27/08/2010 | Yazar: İsmail Alacaoğlu

Otobüsten iner inmez bir taksi şoförü koştu peşimizden bizi şehir merkezine götürmek üzere. Burada da  Otogar şehir dışındaydı.

Otobüsten iner inmez bir taksi şoförü koştu peşimizden bizi şehir merkezine götürmek üzere. Burada da  Otogar şehir dışındaydı. Bizi 250 Suri’ye götürebileceğini söylediğinde ben otomatik olarak itiraz ettim. Olmaz dedim çok bu, sanki mesafeyi biliyormuşum gibi. 150 Suri teklif ettim, kabul etmedi önce ama sonra razı oldu. İngilizce bilmesi de iyi bir şeydi. Bu arada resmi taksi olmadığını da arabasını alıp gelince fark ettik. Daha önceden öğrendiğimiz üzere otellerin yoğun olduğu bölgeye götürmesini söyledik bizi. Ne kadarlık bir otel aradığımızı sorduktan sonra hemen bir kaç otel broşürü çıkardı ve bir tanesinin temiz, güzel ve de uygun fiyatlı olduğunu, istersek bizi oraya götürebileceğini söyledi. Biz yine sazan gibi atladık onca tecrübemize rağmen ama bu sefer birbirimize söz veriyorduk bakıp çıkacağız, başka otellere de bakacağız diye.

10-15 dakikalık bir yolculuktan sonra otelin önüne vardık. Burada da trafik çok kalabalıktı. Şu ana kadar gördüğümüz diğer Suriye şehirleri gibi trafik lambası görmek çölde su bulmak gibi bir şeydi burada da. Eski bir oteldi burası ve dışarıdan hiç bir şeye benzemiyordu. Burada kalmayız diye girdik içeri ama merdivenlerden çıkıp resepsiyona ulaşınca gayet renkli ve şirin bir mekan karşıladı bizi. Otelin resepsiyonisti Türkçe konuşmaya başladı çat pat. O sırada otelin sahibi olan altmışlı yaşlarında birisi geldi ve gayet düzgün bir Türkçeyle konuşmaya başladı. İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu bir elektrik mühendisiymiş, şimdi ise emekli. Oldukça sıcak ve samimîydiler, bize odaları gösterdiler. Çok küçük ama şirindi odalar ve gecelik kişi başı 500 Suri idi. (16,5 TL) Buraya gelene kadar yediğimiz kazıklardan sonra sanki bize para vermeden kalın denmiş gibi geldi ve hem zaman kaybetmemek hem de yorulmamak için tuttuk odaları. Resepsiyonun bulunduğu katta ortada oturma yerleri ve kenarlarda odalar vardı. İkinci kat ise balkon şeklindeydi, odaların kapısından bakınca ağır ağır dönen pervanelerin serinletmeye çalıştığı alt kat görünüyordu. O pervaneler oraya farklı bir hava vermişti ve sanki zaman dışarıda olduğundan çok yavaş akıyordu burada. Renkli duvarlar,mavi kapılar, koltukların üzerindeki renkli örtüleriyle bir yandan cıvıl cıvılken bir yandan da sükunet saçıyordu etrafa. Odalarımızın balkona açılan mavi, tozlu, eski ve dar kapılarını aralayıp balkona çıktık hemen etrafını keşfeden meraklı kediler gibi. Gerçekten de dışarıda daha telaşlı akan bir hayat vardı içerideki sessizliğin aksine. Hani ilk görüşte aşk derler ya öyle bir şey oldu bizim hissettiğimiz bu otele karşı.

Çantalarımızı bırakıp kendimizi dışarıya attık güneş yavaş yavaş sıcaklığını azaltırken. Hedefimiz meşhur Halep Kalesi’ydi. Çarşılardan geçtik bir yerlere takılmadan, kazılmış ve kaldırım çalışması yapılan bir sokaktan dönünce çıktı karşımıza Halep Kalesi. Yüksek bir tepenin üzerine kurulmuş kalenin etrafı hendekle çevriliydi. Kim bilir belki eskiden su ile doluydu bu hendek (belki  timsah bile vardı!) ama şimdi küçücük bir su birikintisi bile yoktu. Bu hendeğin üzerinde kurulu bir köprü ile giriliyordu kalenin içine ama biz giremedik çünkü saat 5’te kapanıyormuş kale ziyarete. Kale’nin etrafında da kaldırım yenileme çalışması vardı, bir de bir otel inşaatı. Hemen ileride de kaleyi gören, yan yana sıralanmış kafeler, restoranlar. Onları es geçip biraz ilerdeki küçük bir camiye girdik. Bizi imamı karşıladı caminin. Şirin İngilizcesiyle anlatmaya başladı camiyi bir yandan da etrafımıza toplanan çocuklara “yallah veled” diye diye. Hatta bir ara elimizden fotoğraf makinelerini alıp, şuranın açısı daha güzel, şuradan şöyle daha iyi görünüyor diyerek fotoğraflar çekti bizim için. Küçük caminin küçük avlusunu biraz dolaştıktan sonra çıkıp bir şeyler içmek üzere az önce gördüğümüz kale manzaralı kafelerden birine gittik. Hesabı öderken kale manzarasının fiyatlara eklendiğini fark ettik ve ödeyip kalktık bir daha oturmamak üzere burada bir yere.    
 
