05/07/2010 | Yazar: Ahmet Tulgar

Türkiye’de dergiciliği en iyi bilen adlardan biri olan Tuğrul Eryılmaz, Ahmet Tulgar’la Buluşmalar’ın konuğu oldu.

Türkiye’de dergiciliği en iyi bilen adlardan biri olan Tuğrul Eryılmaz, Ahmet Tulgar’la Buluşmalar’ın konuğu oldu.

Tuğrul Eryılmaz, uzun denilebilecek kariyeri ile holding medyasında da soldan, halktan ve barıştan yana gazetecilik yapılabileceğini göstermiş bir meslektaşımız. Benim de çok sevdiğim bir arkadaşım. Genç gazetecilerin ise sevgili hocası.

Onunla, Türkiye’nin, 12 Eylül’ün baskı ortamından yeni yeni sıyrılmaya çalıştığı bir dönemde, ülkede oluşmakta olan bütün alternatif siyasi dinamiklere demokratik bir platform olmayı hedefleyen Sokak dergisini çıkardığı yıl, 1989’da tanıştım. Tuğrul, o gün olduğu gibi bugün de yönettiği her yayın organında bunu yapıyor: Demokrasi güçlerine, Türkiye’nin demokratik ve muhalif birikimine bir platform açmayı deniyor. Ve başarıyor da. Radikal gazetesinin ‘Radikal İki’ eki onun herhalde en uzun soluklu işi oldu.
 
Çünkü Tuğrul bir yandan da Türkiye’deki birçok solcu yazarın bir şekilde işvereni olmuştur, hayatının bir döneminde.  Nokta, Yeni Gündem, Sokak, Cumhuriyet Dergi, Radikal İki... Az iş değil bu. Tuğrul Eryılmaz, Türkiye holding medyasında alternatif üretebilmenin yollarının henüz tükenmediğini yaptığı işlerle ortaya koymaya devam ediyor.

Türkiye’nin büyük sarsıntılar ve değişimlerden geçtiği bir dönemde ‘Radikal İki’ önemli bir düşünsel birikimi, sol, demokrat, muhalif birikimi okura ulaştıran bir yayın organı oldu. ‘Radikal İki’ fikri nasıl oluştu sende? Ve senin bakış açından işlevi nedir, ne oldu, Radikal İki’nin?
Ne kadar önemli, ne kadar önemsiz bilmiyorum ama ben de aslında bir miktar önemli bir şey olduğunu düşünüyorum, şöyle oldu: Ben aslında hep, TRT’den başlayarak yani, Yeni Asır’dı, Sabah’tı, bir sürü yerde çalıştım ve ağırlıklı olarak da ana akım medyada çalıştım ama benim her zaman bir ayağım alternatif medyada oldu, yani bu Sokak dergisi gibi işler, benim sevdiğim gazetecilik bu. Radikal İki’de böyle bir şansım olacağını hissettim. Baştan hafif bir direnişle karşılaşsa bile, önce Mehmet Yılmaz, sonra İsmet Berkan bana hakikaten çok özerk bir alan bıraktılar. Yüzde 50’si de okurun uyanıp sahip çıkmasıdır.

Radikal İki aynı zamanda entelijansiyada bilinen, okunan kimi yazarların daha geniş bir okur kitlesi tarafından tanınmasına yol açtı, değil mi? Yıldırım Türker, Baskın Oran, Ahmet İnsel gibi...
Bak Ahmet, ben biraz Anglosakson gazeteciliğe yakın bir adamım aynı zamanda, alternatif medyaya takılmam da biraz onlardan geliyor. İşini doğru yaptığın zaman, insanlar kendilerine bir platform açıldığı zaman eninde sonunda onu keşfediyor. Yıldırım Türker filan, ne kadar ısrar ettim ona.
Hayatımızda hiç görmediğimiz adamlar, şu anda popüler olduğu için söylüyorum, Osman Can, bir gün oturuyoruz, editör arkadaşım Nilgün dedi ki, “Ya Tuğrul, Anayasa Mahkemesi raportörü bize yazı yazmış” dedi, “bu adam acaba solcu mu?” dedi. “Nilgün, Anayasa Mahkemesi raportörü niye solcu olsun?” dedim, ama yazısı çok enteresandı.

Kaç yıl önce oluyor bu?
Nereden baksan 4-5 yılı var, en az bir dört yılı var. “Okuyalım, bakalım.” Adam gayet de düzgün yazmış. “Aa, bunu koyalım, hatta ilk sayfadan koyalım” dedim. Koyduk, iki hafta sonra bir yazı daha geldi. Osman Can’la o zamana kadar daha telefonla bile konuşmamışız. Ondan sonra uzunca bir süre yazdı. Şimdilerde niye yazmıyor, bilmiyorum.
 
