13/05/2009 | Yazar: Lale Düşnar

Murat Saraçoğlu’nu ‘120’ ve ‘O... Çocukları’ ile tanımıştık.

Murat Saraçoğlu’nu ‘120’ ve ‘O... Çocukları’ ile tanımıştık. Yeni filmi ‘Deli Deli Olma’, kolay kolay belleklerden silinmeyecek bir öykü: Nefrete dönüşmüş ama asla tükenmemiş ‘imkânsız’ bir aşk, biraz tarih, biraz azınlık olmak, biraz yürekten gelen sevgi... Malakanları bu film sayesinde öğrenmiş olmak ise benim için ayrı bir kazanım. Dahası Cannes Altın Palmiye ödüllü, sansürlü (!) Yol filminden yıllar sonra Tarık Akan ve Şerif Sezer’i yan yana görmek başlı başına bir hoşluk. Üstelik gençliklerini canlandıran kendi çocuklarıyla birlikte.

Kars’ta, karlar altında bir dağ köyü ve bir avuç insan. Kış gecelerinde saz âşıklarının atıştığı, fakir, ama hayata tutunan bir köy. Aslında filmin başrol oyuncuları bir piyano ile küçücük bir kız, Alma. Son Malakan Mişka ile eli sopalı Popuç’un akıl almaz ilişkileri ve Mişka ile Alma arasındaki sıcaklık etrafında şekilleniyor öykü. Köyün deli ninesi Pobuç, oğlu, gelini ve torunlarıyla yaşıyor; O’na rağmen neşesini kaybetmeyen bir aile içinde. Yapayalnız ‘kâfir’ Mişka’dan ise nefret ediyor, köyü terk etmesini isteyecek kadar. Pobuç’un şerrinden korkan köylüler, sevgi ve saygıda kusur etmedikleri, kendi halinde, sevimli ‘Yeke kişi’ Mişka’ya (yeke iri, uzun boylu demekmiş) nasıl davranacaklarını şaşırıyorlar. 

En küçük torun Alma başına buyruk, meraklı ve sevecen bir kız. Umursamıyor köyün belalısı ninesini ve arkadaşı Tavşan’la birlikte ‘ölümcül düşman’ Mişka ile dost olmayı başarıyor. Çok iyi bir müzik kulağına da sahip Alma. Bunu farkeden yardımsever öğretmeni, gerekli girişimlerde bulunuyor ve küçük kız, sinir küpü ninesine rağmen konservatuar sınavlarına giriyor. Bu süreçte bir piyano koşuşturmacası başlıyor köyde. Bir zamanlar köyün değirmencisi olan Mişka, ekonomik durumu iyice kötüleşince borcu karşılığında geçmişten kalan tek servetini, baba yadigârını Alma’nın bakkal babasına veriyor. ‘Cin işi’ piyano bir at arabasında oradan oraya savrulup duruyor; kah ahırda inekler ve samanlarla, kah tavuklar ve yumurtalara kümes olarak, kah yüklük işlevi görerek.
 
Yaşlı ve hasta Mişka, Alma’ya belki de verebileceği en güzel, en anlamlı hediyeyi sunuyor: Piyano çalmayı öğretiyor ona. Bu, Popuç’u iyice çileden çıkarıyor. Aksi mi aksi, herkesin çekindiği bu kadının Mişka’ya duyduğu kin şaşırtıyor gerçekten. Farklı bir dinden ve etnik gruptan olmak, aynı toprakları paylaşan iki insan arasında nasıl böyle bir husumete, böylesi bir gerilime, tepkiselliğe yol açar ki? Tarihle birlikte bugünü de sorguluyoruz. 100 yıl öncesine ait bir kesit gibi görünse de farklı olmak, öyle güncel bir sorun ki… Her gün yeniden yeniden yaşıyoruz ötekileştirmeyi: din, etnisite, cinsel yönelim ve cinsiyet ayrımcılığını. Akıl almaz bir şekilde, farklılığın düşman olmakla eş anlama gelebildiği günlerden geçiyoruz. Kabulleniş ve empati o kadar zor mu gerçekten? Azınlık diye bir grubu yalnızlaştırmak ve kendinden olmayanı dışlamak bu kadar sıradan ve kolay mı?
 
