29/03/2010 | Yazar: Kaos GL

Ferzan Özpetek, İtalya'nın Lecce şehrinde çekt

Ferzan Özpetek, İtalya'nın Lecce şehrinde çektiği 'Serseri Mayınlar'la İtalya'yı salladı. Galayı Gaziantep'te yaparak Türkiye'yi hareketlendirdi. Sadece üç gün önce sarf edilmiş bakan görüşüne hiç planlanmadan verilen cevapsa en güzel sürprizdi. İçinden sadece gerçek hayat geçen filmin geri planını yönetmeni anlattı.
 
Filmlerinin çoğunda olur, sinema perdesinden içeri sokulup o evlere, müziklere, o sofralara ilişme isteği. Bazen bir arkadaş evinde kurulmuş kocaman, kalabalık bir masaya bakınca, birinin ağzından çıkar; “Ferzan Özpetek filmi gibi!” diye. Şimdilerde ‘Serseri Mayınlar’la (Mine Vaganti) yine kendi kaleminden, hayattan topladıklarından bir şeyler anlatıyor Ferzan Özpetek. Yine şahane müzikler, çok rahat ‘Tanıyor gibiyim’ diyebileceğimiz kadınlar, adamlar, mevsimin rengine, seslerine cuk diye oturan, bahar kokan bir film. 

Kocaman bir evde yaşayan kalabalık ailesine gay olduğunu, sandıkları gibi işletme değil edebiyat okuduğunu, yazar olmak istediğini, kendini böyle mutlu hissettiğini söylemek üzere kasabası Lecce’ye gelen Tommaso’nun planları altüst olacak; üstüne, abisinin söyledikleriyle dağılan ailesini toparlamakla meşgul bulacaktır kendini. Bu sefer dostlarımızla kurduğumuz ailelerimize değil, biyolojik ailemize bakıyor Özpetek. Filmi yaparken kendi babasına, çocukluğuna, ilkgençliğine dönmesi bundan. Filmi babasına adaması da...

İtalya’da başta Lecce olmak üzere gittiği her yerde bağra basıldı, cümbür cemaat izlenildi, beğenildi ‘Serseri Mayınlar’. “Mutlaka kötü bir şey de söylerlerdi” dediği İtalyan basınında misal, bu sefer hiç olumsuz eleştiri çıkmamış. “Bu bir gay filmi değil” diyor, değil de. Yine de filmden çıkıp caddeye kıvrılır kıvrılmaz kendimi rengârenk kostümleri, ‘mikroplu’ fısfıslarıyla, bakan beyanı ‘Eşcinsellik hastalıktır’ı protesto eden topluluğun arasında bulunca, Özpetek’in yaşayıp da filmlerine serpiştirdiği tesadüflerden birinin içine düşmüş gibi oluyorum. ‘Serseri Mayınlar’dan aklımda kalan şarkılar, yüzler ve sözleri ona sormanın vakti...

Hep insanın kendini bulması, kendi seçtiği ailesiyle, hayatla başa çıkmaya çalışmasına dair öyküler izledik sizden. Umutluydular da ama her defasında hazmı zor ölümler, yok oluşlar vardı. ‘Serseri Mayınlar’da tüm bunları daha çok güldürerek yapıyorsunuz. Umursamaz, ‘ti’ye alan bir tavır bile var sanki...
Öyle bir tavrım var ama şu da var. İtalya’da bir İtalyan’ı durdurup deyin ki ‘Sana ciddi bir-iki şey söylemek istiyorum. Hayatla ilgili, birtakım fobilerimiz üzerine’, kaçar gider. Ama durdur de ki, ‘Sana bir fıkra anlatmak istiyorum’, o fıkranın içine de ciddi olarak söylemek istediklerini koy, o zaman dinler. 

Biraz yaşla da ilgili bir şey mi acaba, öyle bir dönem mi?
Yoo... Gülmeye, dalga geçmeye ihtiyacım var, çünkü başka çarem yok. Ağlamaktan başka bir de gülmek var! Her şeyin çok güzel olduğu dönemde insana böyle bir şey geliyor. Özel yaşantımın dışında gördüğüm dünyada ağır şeyler oluyor, o yüzden de gülmek gerekiyor. Sezen Aksu’nun şarkısı vardır, ‘Şimdi Şarkı Söylemek Lazım’. Ben de ‘Şimdi gülmek lazım’ diyorum.  

Filmdeki, Türkiye’den bakınca da aşina olabileceğimiz bir aile, o tipler ne kadar gerçek?
Akdeniz aileleri birbirine benziyor. İtalya’nın güneyindeki aileyle İstanbul’daki aynı şekilde... Geniş bir aile çizdim; babaanne, hala aynı evde... Hala, annemin arkadaşı olan üç teyzemin tiplemelerinden tek kişiye soktuğum bir kişilik. Güzin teyze Kalamış’ta, bizim yandaki evde otururdu. Bahçe içinde evler... Bazı geceler, sevgilisi evine gelirdi. Gece 3’te adam çıktığında “Hırsız var, hırsız var!” diye bağırması duyulurdu Güzin teyzenin. Hiç anlamazdım o zaman. Kahvaltıda Pakize hanım, anneme derdi ki “Bu gece Güzin hanıma yine hırsız girdi.” Annem de “Evet, evet... Oradan o şeyi versene...” diye cevap verirdi hiç çaktırmadan. O beni yıllar sonra çok güldürdü. İçki seven bir teyzem vardı. Teyzem dediğim, annemin arkadaşlarını ‘teyze’ diye çağırırdım. Öksürüp öksürüp kaşıkla cinzano içerdi. Onları buldum. 

