04/08/2010 | Yazar: İsmail Alacaoğlu

Nadir bizi yeni taksi şoförümüze teslim etti. Zaten Lazkiye’den bu yana yerine ulaştırılmaya çalışılan bir paket gibi el değiştirip duruyorduk.

Nadir bizi yeni taksi şoförümüze teslim etti. Zaten Lazkiye’den bu yana yerine ulaştırılmaya çalışılan bir paket gibi el değiştirip duruyorduk. Herkes bizi birilerine teslim ediyordu biz de alık turistler gibi ağızlarına bakıyorduk adamların. Yine saat 5’te Beyrut’tan ayrılıp dağ yoluna tırmanmaya başladık. Tırmandıkça yeşillendi ortalık, mis gibi dağ havası... Önce villa tarzı evleri geçtik sonra küçük kasabalardan geçtik. Beyrut’tan uzaklaştıkça kasabaların, köylerin standardı düştü. Suriye sınırına yaklaştıkça Suriye’ye benzemeye başladı her şey. Bir süre sonra yeşil alanda bitti, sarı toprak, sarı tepeler, sarı binalara dönüştü her şey. Her şey sarardıkça bizim yüzümüz gülüyordu. Görmek istediğimiz buydu. Oysa kendi ülkemizde de doğuya gitsek farkı yoktu Orta Doğu’dan ama ne de olsa Avrupalıydı Türkiye! O yüzden sayılmazdı ne kadar benzese de...

Suriye sınırına geldik. Bizi bir önceki Suriye - Lübnan kapısından daha derli toplu bir sınır karşıladı. En azından insanları düz bir sırada tutacak demirler vardı bankoların önünde ve ister istemez sıraya giriyordu insanlar onaylatmak için pasaportlarını. Sorunsuz ve kısa sürede geçtik sınır kapısından. Bu arada Suriye’de olduğunuzu anlamanın çok kolay bir yolu var. Dağlara, taşlara, arabaların camlarına, yol kenarındaki panolara, evlerin pencerelerine, balkonlarına ve aklınıza gelebilecek her yere baktığınızda Beşir Esad’ın size gülümseyen bir fotoğrafını görüyorsanız Suriye’desiniz demektir. 1 gün önce geride bıraktığımız bu yüzü görünce bir nevi vatanımıza dönmüş gibi hissettik kendimizi. ( Beşir Esad’ın yüzünü asla unutmayacağız hayatımızın geri kalanında) Beşir Esad fotoğraflarda, afişlerde kazınırken beynimize babası Hafız Esad da heykelleriyle selamlıyordu bizi şehirlerin girişlerinde, dağların tepelerinde.

Saat 8 civarı Şam’ın girişine varmıştık ve yeni bir devir teslim töreni için hazırdık. Oysa bu taksi şoförüyle anlaşmıştık şehre kadar götüreceği konusunda bizi ama yerel bir taksiye aktarılmaktan kurtulamadık. Beyrut’tan ayrılmadan önce Nadir bize otel yerine bir daireyi günlük kiralamanın daha uygun olabileceğini söylemişti ve bu şoförümüz bunun için yardım edecekti bize. Yeni taksi bizi aldı ve ondan fazla adamın olduğu emlakçıvari bir dükkana getirdi. İngilizce bilen emlakçı elinde iki tane daire olduğunu söyledi. Biri normal birisi deluxe! O sırada çay ikram etmeye kalktığında hep bir ağızdan şekeri içinde olmasın diye bağırdık ve de mümkünse arabik çay. Çaylarımız geldi, içtik ve daireleri görmek üzere yola çıktık. Normal dairenin kime göre normal olduğunu anlayamadığımız için bizi deluxe olanına götürmesini istedik. Deluxe olana normal demek sanırım daha makuldü ve daha fazla dolaşmamak için tuttuk evi iki günlüğüne. Ertesi gün öğrenecektik ki verdiğimiz paranın üçte ikisine otelde kalabilirdik. İkinci kazığımızı yedik böylece ama Beyrut’tan sonra pek koymadı bize işin doğrusu. O sırada bizi dolaştıran taksi şoförünün istediği para gözlerimi pörtletti. Tam 2.000 suri istemişti ama inat edip 500 suri’ye kapattım. (o bile çoktu ya) Serap da taksi şoförü bizi dolaştırırken yüzüne bakarak onun iyi ve yardımsever bir insan olduğuna dair yaptığı çıkarımdan dolayı pişmandı ve bir daha erken kanaat getirmemek üzere söz veriyordu kendine. 
 