Türkiye’de taşrada enerjik bir entelektüel üretim kendisine yol arar. Radikal İki, taşrada üreten entelektüellere yönelerek, onların yazılarını değerlendirerek de önemli bir fark oluşturdu. Öyle mi?
Bu benim başarım değil. Osman Can’ı ben bulmadım. O bizi buldu. Birtakım yargıçlar, birtakım savcılar, taşra diyeceğim, birtakım sıkışmış akademisyenler... Yani şimdi Dicle Üniversitesi ya da Selçuk Üniversitesi’nden gelen bir imzalı bir yazı. Bu daha anlamlı geliyor. Eh, gazetecilik de biraz böyle bir şey. “Sana bir platform açtık, kullan.” Tek yaptığımız bizim orada, başımız hukuki olarak derde girmesin.

Şimdi ise artık bu insanlar sık sık televizyon programlarına katılıyor, panellere davet ediliyor İstanbul’daki. Bu sosyolojik bir değişim mi, Türkiye kültürel açıdan çokmerkezli bir hal mi aldı? Anadolu’da bir kültürel kalkışma mı oldu? Sosyolojik açıdan.
Biraz da o kadar çok kanal ve o kadar çok yayın organı oldu ki, insanlar bezdiler, biz şimdi burada otursak magazin yapsak, 30 kişi çıkarırız, bu 30 kişinin her hafta iki kere, ayda 5 kere, Fethullah Gülen yanlılarından Kemalistlere kadar, liberallerine kadar, bir sürü kanalda boy gösterdiğini görürsün, ad vermenin manası yok burada. Şunu keşfetti insanlar, ünlü olmayan ama söyleyecek sözü olan o kadar çok insan var ki dünyada.

Radikal İki’nin yazarları ana gazeteye geçtiği zaman ne hissediyorsun?
Çok mutlu oluyorum. Bir de onları ikna etmek için ben uğraşıyorum zaten. “Yaz oraya da, burayı da boşalt, buraya da başkası gelir” diyorum. Zaten boşaltmıyorlar, iki tarafa birden yazıyorlar.

Zaman içinde sürekli yazan yazarları da oluştu Radikal İki’nin, değil mi? Yıldırım, Karin, Baskın Hoca, Ahmet İnsel...
Tabii, tabii. Okur gazeteyi aldığı zaman bir miktar ne göreceğini kestirmek istiyor. Dünyanın her tarafında böyledir. Ne bileyim ben, sürekli spor sayfasının yerini değiştiremezsin, kültür sanat sayfasını 4’ten 6’ya alamazsın. Okurun böyle alışkanlıkları var. Bunları görünce okur rahatlıyor. “Gazetemi aldım” diyor. Onun dışında her sayıda bazen ev kadınlarının bile yazılarını yayımlıyoruz. Çok hoş. Akademisyenlerin altına “doçent doktor” yazıyoruz ya, onların da altına, “ev kadını, iki çocuk annesi” yazıyoruz. Ben hâlâ şunu iddia ediyorum, galiba eski moda gazeteciyim, haber vermenin yanı sıra, sesini çıkarmayan, sesini duyuramayan insanlara, yeni bir şey söylemiyorum ben, yüz yıllık mesele bu, platform olmaktır gazetelerin görevi. Yoksa bilmem ne gazetesinin yayın yönetmeni, bilmem ne partisinin milletvekili adayı çok umurumda değil benim.

Doğan Grubu içinde Radikal İki’nin yanı sıra uzun bir dönem Milliyet Sanat’ı da yaptın. Ve o dönem biraz böyle, bir kültür-sanat baronu gibi oldun. Biraz de entelektüel medyada trendleri belirleyen, trendsetter gibi bir durumun oldu. Değil mi? O kimliğin kültür sanat çevrelerindeki insanlarla, arkadaşlarınla ilişkilerini etkiledi mi?
Bir şekilde bir düzen oluşturmuşum galiba. Hem kendi meslektaşlarımla,   hem de okur nezdinde. Çok takip eden bir adamım ben trendleri. Deliler gibi okurum. Dergiler, gazeteler, yabancı internet siteleri. Ve hoş bulduğum şeyleri de çalmaktan hiç utanmam. Hiç öyle şeylerim yoktur benim, hiç öyle takıntılarım yoktur. Bir insan hoş bir şey yapmışsa, onu taklit etmekten çok hoşlanırım. Hele bir de becerebilirsem. Bu yaştan sonra neyi kanıtlayacağım? İşte gazeteciliğin kurallarına göre bir şeyler yapmaya çalışıyorum.

