15/12/2021 | Yazar: Tankut Atuk

LGBTİ+’lar cinsel kimlikleri ve yönelimleri sebebiyle makbul vatandaşlık kategorisinde hiçbir zaman yer almamışken, HİV’le yaşayanlar tanıları üzerine bu kategorinin dışına itilmiştir (bu yüzdendir ki HİV’le yaşayan LGBTİ+’lar iki kere sürgüne edilmişlerdir).

Cinsel vatandaşlık ve risk bağlamında HİV’le yaşamak ve/ya LGBTİ+ olmak Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Eser: Donal Mosher

Sivil toplumun bazı aktörlerinin, doktorların ve sağlık bakanlığının sandığının aksine Türkiye’de HİV epidemisini anahtar gruplar yaymaz. Zaten epidemiyolojik zeminlerde düşündüğümüzde ‘epidemiyi yaymak’ toplumun geri kalanından fiziksel ve sosyal olarak dışlanmış grupların yapabileceği bir şey değildir pek. Eğer bu gruplar özelinde HİV tanısı artıyorsa da eğer bu daha çok konsantre olmuş bir epidemiye işaret eder (ki bunun sebeplerine birazdan değiniyor olacağım), bu grupların epidemiyi yaydığına değil. Ama biri günah keçisi ilan edilecekse eğer epideminin yayılımı yüzünden bu da tarihten öğrendiğimiz gibi haliyle LGBTİ+’lar ve özellikle seks işçileri olacaktır. Hali hazırda devletin ve toplumun gözden çıkardığı ötekiler konu toplum sağlığı olunca hemen gündeme oturur ve bir ‘bulaş yolu’ muamelesi görmeye başlarlar. Genelde LGBTİ+ dememek için kullanılan ‘anahtar grup’ ifadesi yakın bir zamana kadar ‘risk altındaki gruplar’ olarak kullanılmaktaysa da bu kavramsal değişim risk ve kuirlik arasında olduğu düşünülegelen bölünmez ilişkiyi yıkmada yeterli olamamıştır. Biz ne riskliyiz ne de kimliklerimiz, yönelimlerimiz ve pratiklerimiz yüzünden risk altındayız. Bizler risk altında yaşamaya itiliyoruz ancak sanılanın aksine hayatlarımızı tehlikeye sokan risklerin başında HİV gelmiyor. HİV’e gelene dek bizi riske sokan eğitim ve iş hayatından dışlanmamız, toplumsal hayatta marjinlere itilmemiz, önleyici ve tedavi edici sağlık hizmetlerine erişemeyişimiz, yasal olarak varlığımızın güvence altına alınmaması ve her fırsatta devlet otoriteleri tarafından inkâr, patolojize ve kriminalize edilmemizdir.

Burada altını çizmek gerekir ki varlığı bile halen sorgulanan bir epideminin faturasının özellikle trans seks işçilerine kesilmesi asla kabul edilemez. Eğer bir yere fatura kesilecekse bu devletin ve kurumlarının yerleşmiş transfobisine, sağlık bakanlığının anahtar gruplara önleyici hizmet ve kapsamlı cinsel sağlık eğitimi götürmemesine ve en önemlisi de trans seks işçilerinin başka alanlarda istihdam edilmedikleri için güvensiz koşullarda çalışıyor olmasına ve müşterileri tarafından risk altında bırakılmalarına kesilmeli. Sağlık Bakanlığının yıllar önce dağıttığı ucuz ve çabucak yırtılan kondomlar aslında trans seks işçilerinin sağlığının ve iyilik halinin nasıl devlet eliyle tehlikeye atıldığını açıkça gözler önüne serer niteliktedir. Ve burada görürüz ki alanda gittikçe yaygınlaşan başka bir söylem olan ‘herkes HİV riski altındadır’ ifadesi de yanıltıcıdır ve risk kavramını apolitikleştirir. HİV eğer bir risk ise (ki bence değil), toplumun her kesimi bu riskle karşı karşıya kalabilir. Ancak ne riskin doğası, ne şiddeti, ne de alınması gereken önlemler herkes için aynıdır. ‘HİV sence nasıl bir risk değil?’ diye de soracak olursanız söyleyebileceğim tek şey HİV’i toplum sağlığı perspektifinden görmeyi bıraktığınızda bir virüsün de olumlanabileceğini ve güçlendirici olabileceğini görebileceğinizdir. Ha eğer ille de HİV bir risktir demek istiyorsanız da aklınızda tutmanız gereken nokta bu riskin virüsün kendisinden değil ona yönelik ayrımcılıktan ve dışlamadan kaynaklandığıdır. HİV bugün ne öldürür ne de süründürür, ama HİVfobi için aynısını söylemek çok zor.