Deluxe evimizin deluxe odalarına yerleştik, biraz hesap kitap yaptıktan sonra attık kendimizi sokağa gece 11 sularında. Bize burayı kiralayan emlakçıya evin adresini hem Arapça yazdırmış hem de okunuşunu yazmıştım kendim bir kağıda. Bunun rahatlığı ile çıktık yola. Evin önünden bir taksiye bindik. Yaşlı sayılabilecek bir amcaya Hamidiye dedik. ( çarşılardan birinin adı) Adam İngilizce konuşmaya başlayınca şaşırdık, az buçuk da olsa anlaşabilmek güzeldi biriyle Suriye’de. Ertesi gün 50 suri ödeyeceğimiz yola 100 suri ödeyerek indik taksiden ve bir lokanta bulmaya çalıştık sarı ışıkla aydınlatılmış caddede. Hemen hemen hiç kadın yoktu ortalıkta ama erkek sürüsü vardı resmen. Aynı durum gün içinde de geçerli ama en azından çarşıda pazarda daha fazla kadın dolaşıyor ortalıkta ama gece parmakların sayısını geçmiyor bu rakam. Meydanın ve caddenin tek kadınını ortamıza alıp en yakın restorana attık kendimizi ve gecenin neredeyse 12 sinde Akil Suri bulduk! (Suriye yemeği)  Altın bulsak o an bu kadar sevinir miydik emin değilim. Afiyetle yedik yemeklerimizi, doyurduk karnımızı ve gayet uygun bir rakam ödeyerek veda ettik yapma çiçeklerle dolu restorana. (Suriye’de pek bir moda bu yapay çiçekler, cırtlak renklerden yapılmış bu çiçeklerin kaynağını bulacaktık Halep’de çarşıda gezerken) Restorandan çıkıp en yakın taksiye yaklaştık, elimizdeki Arapça yazılı adresi gösterdik ama etrafımıza toplanan taksicilerden hiç biri anlamadı ve bizi alıp şehrin öbür ucuna götürürler diye vazgeçtik taksiye binmekten.  Zaten gelirken ben şoförle muhabbet ederken diğerleri geçtiğimiz yolu ezberliyorlardı. Bahadır ve Serap’tan umutlu değildim ama Mehmet iyiydi bu konuda. Ve dedi ki Mehmet “15 dakikada yürürüz bu yolu”... 55 dakika sonra eve vardığımızda kara sular inmişti ayaklarımıza ama en azından evi bulmuştuk. ya parasını ödediğimiz evi bulamasaydık ne olurdu halimiz? Zaten gecenin birinde gayet komikti yolda yürürken halimiz. 3 adet şortlu ve renkli tişörtlü adam (üstelik birinin kulağı küpeli) ve elindeki tuvalet kağıtlarını göğsünde sımsıkı tutan bir kadın (hem de şort giymiş) yeşil minare ışıklarını kutup yıldızı misali kullanarak Türk sanat müziği mırıldana mırıldana yürüyordu Şam’ın erkek bakışları arasında. Zaten en başta işaret olarak belirlediğimiz büyük binanın üzerindeki LG reklamı söndürmüştü ışığını ve bir anlık tereddüte neden olmuştu bizde yolu bulmakla ilgili. Düşündüm ya elektrikler kesilirse diye... Bütün yol izlerimiz ışıkları üzerine kuruluydu çünkü!
 