Şimdi geçmişten bahsedelim. Yeni Gündem dergisi dönemlerinden mesela. Aslında bütün bu sürece bakıldığında, o yayın organlarından bugünkülere, Türkiye nasıl bir süreçten geçti?
Şunu söylemek isterim Ahmet, geldiğimiz yerin daha iyi bir yer olduğunu düşünüyorum. Nokta’da, Yeni Gündem’de ben biliyorum, birtakım asker kişilerin telefon edip, onu koyun bunu koymayın dediğini. Şimdi biraz zor bunu yapmaları insanların. Yani bir gelişme görüyorsun ama o gelişmenin ben yeterli olduğunu düşünmüyorum. Yani şu var, bu sefer de başka bir şey çıktı ortaya, bir yanda Kemalist bezirganlar, öbür yanda dinci bezirganlar, ortada olan mesleğe oluyor, gazeteciliğe oluyor. Şimdi o yaşanıyor.
Birtakım kerameti kendinden menkul adamlar birtakım gazetelerin başında, bakıyorsun diyorsun ki, “ya, bu adam normal olarak kahvede bile ortalığı karıştırır” diyorsun. Ama kalkıyor adam bunu açık açık televizyonda söylüyor. Bu çok acı tabii. İktidarın yanında olduğunuz sürece her şeyi söylersiniz. Ama işte gazeteciliği öldürür bu zaten. Bakın, “iyi haberleri vermeyin” demiyorum. İktidarın yanında olan gazeteci ölmüş gazetecidir. Bugün Türkiye’de komünistler iktidarda olsaydı, muhalefetini yine biz yapacaktık inan ki Ahmet.

Ertuğrul Özkök sana, sizin eke çok ‘mektup’ yazdı köşesinden. Sana göndermeler yaptı ama sen pek oralı olmadın.
Öyle değil ya. Ertuğrul’u ben mektepten tanıyorum. Ben Siyasal’da okurken, o da Basın Yayın’da okuyan sessiz sakin bir delikanlıydı aslında yani. CHP’li gibiydi. Ben onu öyle hatırlıyorum ama o daha sonra daha solcu olduğunu söyledi. Ertuğrul kızıyor tabii bazı şeylere ama Ertuğrul bir kötülük yapmadı bize. Yani öyle bir şey olmadı. Yani “Bu adamlar kim? Sen bunu niye böyle yaptırıyorsun?” Yıldırım, Ahmet İnsel çünkü onu eleştiren yazılar yazdılar. Ertuğrul’un öyle konularda allahtan ki daha Fransız olduğunu düşünüyorum, oradan bir şeyler kapmış, çok farklıyız çünkü, dünyaya bakışımız çok farklı. Ertuğrul da şeyi seviyor, bizim dönemden insanlar, yani hem sağdan hem soldan, iktidarla yakın durmayı seviyor.
Çok garip oldu bu 68’liler, kimse bunlar, yani hangi iktidarsa ona yakın durmayı seviyorlar, yani bunun sadece Ertuğrul ile ilgisi yok, al sana Cengiz Çandar, al sana Oral Çalışlar. Bunlar benim çok sevdiğim insanlar ama sonuç olarak yani iktidara yakınlık benim tüylerimi diken diken ediyor, o zaman da yani kendime çok daha sonra gazeteciliğe başladığı halde Ertuğrul Kürkçü’yü daha yakın hissediyorum. Bu anlamda. Bir de ana akım medya insanı bozuyor abi, yapacak bir şey yok, beni de bozdu. Ne kadar az bozulduğum önemli. Piyasaya çıktın mı bozuluyorsun. Verilen tavizin ve yapılan hainliğin dozu önemli. Bu dozu becerebildiğim kadar en altta tutmuş insanlardan bir tanesi olduğumu sanıyorum.

Türkiye’nin bugün geldiği noktadaki sorunlarda medyanın rolü ne kadar?
Medya hep devletin sesi oldu bu dönemde. Kürtler dersen medya aynı şeyi yaptı, Ermeniler dersen aynı şeyi yaptı, yani iktidarlardan daha ileri ve geri bir dil kullandı. Ben şeyi hatırlıyorum, 85 ya da 86 yılı olması lazım, Yeni Gündem’de ‘Kürt sorunu gündemde’ diye bir kapak yaptık biz, kaç sene geçmiş aradan, 24 sene geçmiş, dergiyi toplattılar, bir şeyler oldu, zavallı Cengiz Turhan gitti geldi mahkemelere. Bir de 12 Eylül bütün hışmıyla sürüyordu, haksızlık  etmemek lazım insanlara, herkes kahraman olmak zorunda değil.
 