*

Şimdi konuyu biraz daha derinleştirecek olursak ben Türkiye’de LGBTİ+’ların risk kategorisiyle, özellikle ‘HİV riskiyle’, aralarında organik bir bağ olduğunun düşünülmesini kuirliğin pozitifliği ve pozitifliğin kuirliği üzerinden okumayı tercih ediyorum. 2010’da Aliye Kavaf’ın bir devlet otoritesi konumundan dillendirdiği gibi Türkiye’de heteroseksüel olmamak tedavi gerektiren ve bulaşıcı bir hastalık olarak addediliyor. Ya da aynı zamanda tıp doktoru olan bir vekilin ağzından da duyduğumuz gibi eşcinsel olmanın toplumu yozlaştırabilecek bir anormallik olduğu iddia ediliyor ve bu medikal otoriteyle desteklenmeye çalışılıyor. Yani Türkiye’de kuir olmak, konu HİV olsun veya olmasın, viral/mikrobik bir ulusal güvenlik meselesi olarak ele alınıyor muhafazakâr devlet ve toplum tarafından. İşte buradan kaynaklanıyor kuir olmanın getirdiği öngörülen viral pozitiflik. Öte yandan, pozitifliğin kuirliği nasıl inşa ediliyor diye anlamak için HİV’in muhafazakâr epidemi mantığında heteroseksüel ve çocuklu ailenin sağladığı korumadan yararlanamayan sapkın ötekilerin bir sorunu olarak algılanması noktasına geri dönmemiz gerekiyor. Muhafazakarlığın epidemiyolojisi üzerine yazdığım yazıda da bahsettiğim gibi evlilik dışı/öncesi cinsel ilişkiye girenler, ‘ters ilişki’ye girenler, çok eşli olanlar ve üreme amacı dışında cinsellik yaşayanlar (ki çoğu LGBTİ+ bu kategorilerin hepsine girer) hem toplum sağlığını hem de toplumsal düzeni tehlikeye soktukları için tehlikedirler ve korunmayı hak etmezler. HİV geçişine yol açtığı varsayılan ve heteronormatif egemen normun dışında yaşanan cinsellik hep tehlikeli, kontrol altına alması güç, ne idiğü belirsiz ve sınırları katı olarak çizilmemiş olan, yani işin özünde bir hayli kuir olan bir cinsellik olarak kodlanır. İşte buradan da pozitif olmanın kuirliğinin nasıl inşa edildiğini anlarız.