Ertesi gün ayaklarımızda ağrıyla uyandık ama duş aldıktan hemen sonra attık kendimizi tekrar sokağa. Görülecek yerler vardı ve bizim vaktimiz yoktu! Hamidiye çarşısı, kapalı çarşı, Umayyad camii ve şehrin bilumum noktaları ama hepsinden önce kahvaltı yapmak lazımdı. Bu vaktimiz yok esprisi de sürekli mola vermek ve dinlenmek isteyen Bahadır’ı kızdırmak için çıkmış bir cümleydi ama damgasını vurdu geziye. Evden çıkınca farklı bir merkeze gidelim dedik ve Barzi çarşısı dedik. Kendimizi çok da merkezi olmayan bir yerde bulduk, cadde boyunca küçük dükkanların ve bir kaç pastane ve poğaça börek tarzı şeyler satan dükkanlar vardı. Kahvaltı yapmak düşüncesiyle gelmiştik buraya ama mümkün görünmüyordu. Kahvaltı bulamadık tabi ki  istediğimiz gibi çünkü Kopenhag kriterlerini aratmayacak kriterlerimiz vardı:  hem oturacak yeri olan, hem klimalı, hem çayı hem yiyecek yeri olan bir yer arıyorduk. Barzi’de küçük pide tarzı bir şeyler atıştırdık açlığımızı yatıştırmak için sonra binip taksiye daha merkezi bir yere gittik. Orada da aradık kriterlerimize uygun bir yer. Bulduk da hepsini ama parça parça... Sonra birleştirdik onları bir parkta. Gölgede bulduğumuz bir banka sıralanıp parktaki çocuktan aldığımız çayları köşedeki dükkandan aldığımız çeşitli poğacavari şeylere katık yaptık. Tek eksiğimiz klima idi -oysa en ihtiyacımız olan-. Gölgede bir bank bulduk cümlesinin kolay yazılmışlığına bakmayın. O kadar da kolay olmadı bunu bulmak çünkü o sıcakta herkesin yaptığı ortak şeydi gölgede bir bank bulmak ve herkes bizden önce davranmıştı.
 
Bu kahvaltımızın ardından başladık dolaşmaya Şam’ın Ankara’ya benzeyen caddelerinde ve sokaklarında. Şam gayet düzenli bir şehir. Belli ki özenilmiş güzel olsun diye ama öyle bir albenisi yok açıkçası. Yolda her gördüğümüz şeyin tadına baka baka yürümeye başladık. Kaktüs meyvesi - ki burada da var o- ve bir şeyin sapının suyu denediğimiz şeyler arasındaydı. Ne sapı olduğunu çözemediğimiz şey küflü odun gibi kokuyor ve deli gibi şekerliydi. Her şey neden şekerli bu Şam’da? “Ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü”nde geçen şeker buradan mı geliyor yoksa? Hamidiye çarşısına varana kadar da geçtiğimiz yollar dükkanlarla doluydu, daha çok giyim mağazaları ve kuyumcular vardı burada. Bir de sinemaya denk geldik yolumuzun üzerinde. Şu an hatırlamıyorum ama şimdilerde Türkiye’de DVD’si bile revaçta olmayan bir film oynuyordu Hollywood’dan bir de yerli bir film. Biraz ilerde hem sıcaktan yorulduğumuz hem de Hamidiye Çarşısı’nın ne kadar uzakta olduğunu bilmediğimizden dolayı bir taksiye bindik ve trafiğin içine hızla daldık. Biraz ilerde Tren istasyonu çıktı karşımıza. Çoğu şehirde olduğu gibi burada da tren istasyonu çok güzel bir mimariye sahipti, oldukça da ihtişamlı duruyordu. Eminim ki içi de çok güzeldi ama daha sonrasında vaktimiz olmadı oraya geri dönmek için. Trafiğin yoğunluğundan dolayı 15 dakika kadar sürdü varmamız ama aynı günün akşamüzerinde o yolun aslında yürüme mesafesi olduğunu ve 15 dakikadan daha az sürdüğünü keşfedecektik. 
 