Otele dönüp duşumuzu aldıktan sonra akşam yemeği için dışarı çıktık. Otel sahibi bize Al-qumma diye bir restoran önermişti, resepsiyonist de bize eşlik etti oraya kadar. Otele 6-7 dakika yürüme mesafesindeydi restoran. Asansörle üst kata çıktığımızda paravanla birbirinden ayrılmış farklı bölümler vardı. Bize doğru yürüyen garson yanımızda Serap’ı görünce “aile” diyerek eliyle işaret ettiği tarafa yöneltti bizi. Restoran’ın aile kısmındaki çok az boş masadan birine oturduk. Garsonlar da Türkçe biliyordu, bu durum da bizi ziyadesiyle memnun ediyordu. Buraya gelene kadar bizimle Arapça konuşan insanlara derdimizi anlatmaya çalışıyorduk burada ise bizi kendi dilimizde anlıyorlardı. Gelen menüden 9-10 farklı şey seçtik, hepsi birbirinden lezzetliydi. Şam’dan sonra burada da yemek yiyecek güzel bir yer bulmuştuk ve zaten sonraki iki kahvaltı ve bir akşam yemeğinde de bu restorandaydık. Oldukça rüküş dekore edilmiş restoranı Bahadır’ın lüks bulması ve keyiflenmesi de standartlarımızı ne kadar düşürdüğümüzün bir göstergesi olarak yer aldı notlarımız arasında. Ve her ne şekilde olursa olsun hayatımız 6 Temmuz 2013’de bu restoranda buluşmaya karar verdik, akşam yemeği için... 

 Keyifli bir şekilde noktaladık Halep’deki ilk gecemizi. Ancak maalesef gece sükunetli geçmedi. Otelin karşısındaki bir inşaat gece yarısı saat 1 de çalışmaya başladı. Hem de yaptıkları tenekeden bir tüpün içinden molozları aşağıdaki kamyonun içine aktarıyorlardı. İnanılmaz bir gürültü… Uyuyamadık. Ertesi gün öğrendik ki zaten daha önceden de sorunluymuş ve polise şikayet bile edilmiş ve akşam da yine tartışma olmuş. Neyse ki söz verdikleri gibi ertesi gece çalışmadılar ama biz ilk gece uykusuz kaldık.

Güzel bir kahvaltının ardından başladı ikinci günümüz Halep’de. Hedefimiz yine kaleydi ancak bu sefer kapalı çarşının içinden geçerek gidecektik. Yoğun bir trafiğin olduğu yol kenarındaki seyyar satıcıların ve açıkta et satan seyyar kasapların yanından geçerek Antakya Kapısı’na vardık.  Buradan girecektik o uzun ve çok kollu kapalı çarşının içine. Şam’daki kapalı çarşıya benziyordu burası da tıpkı bütün kapalı çarşıların birbirine benzediği gibi ve oldukça oryantalist ve otantik şeyler satılıyordu. Rengarenk kumaşlar, baharatlar, rengarenk ıvır zıvır her şey... Yine de çok keyifliydi. Bir saatten fazla bir zaman sonra çıktık kaleye yakın olan başka bir kapısından çarşının. Kalenin giriş burcunda giriş ücretini ödedikten sonra (150 Suri kişi başı) taş köprünün üzerinden geçerek vardık kalenin büyük kapısına. Kalenin içine giriş yolu aynı Ayasofya Camii’nin üst katlarına çıkılan yol gibi. Geniş, arabalarında geçebileceği, taşlarla döşeli, loş ışıklı ve zikzak çizerek çıkan bir yol. Halep Kalesi’nin üzerinde durduğu yükselti yaklaşık 5 bin yıldır farklı biçimde inşa edilmiş kalelere ev sahipliği yapmış. Şu an içinde bulunduğumuz kale Bizans döneminden kalma ama içerisinde sonradan yapılmış farklı eklentiler de var. Osmanlı zamanında eklenmiş yapılarda var içinde. Genel anlamda oldukça iyi korunmuş bir kale. Yalnız dış surları epey bir tadilat görmüş. Yine de insanın içinde bulunmaktan zevk aldığı ve bir nevi zaman yolculuğuna çıkmış gibi hissettiği bir mekan. Kalenin burçlarından birinin hemen yanına kurulmuş kafetaryadan ise tüm Halep’i izlemek mümkün. 