Burada üstünde durulması gereken en önemli husus HİV’le yaşamanın ve/veya LGBTİ+ olmanın nasıl devlet korumasından ve hizmetlerinden mahrum bırakılmakla, yani göz göre göre risk altına sokulmakla, aynı anlamda olduğudur. Diane Richardson’ın literatüre kazandırdığı ‘cinsel vatandaşlık’ (sexual citizenship) konseptinden yola çıkarak gözlemleyebiliriz ki pozitif olmak da LGBTİ+ olmak da vatandaşlığın sembolik sınırlarına ya asla kabul edilmemiş olmayı ya da o sınırlardan kovulmuş olmayı işaret eder. Ancak bu dışlama sadece sembolik bir şiddet olmakla kalmaz aynı zamanda çok ciddi materyal sonuçlar doğurur. Cinsel vatandaşlık konseptinin temelinde cinsel bir toplumsal sözleşme yatar. Bu sözleşmenin yazılı olmayan ancak gelir geçer kabul gören maddelerine göre herkes kağıt üstünde vatandaş olabilir ancak vatandaşlığın getirdiği koruma ve hizmetlerden faydalanmak için cinsellik özelinde bir toplumsal sözleşme imzalamak gerekir. Bu sözleşmenin içeriği her ne kadar coğrafyadan coğrafyaya değişebilecek olsa da özünde heteroseksüel olmaya ve aile kurumunun geleceğini güvende tutmaya dair söz vermeyi gerektirir. Bu sözü verenler ve tutabilenler devletin bütün hizmetlerinden, özellikle önleyici ve tedavi edici olanlardan, faydalanmaya hak kazanır. Bu sözleşmeye uymayı reddedenler ve uyrukları sebebiyle vatandaşlığa en başta dahil edilmemiş kimseler ise korumadan ve bakımdan mahrum bırakılırlar.

LGBTİ+’lar cinsel kimlikleri ve yönelimleri sebebiyle makbul vatandaşlık kategorisinde hiçbir zaman yer almamışken, HİV’le yaşayanlar tanıları üzerine bu kategorinin dışına itilmiştir (bu yüzdendir ki HİV’le yaşayan LGBTİ+’lar iki kere sürgüne edilmişlerdir). Cinsel aşırılıkları yüzünden toplumsal sözleşmeyi feshettikleri ve yine aynı aşırılık sebebiyle kendi başlarını belaya soktukları düşünülen HİV’le yaşayan kişiler de aynı LGBTİ+’lar gibi kamu hizmetlerinden ya menedilirler ya da kısıtlı bir biçimde ve sayısız hak ihlalleri eşliğinde o hizmetlere ulaşırlar. Devlet ilaçlarınızın parasını öder ve sizi terk eder, ilacını aldıktan sonra kendi başının çaresindesindir. Doktor tedavini veya muayeneni reddettiğinde, dişçi çürük dişini çekmediğinde, cerrah cinsiyet uyum operasyonunu gerçekleştirmediğinde, kadın doğumcu doğumunu yapmadığında, işten veya evden atıldığında, hâkim nikahını kıymadığında hakkını arayabileceğin bir yargı sistemi veya devlet mekanizması yoktur.

*

SPoD HİV çalışmaları grubunun manifestolarında da belirttiği gibi HİV bir LGBTİ+ sorunu değil bir LGBTİ+ meselesidir. Ve bu yüzden de HİV ve LGBTİ+ politikaları kapsamında sadece devlet kurumlarını ve politikalarını eleştirmek yeterli olmaz. Defne Güzel’in de izinden giderek AİDS’li iğneyi gerektiği zaman sivil topluma da batırabilmeliyiz. Son birkaç yıla kadar Türkiye’de HİV’le yaşayan LGBTİ+’ların görünür olabileceği, söz üretebileceği ve örgütlenebileceği alanlar yoktu. HİV’le yaşayan LGBTİ+’lar kendilerini dayanışabildikleri nadir alanlarda da saklamak zorunda kaldı. Haberleri olmadan ve onlara sorulmadan statüleri ifşalandı, arkalarından konuşuldu ve başkalarına onlara karşı dikkatli olmaları gerektiği söylendi. LGBTİ+ dernekleri ve örgütleri ‘aman bu HİV belası bizim adımıza yapışmasın’ kaygısıyla kendi ötekilerini yarattı ve gözleri önünde vuku bulan hak ihlallerine ve ayrımcılığa göz yumdu. LGBTİ+ alanında aktif oluşumlar her ne kadar giderek daha çok HİV politikalarına dahil olmaya başlamış olsa da, atılan adımlar henüz yeterli değil. LGBTİ+’nın sonundaki ‘+’yı HİV’le yaşayanları de kapsayacak şekilde düşünmeye başlamadıkça da yeterli olmayacaktır.