Güzeldi bu kendi kendimize öğrenme halimiz aslında. Avrupa’daki şehirlerde her şeyin nerede olduğunu tüm detayıyla gösteren haritalar ile bir sonraki köşede sizi neyin beklediğini bilirken burada döndüğün köşeden sonra herhangi bir şey var mı yok mu onu bile bilemiyorsunuz. Bu benim bir şehri gezme anlayışıma çok uyduğu için gayet keyif verici geliyor. Belki bazı turistik merkezleri kaçırıyorum ama turistik haritalarda olmayan ama tam da şehrin gerçek ruhunu hissedebileceğim ve gerçek hayatın aktığı sokaklara denk gelebiliyorum ve emin olun şehrin haritalarda olmayan yüzü daha çok gülümsetiyor insanın yüzünü. O yüzden haritasız kaybolmak ve şehri keşfetmeye çalışmak çok daha eğlenceli. Şam’da da yaptığımız buydu ve geçen gün öğrendiğime göre kaçırdığımız bir Hristiyan Mahallesi vardı. Olsun, tekrar gitmek için bir bahanemiz olsun...


Şam Kalesi’nin burcunun hemen bitişiğinde başlayan çarşıya daldık. Bizim kapalı çarşının biraz daha yeni gibi görüneni bu çarşı. Hamidiye çarşısı. Giyimden tatlıya, baharattan oyuncağa, ne sattığını tam anlayamadığımız dükkanlardan rengarenk kumaşların satıldığı dükkanlara kadar uzanan geniş bir yelpazesi vardı bu çarşının. Gayet geniş ve havadar yüksek tavanından ötürü. Ana çarşı yine kapalı çarşı gibi sağa sola daha küçük kollara ayrılıyor. Bir yerde okuduğuma göre bu çarşının uzunluğu 1,5 km yi buluyormuş. O ana çarşının sonuna geldiğimizde kimi yerlerindeki sütunları kırılmış antik bir kapı karşıladı bizi. Buradan sonrası oldukça kalabalıktı çünkü o kapının altından geçtiğimizde biraz ilerde Umayyad Cami vardı ve bu cami sadece bizim görmeyi planladığımız bir yer değildi o yüzden çok kalabalıktı önü. Bu alan 5 bin yıldır hep bir ibadet yeri olarak kullanıldığı için az önce geçtiğimiz kapı da Romalılar döneminden kalma tapınağın giriş kapısıydı. Hemen içeriye girmeye yeltendik ama önce Serap’ı baştan aşağıya kapatmak gerekiyordu. Serap’a örtünmesi için verdikleri şeyi giydikten sonra Serap bir keşiş gibi görünüyordu ve artık hazırdı içeriye girmeye. Caminin özellikle geniş avlusu çok büyük ve çok güzeldi. Bu cami Suriye’nin en önemli camilerinden biri ama sadece Suriye’nin değil tüm İslam dünyasının imrenerek baktığı yapılardan biri. Avlunun etrafındaki üstü kapalı ve bir yanı avluya bakan bölümler birbirinden güzel çinilerle süslü. Avlunun bir köşesinde 4 sütun üzerinde duran küçük yapı ise çok farklı bir hava katıyor avluya. Gölge alanların tümü insanlarla dolu, çoğu uyuyor. Caminin içinde de aynı manzara hakim. İçeride namaz kılandan çok uyuyan insan var. Caminin dört bir köşesinde bir sürü fotoğraf çektik ve gölgesinden biz de yararlandık caminin. Avlunun cayır cayır yanan taşları üzerinden seke seke karşı tarafa geçip oradaki çeşmenin yanında serinledik biraz. Bu arada caminin sadece iç kısmına değil Avlusuna girerken de ayakkabılarımızı çıkarıyoruz Türkiye’deki cami prosedürünün aksine.
 