Halep oldukça büyük bir şehir. 2 milyon kişilik nüfusu varmış tüm çevresiyle birlikte ve şehir merkezindeki nüfus 1,5 milyona yakınmış. Zaten bu yükseklikten bakınca da büyüklüğü anlaşılıyor. Çok yüksek binalar yok ve binalar - her yerde olduğu gibi- sarı ve onun tonları. Binalar oldukça yakın görünüyor birbirine, iç içe geçmiş gibiler. Suriye’nin genelindeki sanki 80’li yılların Türkiye’sindeymiş gibi hissetme hali burada biraz daha ağır basıyor sanki. Arabaların eskiliği, ortalığın toz toprak oluşu, karmaşa, insanların giyimleri çocukluğumdan aklımda kalan şeylerle eşleşiyor, sanırım o yüzden 80’lere benzemesi...

Akşam yermeğimizi yine ayı restoranda yedikten sonra birer bira alıp Otelin balkonunda içerken sohbet ederiz diye düşündük. Otelde nereden bira alabileceğimizi sorduk. Her yerde yoktu çünkü. Bize bir yer tarif etti ama tarif ettiği yerde yoktu. Dönerken küçük bir büfenin dolabında bira gördük ama elimize alıp bakınca sıfır alkol olduğunu okuduk. Çok anlamsız olacaktı o yüzden biz de meyve suyu, kola gibi şeyler alıp döndük otele. Mavi renge boyalı parmaklıkları olan dar, uzun balkonda bir süre oturup sohbet ettik, oldukça keyifli ve dinlendirici oldu. Akşam gürültü olmaması ve uykusuz kalmamızı dileyerek çekildik odalarınıza sonra.
 
Ertesi gün kahvaltının ardından Cami’yi ziyarete gittik. Bu cami Şam’daki Umayyad Camii’nin küçük bir versiyonu gibiydi. Nerdeyse aynı şekilde inşa edilmişti. Girişte Serap’ın giymesi gereken elbiseyi alırken 25 Suri isteyen adamın hemen karşısındaki Serap’tan değil de en az 10 metre ilerdeki Bahadır’dan istemesi biraz gerdi beni ve İngilizce bilen o adama karşında duruyor işte insan konuşsana onunla diye çıkışmama neden oldu ama adamın parayı Serap’tan almasını da sağladı. Bu zaten genellenebilecek bir sorun Suriye’de bu arada. Alışveriş yaparken de başımıza geldi, bir yerleri gezerken de. Serap’ın sorduğu sorulara cevabı bize veriyorlardı sık sık. Böyle bir sorunu var adamların. Kadınların bacaklarının içine düşebilirler ama kadınlarla konuşmak yasak! komik bir ikilem...

O gün inanılmaz bir sıcak vardı. Cami’nin avlusundaki mermer zemin yanıyordu adeta ve biz yine ayakkabısızdık. Bir de film çekimi vardı cami’nin avlusunda o yüzden gereksiz bir kalabalık vardı hem avluda hem de gölge kısımda. Caminin içine girmemizle çıkmamız da bir oldu. Şam’daki cami sanırım daha havadardı ki bu kadar yoğun hissetmemiştik içerideki ayak kokusunu. Caminin içi yerlerde yatan, uyuyan insanlarla doluydu burası ve ayak kokusuyla ter kokusunun oluşturduğu karışımın hakim olduğu iç kısım dayanılır gibi değildi. Zaten kapıda yaşadığımız gerginliğin üstüne bu koku ve film çekimi de eklenince çok kalmadık burada ve attık kendimizi dışarıya.

Öğleden sonra da benim couchsurfing’ten gelmeden önce yazıştığım ve buluşmak üzere randevulaştığımız Mohemmed ile buluşmak için saat kulesinin oraya gittik. Mohammed İngilizce öğretmenliği okumuş ve özel bir okulda çalışıyordu. 7 saat geçireceğimiz günün sonunda iyi ki buluşmuşuz dedik hepimiz yoksa yoğunlukla Hıristiyanların yaşadığı mahalleyi atlayacak, güzel bir yemek yemekten de mahrum kalacaktık. Mohammed bize 7 saat eşlik etti, sohbet ettik Suriye’den Türkiye’den.