Öte yandan, HİV alanında çalışan STK’lar için herhangi bir pozitif gelişme olduğunu söylemek pek de mümkün değil. ‘Biz LGBTİ+ derneği değiliz’, ‘onlarla anılırsak danışanlarımızı ve bakanlık desteğini kaybederiz’ savunmasını ve bahanesini meşru kabul edip benimseyen bir zihniyet aslında sivil toplumculuk yapmaz devletçilik oynar. Politik atmosferin arkasına sığınarak başka bir şansı olmadığını iddia eden bir sivil toplum sivilliğini yitirmiş demektir. Her ne kadar Türkiye’de sivil toplumun hareket alanını kısıtlandıran bir politik düzenin hâkim olduğunu inkâr etmek güç de olsa, LGBTİ+’ların da kamunun bir parçası olduğunu görmezden gelmek kamu sağlığına hizmet etmek amacıyla ters düşer. Tabii bu kamuyu kimin oluşturduğunu inandığımıza bağlıdır. Eğer kamudan kastımız zaten natrans, heteroseksüel ve ideal olarak HİV negatif kişilerse, o zaman dışlayıcı ve ayrımcı olmadan hizmet götürdüğümüzü iddia edebilir hatta yeteri kadar çaba sarf edersek buna kendimiz bile inanabiliriz.

*

Bu yazıyı bir spekülasyonla bitirmek istiyorum. Hepimizin bildiği üzere sağlık bakanlığının yayınladığı eksik ve düzensiz toplanmış HİV tanısı verilerine göre tanı dağılımının büyük çoğunluğu %35’lere yakın bir oranla hala heteroseksüel teması işaret eder. Buna karşın ‘homoseksüel’ temas %15’lerde izlenir. Ama bu tabloyu karıştıran oran %50’lere çıkan bilinmeyen kategorisidir. Bu kategorinin önemli bir kısmının test sırasında veya sonrasında cinsel yönelimini (haklı sebeplerle) açıklamak istemeyen LGBTİ+’lar tarafından oluşturulduğu düşünülmektedir. Şimdi benim kendime sık sık sorduğum şöyle bir soru var: ya bakanlık verileri HİV geçişinin daha çok ‘homoseksüel bulaş yolu’ olduğunu belirtseydi, sivil toplumun ve devletin HİV politikaları ne yönde değişirdi? Epideminin suçunu cinsel sapkınlığa ve aşırılığa yıkmak için eline koz geçen sağlık bakanlığı acaba hala ‘HİV’in tek çaresinin tek eşlilik olduğu’nu mu söylerdi yoksa LGBTİ+’ları ıslah etmek ve toplumun geri kalanını onlardan korumak için yeni önlemler mi alırdı? HİV sivil toplum kuruluşları acaba daha yaygın bir biçimde LGBTİ+’lar için projeler yazmaya başlar mıydı, yoksa bakanlığın ayak izlerini emin adımlarla takip etmeye devam mı ederdi? Peki LGBTİ+ oluşumları kendi hareketlerinin öznelerine sahip çıkmaya korkar mıydı, yoksa radikal bir tavır takınıp ‘velev ki pozitifiz’ veya ‘hepimiz pozitifiz’ diyebilir miydi? Türkiye’deki epidemiyolojik tablonun demografiğinin ne yöne evrileceğini bilmek zor ancak araştırmacılar, sivil toplumcular ve aktivistler olarak bize düşen HİV’in geçiş yollarını cinsel temas üzerinden düşünmektense geçişe asıl sebebiyet veren faktörlerin korku, bilgisizlik, sessizlik, damgalama, ayrımcılık ve muhafazakar sağlık politikaları olduğunu bilmemiz ve kendi savunuculuğumuzu da bu bilginin ışığında yeniden şekillendirmemizdir.


Etiketler: insan hakları, yaşam, sağlık, dünyadan, hiv
İstihdam