23/03/2011 | Yazar: Buğra Tokmakoğlu

Hayatı öğrenmeye başladığımız ilk durak olan evimizde zihnimize sokulan küçük yaşam deneyimleri, bizi bekleyen azılı dış dünyaya daha kolay uyum sağlayabilmemiz amacıyl

Hayatı öğrenmeye başladığımız ilk durak olan evimizde zihnimize sokulan küçük yaşam deneyimleri, bizi bekleyen azılı dış dünyaya daha kolay uyum sağlayabilmemiz amacıyla ailemiz tarafından ailemizin ortak geçmişi, yaşantıları, görgüleri ve beklentileri üzerine kurgulanır.
 
Sosyalleşme ortamımız olan ilkokuldan itibaren hep güçlü olmak öğretilir bize, güçlü olmayı başaramadığımız durumlarda dahi güçlünün yanında yer alabilen olmak. Onca farklı kutbun içinde en çok atan kalple beraber olmak. En çok söyleneni söylemek, en çok dinleneni dinlemek... Hayata tutunabilmenin kısa ve en mantıklı formülü budur. Bu kadar basit. Bu anlayışla bezeli algılarımızla çoğunluğun bir parçası olabilmek adına çabalamış, emek vermişiz yaşam boyunca. Öğretilenleri düşünmeden uygulamaya çalışarak görevimizi yerine getirmeye, toplumun çizdiği çerçevede “güçlü bir birey” olmaya çalışmışız.
 
Çatlak ses olmak, herkesin gördüğü fakat söyleyemediğini söyleyebilmek zor olmuş, cesaret istemiş. Herkes gibi konuşmak, herkesin gördüğünü birincil anlamda ifade etmek mutlu etmiş bizleri. Rol yapmaya devam etmişiz aynı biçimde.
 
Toplumda kalemle yazılmamış, ancak dikkatli bakıldığında her yerde karşımıza çıkan o “çoğunluğa ait olup olmama” durumu içten içe gizlenmeye teşvik eder insanı.
 
Çoğunluğun sesine kulak verip, çoğunluğun ve gücün parçası olmak adına sesini bu yönde ayarlayanların dışında bir de doğuştan çoğunluğun dışında kalanlar var. Seçemediği annesi, babası, doğum yeri, dini, dili, ırkı, giyimi, cinsel yönelimi ya da yaşanmışlıklarıyla toplumsal yaşamın derin karanlık katmanlarına yollananlar var koşulsuz, sorgusuz ve sualsizce.
 
Çözümsüzlüğe inananların, fikirlere sürekli “evet” diyenlerin, “saygı duyuyorum”, “katılıyorum” diye haykıranların, başını sallayarak her defasında onay verenlerin çoğunlukta olduğu bir toplumda yaratıcı olup, konuşup, sorgulayabilmek ne mümkün!
 
Sistemin içerisinde her gün bir kez daha yoğrulan, aile, ana-baba baskısı altında güçsüz kalan, iş yerinde patronun, sokakta çoğunluğun o gür sesine maruz kalanlar çıkaramadıkları seslerini bir türlü konumlandıramadıkları ve yaşayamadıkları hayatlarını yaşamak istiyorlar kendilerince. Bu “istek” içinde kaybolduğumuz çoğunluğun etkisiyle sadece “istek” olarak sıkışıp kalıyor kafamızın içinde. Ne cesarete dönüşüyor isteğimiz ne yeni bir adım atma isteğine…
 
Öyle garip yaratıklarız ki hepimiz; iletişimde bulunduğumuz bireyin en küçük kusurlarını dahi kaydedip bu kusurlara özgü iletişim biçimi geliştiriyoruz. Nefretimizi, öfkemizi, sinirimizi kusmak istediğimizde en kolay yol olarak ötekileri seçiyoruz. Egomuzu tatmin etmek için ötekilerden daha iyi bir adres yok “güçlüler” ya da kendini güçlü zannedenler için.
 
İşte bu yüzden “çoğunluk” sayısal olarak daha çok olanı temsil etse de; fikir, düşünce ve özgürlük açısından daha az renk, daha dar görüş, “daha küçük bir azınlığı” ifade ediyor.


Etiketler: yaşam
İstihdam