01/07/2016 | Yazar: Remzi Altunpolat
Çalışma yaşamında gizlenme, görünür olmama ve heteroseksüel olarak varsayılmanın kendisi ayrımcılığın, hatta sembolik düzeyde işleyen şiddetin ta kendisidir.
Heteronormativite; karşı cinsler arasında arzu, aşk ve bağlanmayı ifade eden heteroseksüel cinsel yönelimin doğal ve toplumsal norm olarak kabulünden hareketle bir toplumdaki bütün bireylerin heteroseksüel olarak varsayıldığı, tüm kavram ve kurumlar ile kültürel yapının bu varsayım etrafında şekillendiği, heteroseksüellik dışında kalan cinselliklerin/cinsel hallerin marjinalleştirildiği, sapkın kategorisine sokulduğu, görmezden gelindiği, baskı ve şiddete maruz bırakıldığı yahut uysallaştırılarak hizaya sokulduğu bir iktidar sistemini ifade etmektedir. Söz konusu sistem, biyolojik ve toplumsal olarak birbirlerinden tamamen ayrı özlere sahip oldukları, birbirlerini aile ve üreme vasıtası ile tamamladıkları düşünülen kadın ve erkek kategorilerini içeren ikili cinsiyet rejimi üzerinde yükselir. Bu anlamda heteronormativite, salt heteroseksüellik dışındaki yönelim ve kimliklerin yok sayılmasını, bastırılmasını ve dışlanmasını işaretlemez, aynı zamanda kadın-erkek dikotomisine dayalı toplumsal cinsiyet rejimini yeniden üreterek, bireyleri “kadın” ve “erkek” olarak yaratır.
Eve Kosofsky Sedgwick, kültürün herhangi bir veçhesini, modern homoseksüel/heteroseksüel tanımının eleştirel bir çözümlemesini kapsamadan anlama girişimlerinin tümünün sadece eksik değil, özünde hasarlı kalmaya mahkûm olacağına vurgu yapar. Bu doğrultuda çalışma yaşamının hemen hemen bütünüyle heteronormatif değerler çerçevesinde örgütlenmiş olduğunu söylemek yanlış bir tespit olamayacaktır. Norm olarak kabul edilen cinsiyet/toplumsal cinsiyet rollerine yakınlık ve uzaklık çalışma yaşamanın tüm örüntülerine kazınmış, çalışma süreçleri normalliğin mimarisi tarafından şekillendirilmiştir.
Bireylerin işe giriş, işte tutunma ve işten ayrılma süreçleri dikkate alındığında LGBTİ (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans, İnterseks)’ler ayrımcılığa uğrayan gruplar arasında belki de en üst sıralarda yer almaktadır. Kuşkusuz LGBTİ’lerin çalışma yaşamında karşılaştıkları ayrımcılığın tür ve düzeyleri, ayrımcılığı deneyimleme biçimleri farklılaşmaktadır. Transların normatif toplumsal cinsiyet kodlarını ihlal eden bir bedensel görünürlüğe sahip oluşu formel çalışma yaşamından dışlanmalarını beraberinde getirmekte, özelikle trans kadınlar açısından seks işçiliği dışında bir seçenek bırakmamaktadır.
Eşcinsel ve biseksüeller ise, ya toplumun kendileri için “uygun gördüğü” belirli alanlarda çalışmak zorunda kalmakta, bir bakıma bu alanlara hapsedilmekte yahut cinsel yönelimini gizleme stratejisi çerçevesinde varlıklarını sürdürmeye çalışmaktadır. Mesela; eşcinsel erkeklerin moda, tekstil, kozmetik, reklam, sanat gibi belirli alanlarda yoğunlaşmış olması eşcinsel erkekliği “kadınsı olanla” özdeşleştiren, dolayısıyla eşcinsel erkekleri kadınsı olduğu varsayılan alanlara yönlendiren heteronormatif toplumsal kültür ve anlamlar dünyasının bir yansımasıdır.
Çalışma yaşamında gizlenme, görünür olmama ve heteroseksüel olarak varsayılmanın kendisi ise ayrımcılığın, hatta sembolik düzeyde işleyen şiddetin ta kendisidir. Zira eşcinsel ve biseksüeller, cinsel yönelimlerinin bilinmesi halinde işe alınmama; cinsel yönelimlerinin işyerinde açığa çıkması halinde işten çıkarılma, istifaya zorlanma, mobbinge ve tacize uğrama riski ile karşı karşıyadır. Güvencesizlik adeta bir gölge misali eşcinsel ve biseksüel çalışanları arkalarından takip etmektedir.
Nadiren karşılaşılan örnekler olsa da açık kimliğiyle bir işyerinde çalışan eşcinseller ve biseksüeller ise ya daha fazla çalışmak zorunda kalmakta, aslında buna mecbur oldukları kendilerine hissettirilmekte yahut terfi ettirilmemekte, önemli görülen pozisyonlara getirilmemektedir. Eşcinsel ya da biseksüel bir bireyin başka bir yerde iş bulamama kaygısıyla daha fazla çalışmaya; başka bir yerde böyle bir “tolerans” göremeyeceğinin amir ya da işveren konumunda bulunan kişi tarafından zaman zaman kendisine hatırlatılması suretiyle daha yüksek bir performans göstermeye mecbur kalması ayrımcılık pratiği olmanın yanı sıra çalışma sürecinde emek verimliliğini artıracak bir denetim-disiplin tekniğidir.
