklerinin nereye uzandığını çok merak ediyorum.

Çoklu zekâ kuramı bize ne anlatıyor?

Kuşkusuz kendini bu verdiğim iki örnekle bağdaştırmayacak lubunyalar olacaktır. Başka müzikleri, başka kahramanları, figürleri olan. Başka müziklerle bağlanan. Müzikle ilgilenmeyen, bağlanmayan. Ya da tamamen figürsüz olan. İnsan söz konusu olunca büyük genellemelere inanmıyorum. Ama teoriye geri dönüp bu minik minik gönül ilişkilenmelerini nasıl açıklayabiliriz diye merak etmeden de duramıyorum. Örneğin Gardner’ın Çoklu Zekâ Kuramına göre zekâ sandığımız şey var ya da yok’a indirgenemez. Bunun yerine farklı zekâ türlerinden bahseder Gardner: Müzik zekâsı, dil zekâsı, matematik zekâsı, uzamsal zekâ gibi. Bunlardan normalde hepimizde belli dozlarda olduğunu, o an içinde bulunduğumuz duruma göre bir kısmının ön plana çıkabileceğinden bahseder. Kimi insanlarda ise, bu zekâ türlerinden birinin ya da birkaçının keskin bir şekilde diğerlerinden daha çok gelişmiş/öne çıkmış olduğunu savunur. Keman sanatçısı Yehudi Menuhin’in müzik zekâsının veya beyzbolcu Babe Ruth’un bedensel-kinestetik zekâsının çok gelişmiş olması gibi. Bu zekâ türlerinden iki tanesi diyalog kelimesini düşündüğümde diğerlerinin arasından sıyrılıp hemen yanıp sönmeye başlıyorlar: Kişiler arası zekâ (interpersonal intelligence), kişilerin başkaları ile iletişim kurabilme yetenek ve becerilerini, içsel zekâ (intrapersonal intelligence) ise kişinin kendisi ile olan diyaloglarını kapsıyor.

Gardner’a göre günlük hayatta zor durumları çözmek veya hayatta kalmak için, bu zekâ türlerinin birkaçının ya da hepsinin kombinasyonlarını kullanıyoruz. Peki o zaman bastırılmış, sesleri kısılmış, kendilerini arayan lubunyalar için sanatın, müziğin ve diyalogların birbirinden beslenmesinde bu zekâ türlerinin ilişkisinden bahsedebilir miyiz? Yukarıda anlattığım örneklerde de görüldüğü gibi ben, müziğin hep içsel ile hem de kişiler arası bir köprü olduğuna, hepsinin birbirini karşılıklı beslediğine inanıyorum. Hepimizin örnekleri farklı, ama buluştuğumuz yerler birbirine benziyor. Kim kimi önce doğurmuş, bilmiyorum, ama aramızda sandığımızdan daha kuvvetli bağlar olduğunu hissediyorum. Çocukken kurduğum cümle hâlâ başucumda, “müzik hâlâ benim en iyi arkadaşlarımdan biri”. Ama ne mutlu ki bugün onun dışında başka arkadaşlarım da var. Kocaman bir ailenin parçası gibi hissedebiliyorsam kendimi, bunda müziğin kendimle ve başkaları ile kurduğum diyaloglara katkısı olduğunu biliyorum ve bunun için minnettarım.

Kaos GL dergisine ulaşın

Bu yazı ilk olarak Kaos GL dergisinin Diyalog dosya konulu 176. Sayısında yayınlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notebene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: kültür sanat, yaşam
nefret