Babada da esinlenme var mı?
Filmi çekerken babamı çok hissettim. Ennio Fantastichini’nin yürüyüşünde, konuşmasında... Bir kadın sigarasını eline alırdı, babam on metre öteden atlar, sigarasını yakardı. Filmin yarısındaydım, şunun farkına vardım. Sinemaya karar verdiğimde babam da bana İtalya’da iş bulmuştu. İşi kabul etmeyince, “Üç yıl geçti, artık para göndermeyeceğim” demişti. “Başımın çaresine bakarım” dediğimde, babamın bana kızgın bakmasında, aynı zamanda bir hayranlık olduğunu yeni fark ettim. O çok hüzün verdi içime. O yüzden babama adadım filmi. Bütün babalara adıyorum. Çünkü anne-baba çocuğunun ne yaptığını değil, mutlu olup olmadığını sormalı kendine. Ben üniversiteyi hiç bitirmedim. Üç imtihanım var üniversiteden, kalmış yıllardır. ‘Hamam’ı yapmışım, ‘Harem Suare’yi yapmışım, babam hâlâ diyor ki, “Şu üniversiteyi bitir, bir gün işine yarar.” Bana fahri doktorluk verildi bir üniversiteden, onu alırken babam yoktu. Ağlamaya başladım... 

‘Oğullarım dizimin dibinde olsun’ diyen bir baba mıydı?
Hayır, annem-babam hiç öyle değillerdi. 16 yaşımdayken bir aylığına Paris’e gittim. Abilerimin ikisi de makine mühendisiydi. Sinemacı olmak, babamın gözünde sirkte çalışmak demekti. Filmde çocuk “Ben gay’im” diyor, ‘Bir sirkte akrobatlık yapacağım’ da diyebilir ve şoke olabilir babası. Baba-anne ilişkisinden söz ederken cinsellikten bahsetmiyorum sadece, bütün ilişkiler... Hepimizin bir kompleksi vardır, herhalde 70-80 yaşına gelsek de değişmeyecek anne-babamızın hoşuna gitmek. MoMA’da bana retrospektif yapıldı, her şey çok güzel, müdire benim hakkımda konuşuyor, salon kalabalık... Aklımda olan tek şey ne; ‘Annem-babam burada olsaydı’... Çok komik geliyor bu, diyorum ki Ferzan komiksin! Bu filmde şunu anladım. Belirli seçimlerim oldu, babam karşıydı ama bana hayranlık duyuyordu. Yaşasaydı çok daha fazla hayranlık duyacaktı. 

Filmi çektiğiniz şehir Lecce gerçekte de öyle midir?
Bütün küçük şehirlerde aynı ortam var, herkes birbirini biliyor. “Bir evde böyle bir olay olduğunda duyulur mu şehirde?” diye sordum. Lecce’lilerin hepsi dedi ki, “Bir saat sonra bütün şehir bilir. Nasıl bilmiyoruz ama bilir.” 

En baskın karakterlerden biri babaanne. Onun hamurunda kimler var?
Babaannenin hikâyesi filmin çerçevesi. Çok hoşuma gidiyor. Gerçek biri değil. Tanıdığım çok insan var onda. Hayatımla ilgili bir şeyi tam olarak sahneye koymam, esinlendiklerim olur... Filmin hikâyesini de New York’ta yaşayan bir İtalyan arkadaşım anlatmıştı, ‘Beş yıl önce bir akşam yemeğinde abim böyle böyle yaptı’ diye. O söyleyecekken, abisi 15-20 gün önce ailesine açıklamada bulunmuş. 

Bütün filmlerinizde yaşanmış şeyler, başınıza gelen tesadüfi durumlar var.
Kendisi yazan her yönetmenin mutlaka vardır. Mesela ‘Hiç Emel’ dediğimiz bir arkadaşım var. Ağustosta bir partiye gittik. Kapıda çantasından çıkarıp topuklu ayakkabı giydi. Oradan dedim ki filmdeki kıza da bu şekilde ayakkabı giydirelim. 

Babaanne “Hayatı dört duvar arasına hapsetmeyin, hepimiz öleceğiz. Sonra geri geleceğiz her şey gibi” diyor. Bu sizin de ölüm fikriyle başa çıkma yolunuz mudur?
Ölüm fikri canımı çok sıkıyor, onun için de böyle davranıyorum ona, sinek gibi... (Eliyle kovalama işareti yapıyor) Hayat televizyonun gölgelerinin olduğu odalarda değil. Onu demek istiyorum. Kendimce. Dışarıda, sokaklarda, yollarda hayat var. Birisini aramak istiyorsan içeride değil yollarda ara, hayatla ara.