Etrafa bakınarak, fotoğraflar çekerken ilerledik, bizi çeken her sokağa girdik çıktık ve dar sokaklardan birinde büyük bir kapıyla karşımıza. İçeride fıskiyeli bir havuz gördük ve serin olabileceğini düşünerek girdik içeriye. Bir kaç adım attıktan sonra fark ettik ki bu mekanda küçük çaplı bir kitap sergisi vardı. Kitapların çoğu Arapça olduğu için pek anlamadık nasıl bir kitap sergisi olduğunu ama gördüğümüz bir kaç İngilizce kitabın çeşitliliğine bakarak oldukça karma bir sergi olduğuna kanaat getirdik. Burası eski bir hana benziyordu. Gidenleriniz bilir Diyarbakır’daki Hasan Paşa Han’ını hatırlattı bize. Burada da siyah ve beyaz taşlar kullanılmıştı düzenli bir şekilde. Tahmin ettiğimiz gibi oldukça serindi içerisi. Kitap stantlarının sorumlusu bir çocuğa burasının ne olduğunu sorduğumuzda eski bir han olduğunu öğrendik yine tahmin ettiğimiz gibi. 
 
Buradan çıktığımızda kapıda oturan bir kaç adamdan birisi bize Türkçe olarak beğendiniz mi dedi. Evet dedik güzel bir yer. Biliyor musunuz ne olduğunu dedi, biz de bir han dedik. Sonra Han’ın ne olduğunu bilip bilmediğimizi sınamak için han nedir diye sordu. bir kaç cümle konuştuktan sonra uzaklaştık yanından ve 20 metre ileride bizim sokağımızı kesen diğer bir sokağa çıktığımızda karnımızın acıktığını fark ettik. Ben de hemen hazır Türkçe bilen birini bulmuşken güzel bir restoran olup olmadığını sorayım dedim bu civarda. Hemen geriye döndüm, sordum ve 50 metre ileride güzel bir restoran olduğunu söyledi ve tarif etti. O tarafa doğru yürüdük, restoranın adını gördük ama görünürde bir restoran yoktu. Tabelanın olduğu duvarın olduğu sokağın hemen ilerisinde görülen küçük bir kapıya takıldı gözümüz. Orası olabilir mi acaba diye yürüdük ve geçtik küçük kapıdan ve o küçük kapı kocaman bir restorana açıldı, hem de 3 katlı, orta avlusu masalarla dolu, gayet şık ve is gibi kokuların geldiği bir restorana. Bizi İngilizce bilen garsonlar karşıladı ve bize bir masa gösterdiler. Burası oldukça şıktı dediğim gibi ve çok pahalı olabileceğini düşündük ilk başta ancak menüler gelince elimize fiyatlarında gayet makul olduğunu gördük. Siparişlerimizi vermeden önce şöyle bir etrafı gözlemledik, bütün masalar doluydu. Kadınlı erkekli kalabalık masalara ellerindeki tepsilerle yemek taşıyordu iyi giyimli garsonlar. Dışarıdan bakınca böyle bir yerle karşılaşmayı sanırım sadece biz değil hiç kimse tahmin edemezdi. Bir sürü şey sipariş ettik ve yine her zamanki gibi kimin çatalı kimin yemeğinde belli değil modunda her şeyin tadına baktık. Bahadır’ın yüzü ilk kez tam anlamıyla gülmüştü, karnı doydukça yüzündeki tebessüm artıyordu. Son 3 günün en güzel yemeğini yedik, ikram olarak gelen meyvelerimizi de yedikten sonra 1.800 suri (bahşiş dahil, 57 TL civarında) ödeyerek ayrıldık restorandan.
 
Çarşıdan ayrılıp kale’nin burcunun yanındaki müzeye doğru yürüdük ancak müze kapanmıştı. Kale’nin girişinin diğer tarafta olduğunu söylediler ve başladık etrafında dolaşmaya surların. Islah edilmiş küçük bir derenin yanındaki eski evlerin önünden geçtik, fotoğraflar çektik ve küçük bir botanik bahçesine ulaştık. Bahçede küçük bir tur attıktan sonra kalenin girişini bulmak için yaptığımız nafile yürüyüşe devam ettik ama çarşıdan başka bir şey bulamadık. Çok da üstelemedik ve buraya gelmek üzere taksiye bindiğimiz yere geri döndük ve şimdi Ankara’ya benzeyen caddelerde yürümeye başladık. Bu sırada ne yapalım sorusuna Bahadır bıkmadan usanmadan her seferinde “eve gidelim” yanıtını veriyordu ama bu hepimizin bir kulağından girip öbüründen çıkıyordu. Bir yandan da ertesi gün Tadmur’a Palmyra antik kentini görmeye gidip gitmeyeceğimizi tartışıyorduk. Yarım saat içinde oraya gitmek için bin tane alternatif düşündükten sonra gitmemeye karar verdik.