Sokak dergisi de o dönem için cesaret isteyen bir işti.
Sokak hepten başkaydı. Sokak kendi imkânlarımızla, kimse karışmadan, yanlışı ile, günahı ile bizimdi ve sıfır reklam alarak bir sene sonra kapandık gitti.

1989 yeniden toplumda, öğrenci kesiminde, işçi kesiminde siyasi bir dinamizmin başladığı yıldı.
Evet ama erkendi. Sol reddetti. Ortodoks kesimi Sokak dergisini karşısına aldı. Sanki bir o kalmış. Ve o dönemde ben hayatımda almadığım en iyi teklifleri aldım başka gazetelerden. Yani para veren. Hiç aklıma gelmedi gitmek. O zamanlar işsiz kalmıyorduk. Şanslıydık. Siyaset yanlış anlaşılıyor Türkiye’de. Siyasi partilerin, örgütlerin kapsadığı bir alan olarak anlaşılıyor, oysa siyaset şu başörtülü kadını da, karşıdan gelen şortlu delikanlıyı da kapsayan bir alan. Biz onu yapmaya çalıştık. Tabii ki olmadı. Ama bugün bütün medya, televizyonu ile, gazetesi ile Ankara gazeteciliği yapıyor. Kimse aksini söylemesin bunun. Kendisini en ‘freak’, en modern sananlar da Ankara gazeteciliği yapıyorlar. Bu çok korkunç bir şey.

Politikadan çok iyi anladığın ortada. Politikayla ilgilisin. Ama televizyonlara daha çok sinema, sanat sohbetleri için çağrılıyorsun, niye?
Çünkü bir, ben de istemiyorum, iki, ben siyasi konuşmalarda, bir kere gittim de, paralize oluyorum. Çünkü bakıyorsun adam karşında birtakım senaryolar çizerek, adam öldürmeyi anlatmaya çalışıyor, buna sen ancak “kardeşim, ‘sen bir adamı öldürün’ diyorsun, ben bu adamı öldürmeden kurmak zorundayım barışı” diyebilirsin. Ne kadar ayıp bir şey, nasıl konuşabilirsin bu adamlarla? Konuşulmaz ki. Yani gazeteciliğin en büyük günahlarından birini işliyorlar bunlar. Savaş çığırtkanlığı yapıyorlar. Irkçılık yapıyorlar. Ötekileştiriyorlar. Türkiye’de hep böyle oldu ama. Ama artık insanlar kimlikleriyle ilgili konuşmaktan utanmıyorlar. Hep beraber konuşmaya başladı insanlar. Kaos GL diye bir örgüt, geyler, lezbiyenler şakır şakır konuşuyor çocuklar. Vicdani retçiler, savaş karşıtları, sivil toplum kuruluşlarının hepsi, siyasetle uğraşanlar da öyle.

BirGün, Evrensel, Günlük ve Taraf gibi senin yayın anlayışına yakın gazeteleri nasıl değerlendiriyorsun?
Yakınlar ama çok da uzaklar. Ben hep şunu söylüyorum ve kesin kararlıyım, gazete ve gazeteci angaje olmamalı. Bakın, şu yanlış değil, angaje olanlar olur, bana ne yani. Ama şimdi angaje olduğun zaman bir partiye, bir görüşe, bu kadar ciddi angaje olduğunda, her zaman doğruyu söyleyemeyebiliyorsun. Taraf gazetesi mesela...

Taraf neye angaje ki? Hiçbir partiye angaje değil.
İlle partiye diye anlama. Onların bir tek fonksiyonları bulunuyordu, ki ben destekledim Taraf’ı hep, ordu ile ilgili eleştirel ve gizli kapaklı kalmış haberleri yayımlamakla önemli bir iş yaptılar. Ben burada onlarla beraberim. Ama ondan sonra tabii Taraf’la hiç ortak yanım yok benim. Benim bir sınıf derdim var mesela hayatta hâlâ. Onlarda yok böyle bir şey. Bunu demeye çalışıyorum.

Radikal İki’den geçen yazarlar oldu Taraf’a, değil mi?
Yıldıray Oğur filan Radikal İki’de çok yazdılar. Ama geçsinler zaten. Artık bir yerleri oldu onların. O zaman yoktu.