Öyle yoğun ve dinmeyen bir nefret ki Pobuç’unki, ‘Bunun altında ne yatıyor?’ diye meraklanıyorsunuz. Mişka ile ölümünden hemen önce nihayet iletişim kurmayı başarıp geçmişlerini sorguluyorlar. O zaman anlıyoruz bu öfkeyi, kavuşamayan aşıkların yürek derinliklerindeki fırtınayı, kapanmayan yarayı.. Meğer aşkla nefret arasındaki karmaşık bağın, kimsenin bilmediği ortak bir geçmişin yansımasıymış bütün bunlar. Engelleri aşamayan iki sevgilinin hayal kırıklığı ya da kısaca, yaşanmamış bir aşk. Anlıyoruz bir ömür boyu süren bu nefretin, terk edilmişliğin acısını çıkarma olduğunu. Pobuç’un, bu karlı köyün suskun ve acılı kadını olduğunu.
 
Slav kökenli bir Ortodoks tarikatının mensupları olan Malakanlar, 93 savaşında zorunlu göçle gelmişler Kars’a. Savaş karşıtı olan, devlet otoritesini bile reddeden (total retçi) bu topluluğu, sürmüş Rusya topraklarından. Dini inançları gereği, kan dökmek en büyük suç olduğu için savaşmayan Malakanlar, kültürlerini ve mesleki tekniklerini de taşımışlar yanlarında; kaşar peynirinden, değirmene, yeni tarım yöntemlerine kadar. Tahmin edileceği üzere bütün azınlıklar gibi içe dönük yaşamışlar. Ne yazık ki Kars’ta da tutunamamışlar. Kazım Karabekir döneminde bir kez daha topraklarını terk etmek zorunda kalmışlar; 20 bin kişi, yine yollara düşmüş. Askerlik yapmayı kabul ederek Türkiye’de kalan küçük bir grup ise, en son 1962’de ayrılmış Kars’tan (Meraklıları için: Ayşe Hür imzasıyla yayımlanan bir araştırma yazısında bu cemaatle ilgili derli toplu bilgilere ulaşabilirsiniz).
 
Mişka’nın söylediği ‘Sarmaşık olmak isterdim’ adlı şarkı da, azınlık halleri açısından çok anlam taşıyor. O üstü örtülü dramı, yüzünden gülümseme eksik olmayan Mişka’nın derin yalnızlığını anlatıyor: sarmaşık olmak isterken ayrık otuna dönüşenleri, sürgün sonucu kök salamayanları, hiç bitmeyen yalnızlıkları... Köylülerin Mişka’ya saygıda kusur etmezken bile onu ayrı bir yere koymaları gibi. Ötekileştirmeyi, yargıları, önyargıları ve tabuları aşmaya iyi niyet bile yetemiyor bazen. İki dünya arasında aslında olmayan duvarı sadece Alma aşabiliyor bu öyküde. Çünkü önyargıları yok Alma’nın, öteki algısı yok. Ve doğal olan gerçekleşiyor: sevgi dolu bir bağ..
 
İki star dışında diğer oyuncular: Cemile Nihan Turhan, Levent Tülek, Zuhal Topal, Korel Cezayirli. ‘Deli Deli Olma’ (‘aklını başına al’ demekmiş o yörede), ilk dakikalardan itibaren seyirciyi sürükleyip götürüyor. Akan-Sezer ikilisini de özlemişiz. Hele de oyunculuğun ne olduğunu. Sözlere ihtiyaç duymuyorsunuz duyguları, akıldan geçenleri, ne olup bittiğini anlamak için. Mişka’nın hüzünlü sessizliği, sağduyusu ya da Pobuç’un deliliğinin ardındaki kederi hissediyorsunuz, sadece gözlerden yola çıkarak. 
 
Bir yandan komik, umut dolu, masum, samimi, bir yandan iç acıtıcı olan ve cenaze ile başlayıp yine cenaze ile sonlanan filmin sıcacık ve çarpıcı bir senaryosu var, duyguları coşturan. Yaşanmış bir olaydan yola çıkmış senarist Hazel Sevim Ünsal; O da Kars’ın bir köyündenmiş. Pobuç karakteri de halasıymış. Eşmeyazı köyünde -10 ila -33 arasında çekilen bu film sayesinde Tarık Akan piyano çalmayı ve çorap örmeyi öğrenmiş. Oyuncuların ‘Terekeme ağzı’ ile konuşmayı başarması da senarist Ünsal sayesinde olmuş. Malakanların göç sahnesinin çekildiği Ani Harabeleri ise ilk kez bir film mekânı olarak kullanılmış. 
 
Bu topraklardan kim bilir daha ne öyküler çıkacak...  


Etiketler: kültür sanat
İstihdam