İşyerinde açık olan eşcinsel ve biseksüeller açısından yaşanan bir başka sorun işletme ya da iş idaresi disiplininden gelenlerin kullandıkları deyimler “lavanta tavan” (lavender ceeling)’la karşılaşmalarıdır. Kadınların çalışma hayatında ancak belirli bir noktaya kadar gelebilmelerini, karar alıcı konumda bulunan etkili pozisyonlardan dışlanmalarını ve önlerine konulan filli bariyerleri ifade eden cam tavana benzer şekilde lavanta tavan da eşcinsel ve biseksüellerin çalışma yaşamında üst düzey olarak addedilen karar alıcı ya da temsil edici nitelikteki görevlere gelebilmelerine yönelik engelleri ifade etmektedir.
Bu arada bir parantez açarak daha ziyade merkez kapitalist ülkelerde örneklerine rastlayacağımız şekilde bazen liberal hoşgörü siyasetinin ruhuna uygun biçimde kimi kuruluşlar, özellikle de çok uluslu tekeller kendilerinin ayrımcı olmadığını göstermek, hatta eşcinsellerin ve biseksüellerin tüketim alışkanları üzerinden pembe ekonomi olarak adlandırılan alanlar üzerinden kendilerine yeni pazarlar açabilmek amacıyla eşcinsel ve biseksüellere yönelik kimi kota uygulamaları devreye sokmaktadır. Kuşkusuz heteronormatif bir düzende bu tür uygulamaların tamamen anlamsız olduğunu söylemek güçtür. Heteroseksüel işçi imgesinin sarsılması, homofobinin aşınıdırılması açısından bir kazanım olarak görülebilir. Ancak bunun işyerinin heteronormatif örgütlenişinin ortadan kaldırılması, tüm çeşitliliği içerisinde emeğin kompozisyonunun işyerine yansımasından ziyade kapitalist işletme mantığı içerisinde farklılıkların idaresi ve çatışma yönetimi kabilinden bir yönetim stratejisi olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekir. Bazen de çalışma yaşamında eşcinsel ve biseksüellere bir numune (token) muamelesi yapılarak etkili konumlara dâhil edildikleri görülür. Numunecilik (tokenizm) olarak adlandırılan bu pratikler aslında ayrımcılıktan başka bir şey değildir. Zira tarihsel, kültürel ve toplumsal olarak dezavantajlandırılmış bir gurubun üyelerinden birine ya da birkaçına çalışma yaşamında sanki lütûfmuş gibi olumlu davranılması sahte bir görünüm yaratmaktır.
Parantezi kapayacak olursak LGBTİ’lerin çalışma yaşamında uğradıkları ayrımcılık elbette sadece çalışma süresi içerisinde karşılaştıkları ayrımcılık uygulamaları ile sınırlı değildir. İşten çıkarılan yahut görevine son verilen eşcinsel ya da bisekseül bir çalışan, yargı yoluna başvurduğunda etkili bir sonuç alamayacağı, kimliğinin tamamen ifşa olacağı, bu yüzden yeni bir iş bulamayacağı ve benzer ayrımcı pratiklere yüzleşebileceği düşüncesiyle hukuk yoluyla hakkını elde etme mücadelesinden imtina etmektedir.
Bu pek de iç açıcı olmayan tablo karşısında hak mücadelesinin özneleri olan sendikalar nerede durmaktadır? Türkiye özelinde altı çizilecek olunursa; yola çıktığı günden bu yana kendisini toplumsal muhalefetin bir bileşeni olarak inşa eden LGBTİ Hareketinin son yıllardaki ivmelenmesine paralel olarak sendikalar açısından LGBTİ’lerin ayrımcılığa uğramaması şeklinde genel söylemsel düzeyde bir kabulün ve kimi noktalarda ortak iş yapma iradesinin olduğu ifade edilebilir. Ancak bunun söylemsel düzeyde dâhiliyet, normatif düzeyde ise hariçliğe[1] tekabül ettiği üzerine düşünümsel bir çaba ihtiyacı olduğu açıktır. Zira sendikalar, eşitlikçi sosyal politikaların hayata geçirilmesi taleplerini seslendirirken hala anne, baba ve çocuklardan oluşan heteroseksüel çekirdek aileyi esas almaktadır. Bu söylemde LGBTİ’ler, boşanmış yahut bekâr anneler vb. göz ardı edilmiştir. Sendikaların cinsel yönelim, cinsel kimliklere ve LGBTİ’lerin çalışma hakkından mahrum bırakılmasına dair kapsamlı politikalarının mevcut olmayışı, çalışma yaşamının heteronormatif kurulumunun sorgulanmayışı görünürlük sorunu yaşayan, ayrımcılığa uğrayan LGBTİ çalışanların/emekçilerin aynı zamanda sendikal yapılar içerisinde de görünür olamamasına yol açmakta, LGBT emekçilerin/çalışanların kendilerini sendikal mücadelenin bir parçası olarak kavramalarına engel olmaktadır. Sendikaların çalışma yaşamında heteronormatif kuşatmanın kıskacında güvencesiz ve kırılgan hayatlar süren LGBTİ’lerin taleplerini ana eksenlerden biri olarak görmesi ve gündemleştirmesi,politik yoldaşlık ilişkisinin gereği olduğu kadar bizatihi sendikalara yeni ufuklara kazandıracak bir mücadele başlığıdır.
*Bu yazıyı kaleme almamdaki ısrarından ve asla vazgeçmeyişinden dolayı çok sevgili dostum ve yoldaşım Erkin Başer’e müteşekkirim.
**Bu yazı ilk olarak Sendika ve Yaşam dergisinin 3. sayısında yayınlanmıştır.
[1] “Söylemsel düzeyde dâhiliyet, normatif düzeyde ise hariçlik” belirlemesini değerli akademisyen Ceyhun Güler’le yürüttüğümüz bir tartışmadan ödünç aldım. Meselenin esası ancak bu kadar kısa, net ve güzel ifade edilebilirdi.
Etiketler: insan hakları, çalışma hayatı