06/01/2011 | Yazar: Neşe Ceren

Birkaç aylığına İstanbul’a gelen Avusturya’lı arkadaşım gazeteci Stefan Apfl ile birlikte, Ağustos 2006 sabahı Bursa’nın yolunu tuttuk.

Birkaç aylığına İstanbul’a gelen Avusturya’lı arkadaşım gazeteci Stefan Apfl ile birlikte, Ağustos 2006 sabahı Bursa’nın yolunu tuttuk. Sabahın köründe bizi yola düşüreni biliyorduk ama -gençlik mi saflık mı, her ne ise- başımıza birkaç saat sonra gelecekleri bilmiyorduk. İkimizin de canına kast edilmemişti daha önce. Birkaç saat sonrasını tahayyüle deneyim yetmiyordu.
 
Sabah çayımızı içip yola koyulduk, gecikmiş küçük bir konvoydu bizimkisi. Yolda cep telefonundan haberler geldi: Bursaspor taraftarları yürütmemişler. Derneğin içinde bekleniyormuş; taraftarlar taşlarla derneğin camlarını kırmışlar ve yaralananlar olmuş. Yürüyüşe başlanamamış.
 
Biz vardığımızda, derneğin bulunduğu iş merkezinin kapısının önünde bir kalabalık vardı. Polis içeri girmemize izin vermiyordu. Soğukkanlılıkla “İşimiz var yukarda” dedik. Sarı uzun saçlarından başlayıp önce Stefan’ı, sonra beni baştan aşağı süzerlerken, ufak bir karışıklık oldu; sıyrılıverdik içeri. Stefan’a tekrar tekrar “istersen girme sen” dediğimi hatırlıyorum. Milli misafirperverlik duygusu işte; gülünç bir koruma içgüdüsü…
 
Yukarı çıktığımızda, ilk şok atlatılmış, öbek öbek ne yapılabileceği konuşuluyordu. Hasar ve korku tespiti yapmaya çalışırken ben, bir yandan da olup bitenleri henüz Türkçe bilmeyen Stefan’a çeviriyordum. Nefes ve ter, yaz sıcağı ve onca kalabalık; tuz ve su buharını hiç bu kadar net duyumsamamıştım. Aç karınların gurultusuna “Ne yapmalı?” sesleri eşlik ediyordu. Bir kısım aranabilecek medya mensuplarına ve derneklere ulaşmaya çalışılıyordu. Kimimiz “çıkalım” diyordu; kimimiz “bekleyelim”. Dışarıda öfkeli ve eli taşlı-sopalı taraftarlar. İçerde ise, kimi yıllardır kimi de beş dakikadır omuz omuza ve yürümeye birikmiş bizler.
 
Sıkış tıkış belirsiz bir bekleyişte oluk oluk terlerken, içerde ne kadar vakit geçti hatırlamıyorum. Uzun süreli tanışıklar dışında, daha önce hiç görmediklerimle sanki aynı karından çıkmışız gibi bir yakınlıkla simit, su ve çay paylaştığımı hatırlıyorum. Bir de Danimarkalı trans arkadaşlarımızın büyükelçiliklerine haber verdiklerini. “Tahliye” kararımız çıktığında, 'yürümeden evlere dağılmamız koşulu ile' bırakılacağımız için sevinemedik bile…
 
Koruyucu baba, polis amcalarını göndermiş. Bizi, bir kordon gibi dizilmiş lacivert lego adamların arasından geçirip, otogara gidecek bir polis otobüsüne bindirecekler... Dışarda küfürler, tezahüratlar, yeşil-beyaz adamlar... Cama yaklaşılmıyor. Her an yeni bir taş yağmuru... Polis amca, onları evlerine ve/veya gidecekleri maça dağıtmak yerine, bizi sarıp sarmalamış. Ne içeri ne dışarı geçit veriyor. Tahliye edileceğiz, polis eskortu ile otogara... Yürümeden... Yürütülmeden. Önümüze çıkan öfkeli kalabalığı zapt etmek yerine, bizi “koruyan” lego adamlar... Üçer beşer aşağı iniyoruz, asansör ya da merdivenlerden. Kapının etrafında iki sıra polis; sanırsın ki ünlüleri hayranlarından koruyacak. Yok, küfürleri duyuyoruz. Taş sopa sesleri geliyor, sert sert bir yerlere çarpan… Ünlü değiliz ki, öyle sıradanız. Bu yüzden, öfkenin bunca organize olanı ile ilk defa karşı karşıya kalan ben, anlamıyorum. Çaresizce anlamıyorum. Teker çifter otobüse biniyor dernekten çıkanlar.
 