Şehrin Hıristiyan nüfusunun çoğunluk olduğu bu kısma geçince her şey bir anda değişti. Evler, balkonlar, mağazalar,mağazaların vitrinler, insanların kıyafeti, kafeler, kaldırımlar, parklar... İnsan düşünmeden edemiyor İslam temizliği bu kadar ön plana çıkarırken Müslüman ülkelerin bu kadar pis olmasının sebebini. Sanırım İslam’daki temizlik kişisel temizlik ile sınırlı ve çevreyi almıyor içerisine. Az ilerde gördüğümüz büyük katedral de (yalnız Avrupa’dan bildiğimiz katedraller gibi değil, daha çok Vatikan’daki gibi büyük bir kubbesi olan bir kilise burası) Orta Doğu’nun en büyük katedraliymiş. Hemen karşısında da dört minareli güzel bir cami duruyor. Yolun karşısındaki parkta bütün banklar kadınlı erkekli yaşlı insanlarla dolu. Ortadaki fıskiyeli ve güzel havuzun etrafında sohbet ediyorlar, kimileri de oyun oynuyor. Orayı geçip daha büyük bir parka gittik gün batımına doğru. Bir süre burada kaldık, aldığımız çayları içtik ve sohbet ettik. Parka girer girmez fark ettik ki burası Halep’deki geylerin çark mekanlarından biriydi ve tabiri caizse oldukça arsızlardı... Gün batarken biz de dinlenmek üzere otele doğru yola çıktık. Para bozdurmam gerekiyordu ama oldukça geç olmuştu ve bütün döviz büroları kapalıydı. Bir de bir kaç arkadaşımın sipariş verdiği şeyleri almak üzere çarşıya gitmemiz gerekiyordu. Hep beraber gittik ama dükkanların büyük bir bölümü kapanmıştı. Hesabımdan para çekebileceğim bir ATM bulmak için zaman kaybetmemizin geç kalmamızdaki payı büyüktü. Açık gördüğümüz çok az dükkandan birine girdik ve 3 tane elbise almak üzere pazarlık yapmaya başladım. Hayatımda yaptığım en uzun soluklu ve en katı pazarlıktı. Öğlen sorduğumda 400 Suriden 3000 Suri’ye kadar  olan fiyat aralığında elbiseler vardı kalitesine göre. Benimse ancak 400 Surilik elbise alabilecek param vardı. Oysa bu dükkandaki adam elindeki bir elbisenin 1.300 Suri olduğunu söyleyip 3.900 Suri istedi. Ben ise hepsine 1.000 Suri teklif ettim ve uzun bir pazarlık donucunda 3 elbiseyi 1.200 Suriye aldım. Suriye’de öğrenmeye başladığım pazarlıkta epey yol kat ettiğimi gördüm böylece...
Pazarlık şart!

Akşam, gündüz ziyaret edip beğenmediğimiz caminin girişine doğru bakan bir kafe bulduk, terasta esen bir kafeydi. Uzun süre oturduk orada ve Suriye’deki son gecemizin tadını çıkardık. Ertesi gün öğlen yola çıkacaktık çünkü Hatay’a doğru...

Bir gün önce Mohammed’in bize gösterdiği yeri bulduk son kahvaltımızın ardından. Bir gün önce de uğramış buradan Hatay’a  2.500 Suri’ye gidebileceğimizi öğrenmiştik. İndirim istemiştim ama o adam kabul etmemişti. Ertesi gün başak birisi bizi 2.000’e götürmeye kabul etti biz de daha ucuza mal olacak otobüsle gitmek yerine taksiyle gitmeye karar verdik yine. Sınırda daha az zaman geçirmek için. Nitekim de öyle oldu. Sınırdan çok kısa sürede geçtik, Duty Free’de ellerimizi kollarımızı poşetlerle doldurduk ve görgüsüz turistler gibi girdik ülkemize. Ama nasıl görgüsüz olunmasın ki o ucuzluk karşısında. Mutlaka alışveriş yapmak lazım Suriye tarafındaki Duty Free’de hatta bunun için bir  bütçe bile ayırmalı. Örnek 1 litrelik Absolute Vodka 13 dolar... Daha ne olsun!
Bu arada küçük bir not: Suriye’de Esad kadar ünlü bir kişi daha varsa o da Polat Alemdar! Evet, her yer onun posterleri ve üzerinde fotoğrafının basılı olduğu tişörtlerle dolu... Kurtlar vadisi - Pusu...

Bir daha gider miyiz Suriye’ye? Kesinlikle evet! Özellikle de Halep’e...



Etiketler: yaşam, gezi/mekan
nefret