Her sabah kahveye BirGün gazetesini alıp geliyorsun göstere göstere. BirGün senin için ne ifade ediyor?
BirGün’ü alıyorum, çünkü BirGün benim için bir vicdan. Ayrıca şunu söyleyeyim, BirGün’ü alıyorum, çünkü öbür gazetelerde olmayan, solla ilgili bazı şeyleri oradan öğreniyorum. Evrensel de benzer bir çizgide. Taraf’ı da almak zorundayım, çünkü başka yerde okuyamacağım şeyleri okuyorum orada. Bir de Kürtler’in çıkardığı her şeyi alıyorum, çünkü “ya, bu arkadaşlarımız ne diyorlar? Biz niye bunları bilmiyoruz? Kim abartıyor, kim haber karartıyor?” Bunları okumak zorundasın, bunlar mesleğinin gereği senin. Ben öyle gazeteciler biliyorum ki, kendi yazdıklarından başka bir şey okumuyorlar. Oturdular mı da, kalemlerinden kan damlıyor. Bunlar bütün gazetecilerin yarısından fazlası. Bunların kışkırtıcı hepsi.

Sen egonu nasıl törpülüyorsun? Neden mesela köşe yazmıyorsun?
İsmet “yaz” dedi zaten. Çünkü ben iyi bir yazar değilim, çok iyi bir yazar değilim. Bunu söyleyeyim. Benim bir şey yazmam için onu hissetmem gerekiyor. Ama ben iyi bir editörüm. İyi yazı ısmarlarım, iyi yazı keserim. İyi, başa bela gelecek şeylere karşımdakini ikna ederim. Bu başka bir şey. Yani bütününe hâkim olduğumu düşünüyorum. Bak, benim de böyle egom. Yani beni kesmiyor kendi düşündüğümü söylemek. Ama ben bütünüyle bir organı, bu az ego mu, “yahu” diyorum, “bunun oluşumunda benim rolüm ne kadar büyük.” Bunu hiçbir köşe yazarı söyleyemez. Bu bana mutluluk veriyor.
Bir de Ahmet, ego törpüleniyor, akıllı adamlar egolarını törpüleyebiliyor, “başka yerde kullan egonu”, bakıyorum, “kilo verdim, çok hoş oldum” diyorum, “yaşıtlarımdan iyiyim” diyorum. Eh, bu da bir ego tatmini değil mi? Kim diyeyim, “Oral, Baskın benden ne kadar yaşlı duruyorlar” diyorum.

Üniversitede gazeteci yetiştiriyorsun. Hocalığı seviyor musun?
En büyük zevkim...

‘Hep aynı Soğuk Savaş gazeteciliği...’

Son yıllarda medyada sık sık Cihangir’den söz ediliyor. Sen de Cihangir’in önemli simalarındansın. Ne diyorsun Cihangir’in bu yeni imajına?
Ben Cihangir’e neden geldim? Ben Bebek’te oturuyordum. Bebek’te kiralar çok yükseldi. Bir de 80’lerin sonunda çok zor oluyordu Babıâli’ya gidip dönmek. Artistler niye geliyor ki buraya? Aslında ben çok severim artist filan seyretmeyi. Cihangir’i Cihangir’in dışından gelenler bozdu. Ben gelip bu kahvede oturuyorum. Çeşitli profesörler, gazeteciler, şu karşıdaki şoförler, onlarla oturuyorsun, kardeşim. Ama bilmiyorum, bu Cihangir şeyi nereden çıktı. Ne oldu? Birtakım böyle tuhaf gazetecilerin Cihangir takıntısı bu. O anlattıkları kişiler nerede? Keşke ben de görsem de katılsam diyorum. Belki 1’den sonra oluyorsa, bilmiyorum...
 
Medyada bir üçüncü yol oluşacak mı?
Biz solcular hani “bu şefler çekilmeden durum düzelmez” deriz ya, Allah uzun ömür versin, bu gazete yöneticileri de ölmeden, ölmeyi mecazi anlamda söylüyorum, medya bu kamplaşmadan çıkamaz. Üçüncü yol oluşmaz. Allahını seversen, ben liseye giderken birtakım adamlar vardı, ben emekli oldum, onlar hâlâ yazıyor. Al gazeteyi bak. Aynı zehirlerini saçıyorlar, aynı Soğuk Savaş gazeteciliklerini yapıyorlar. “Biz kardeşiz” diyor adam, dün gece, “bunlar” diyor, “biz” diyor, ‘bunlar’ dediği Kürtler, ‘biz’ dediği biz. Zaten ben gazetecilerin “bizim devlet”, “bizim ordu”, “bizim takım” demesine karşıyım, gazeteci aktarır, “Türkiye İspanya ile berabere kaldı.” “Yenemedik” değil. Niye ben yenemeyeyim? Delikanlılar oynamış, yenememiş...
 

Etiketler: medya
nefret