Nasıl olduysa en arkada kalmışız Stefan ve ben. Lego polis amcalar hala sıra sıra ama otobüsün kapısı kapanmış ve gitti gidecek. Sağdan soldan, tayin edemediğim yönlerden taş ve sopalar yağıyor. Bir tanesini çok net seçiyorum; rüzgârını kulağımın gerisinden sıyırıp otobüsün çelik gövdesi üzerinde kocaman bir oyuk bırakıyor. Küfürleri duyuyorum hâlâ.  Yeşil-beyaz renkli formalar... Lacivert lego adamdan polis amcalar... Uçtu uçtu taş uçtu… Havada bir koku… Şimdi şuracıkta ellerine geçirseler, lime lime edecekler. Hiçbir şey yapmadığın halde, senden bu kadar nefret edebilen birilerinin varlığı; tüm öfkelerinin hedefi olmak, korku değil, insanlık adına öyle bir çaresizlik hissi ve öyle bir hayal kırıklığı.
Sonra sonra aklıma geliyor: Otobüs, ya biz binemeden gitseydi, annem kızının Bursa’da ne işi olduğunu bile bilmeden? Devlet hastanesinden bir telefon alsaydı? Annem acaba anlar mıydı neden burda olduğumuzu?
 
Otobüsün kapalı kapısına, lego polis amcalar arasından küfürler ve taş yağmuru eşliğinde bakarken, en fazla 10-15 saniye geçmiştir. Dünyanın tüm konforlarının silindiği altı üstü 10-15 saniye… Yüreğim, ağzıma bile gelemeden parça parça dağılıp mideme oturdu o uzayan saniyelerde. Kendime, hareket etmekte olan otobüsün gövdesine inen Stefan’ın yumruğu ile geldim. Kapı açıldı, içeri girdik. Hâlen devam etmekte olan taş ve sopa yağmuruna karşı tek korumamız, başlarımızı eğmekti. Oysa yüzlerini görmek isterdim, teker teker gözlerinin içine bakmak... “Neden?” diye sormak. “Nasıl?” diye sormak.
 
Misafirperverliğim dilime dolandı. Günün geri kalanında Stefan’a çevirecek bir şeyim kalmamıştı.
 
Ertesi gün, Bursa Emniyet Müdürlüğü’nü aradım: “Dün Bursaspor taraftarları ile bir olay yaşanmış galiba; Avusturya’dan bir gazete için arıyorum.” Açıklama yok. Bursaspor Taraftarları Derneği’ni arıyorum. “Bizim şehrimize yakışmayan bir grup gelmiş. Yürüyecekler miymiş neymiş, izin vermedik tabii. Biliyorsunuz, Bursa çok önemli, tarihi ve şanlı bir şehir. Bu tür insanlar tarihimizi lekeliyor. Şehrimizin imajını kirletiyorlar.”
 
O gün orada olan pek çok arkadaşım gibi, ayrı ayrı sevdiğim yeşil ve beyaz renklerini, bir arada görmeye uzun bir süre dayanamadım ben de. Futbol ve taraftar kelimelerini duyduğumda bile içimde bir düğüm… Bursa kirlendi benim için. Bursa’yı kirlettiler. Onca nefretin eli canımıza yetişemedi o Pazar ancak eylemimize yetişti. Saldırganı zapt etmeyip de bizi karga tulumba geldiğimiz şehirlere postalayan adaletin, bizi koruma stratejisi “Çıkmayın sokağa, yürümeyin!” olan “emniyet” güçlerinin, demokrasiyle yatıp demokrasiyle kalkıp da kafamıza taş yağdıran siyasi havanın, en çok da hiçbir meşru sebebi olmaksızın bunca nefreti çoğaltabilen ve bir yandan da birlik/beraberlik/“vatan bölünmez” naraları atanların ve kendi evlatlarını yalnız bırakanların çoğunlukta olduğu bir toplumun parçası olduğumu hatırladım. Bir de mücadelenin hem örgütlü, hem de sokak aralarında -belki de hiç tanımadıklarımızla yapılan sohbetlerle- birbirimize karşı değil, nefrete, anlamamaya ve tanımamaya karşı yürütülecek ve Bursa’dan da geçen, uzun bir yol olduğunu…
 
Kaos GL Dergisinin Ocak-Şubat 2011 sayısı, “Linç” dosyasına katkılardan…
Neşe Ceren


İlgili Bağlantı:


Etiketler: yaşam
İstihdam