Yürümeye devam ederken bir gece önce taksi şoförünün bize gösterdiği dağdaki bir ışığın gündüz vaktindeki hali olduğunu düşündüğüm yer takıldı gözüme. Taksi şoförü kasyon demişti ve hiç birimizin anlayamadığı bir şekilde Serap “manzara?” demiş taksi şoförü de “evet evet manzara” diye cevap vermişti. Kasyon kelimesinden manzarayı nasıl çıkardığını bilemedik ama eğer orada manzara izleyebilecek bir yer varsa gayet güzel görüneceğini düşündük ve bahçe duvarının üzerinde oturan iki gence İngilizce bilip bilmediklerini sorduk. Evet yanıtını alınca da oraya nasıl gideceğimizi. tek yapmamız gereken bir taksiye atlamaktı ve öyle yaptık bizde. 15 dakika sonra bir sürü restoran ve cafe’nin olduğu tepeye vardık. Manzara gerçekten muhteşemdi. Büyük bir düzlük üzerine kurulu Şam ayaklarımızın altındaydı ve buradan çok güzel görünüyordu. Bir şehri yukarından görünce hemen herkesin yaptığı ilk şeyi yaptık. Önce evimizin yerini bulduk sonra gün içinde gezdiğimiz yerleri. Yarım saatliğine diye çıktığımız Cebal Kasyon’da 3 saate yakın kaldık. Güneşi batırdık, gece ışıklarında izledik Şam’ı biralarımızı yudumlarken. Son 3 günün en keyifli anıydı, yorgunluk attık ve tabi ki Şam’dan 2000 metre yüksekte olduğu söylenen bu yerde daha ferah bir hava aldık.
 
Ertesi gün Hama’ya gidecektik, su şehri olarak biliniyordu burası ve devasa su değirmenlerini görmek istiyorduk. Oradan da Halep’e geçecektik. Günümüzü yolda geçireceğimiz için eve gidip dinlenmeye karar verdik. Bizi eve götürmek üzere 500 suri isteyen (artık bindiğimizde soruyorduk ne kadara götüreceklerini bizi) şoförle yaptığım pazarlık sonucu bizi 250 suri’ye götürmesine razı ettim. Suriye bana pazarlık etmeyi öğretiyordu...

Çıkardığım dersler:
Taksimetreyi açtır takside mutlaka ya da baştan kaça götüreceğini sor!
Uzun mesafe gideceksen mutlaka pazarlık et!
Lüks beklentini düşür biraz ki hayal kırıklığına uğrama!
Işıklı tabelaları yol işareti olarak kullanma, söndürülebilir, kalırsın sonra tavşan gibi ortada!
Küçük kapıların ardında sürprizler olabilir (ve de lezzetler) girmekten çekinme!
Medeniyet kriteri olarak Avrupa değerlerini alma yanına! Yoksa şikayet etmekten zevk alamazsın hiç bir şeyden!
“Ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü” değilmiş aslolan. Doğrusu Arap’ın zekeri”ymiş ve zeker Arapçada penismiş. Demek ki neymiş efsane doğruymuş!
 
1.Bölüm: [[http://kaosgl.org/icerik/antakyadan_ciktik_yola_lazkiyede_verdik_mola|Antakya'dan çıktık yola Lazkiye'de verdik Mola]]
2. Bölüm: [[http://kaosgl.org/icerik/neye_niyet_neye_kismet_-_dogunun_parisi_beyrut|Neye Niyet Neye Kısmet - Doğu'nun Parisi Beyrut]]


Etiketler: yaşam, gezi/mekan
İstihdam