51 yaşındasınız, sekiz filminiz var, İtalya’da da dünyada da çok sevilen bir yönetmensiniz. Ne diyorsunuz dönüp bakınca; ‘Çok şanslıydım’, ‘Amma çalıştım’, ‘Yoruldum!’...
Onlar yerine şu doğru olur; çok güzel dokuz yıllık bir beraberliğim var, çok iyi dostluklarım var, sağlığım aşağı yukarı yerinde. Meşhur olma, şöhret olayı geçici geliyor. Önemli olan, dostluklarınızın olması. Kendimi kuvvetli hissediyorum dostlarım olduğu zaman.

‘Saturno Contro’yu izlediğimden beri güzel bir sofrada, sevdiklerimle geçmiş, filmdeki gibi bir akşamın sonunda ölmek isterim diye düşünüyorum. Siz nasıl ölmek istersiniz?
Yourcenar’ın ‘Hadrianus’un Anıları’ kitabında, İmparator Hadrianus der ki;
“Bir gün gelecek, karşınızdaki bu nehre doğru yavaş yavaş gideceğiz. Nehrin karanlık sularına yavaş yavaş ineceğiz, kaybolacağız orada. Ama o karanlık sulara gözlerim açık olarak inmek istiyorum.”
Ben de öyle istiyorum. Her şeyin farkına varmak, güzel geliyor.

‘Kavaf’ın izlemesi hiç ilgilendirmiyor’
Imdb’de filmin sayfasında kısa bir yazı vardı; “İtalya’da pozitif gay karakter yaratmak bir göçmene nasip oldu” diyor.
Benim ilk akla geldiğim konu yemek masaları ve imkânsız aşklar, gay’ler değil. Sekiz film yapıyorsunuz, beşinde gay konusu olduğunda, gay filmi yönetmeni oluyorsunuz. Türkiye’de çok var ama İtalya’da da var öyle bir ayrım. Ama ben hayatı anlatıyorum. Hayatın içindeki insanları anlattığım için gay’di, değildi, karaydı, sarıydı... Her rengi anlatıyorum. Cinsel özelliklerin, dinin sıradan olmasını istiyorum. Bugün tamamen ayrımcı bir toplumuz, sadece Türkiye değil, İtalya da. Gittikçe çoğalıyor, insanlar tanıdıklarının dışında bir şeyi kabul etmiyor, cinsellikle de ilgili değil sadece. Çok üzücü. ‘Eşcinsel’ kelimesine çok karşıyım. Bir insanın belden aşağısıyla tanımlanmasını ayrımcı buluyorum. Filmde insanlar kullandığı için var ama ben sevmiyorum. 

Selma Aliye Kavaf’ın “Eşcinsellik hastalıktır” dediğini duymuşsunuzdur.
Bir sürü kişiden duydum. Ama bütün dünyada söylüyorlar bunu. İtalya’dan bir arkadaşım da arayıp söyledi, bakanınız böyle böyle söyledi diye. Ona çok güzel bir çare var diyorum hep; 10 tane Aspirin alacaksınız, 10 günde geçiyor! 

Kavaf filmi izlesin ister misiniz?
İlgilendirmiyor beni hiç.

‘Anteplilerle gurur duydum’
‘Serseri Mayınlar’ın Türkiye galası alışılmadık biçimde, Gaziantep’teki Nakıp Ali Sinemaları’nda yapıldı. Türkiye’deki salonların bir elin parmağı kadar olduğu 1924’te, Güneydoğu Anadolu’nun ilk sinematekini Antep’te açmış, çok önemli bir isim Nakıp Ali. Film gibi hikâyesinden etkilenmemek mümkün değil. Çoğu Anteplinin, yönetmen Ferzan Özpetek’i de büyüleyip perdeyi burada açmak istemesine neden olan sinema hâkimiyetini ona borçlu olduğu da ortada. Nakıp Ali’nin açtığı salon, 1994’te kentsel dönüşüm programı kapsamında yıkılana kadar, tam 70 yıl hizmet vermiş. Büyük teşekkürse geçen yıl Fiba Holding’den gelmiş. Nakıp Ali’nin adı şimdi buradaki son derece modern Sinepark kompleksinin başında... 

Gala Gaziantep’teydi, tepkiler nasıldı?
Müthiş. Anteplilerin filmi karşılama haliyle gurur duydum. “Türkiye’de bir devrim oldu. Türkiye prömiyerinin burada yapılması ve böyle bir filmin buraya getiriliyor olması... İki türlü teşekkür ediyoruz” denildi. ‘Orada bir köy var uzakta, gitmesek de görmesek de bizim köyümüzdür’ denir ya. O çok büyük palavra. Gidip görmek, yaşamak lazım. İstanbul’a döndüğümüz gün Başbakan’ın sinemacılarla buluşması varmış. Çok mutlu oldum, dedim ki Başbakan söylemeden, ben kendi kendime böyle bir şey yaptım...
 


Etiketler: kültür sanat
İstihdam