11/02/2023 | Yazar: toksababy

Çeşitli afet bölgelerinde görev yapmış tecrübeli bir muhabirim. Van Depreminde, Soma maden faciasında, Suriye savaşında, 10 Ekim Ankara gar katliamında, sellerde, yangınlarda çalıştım. Antakya’ya vardığımızda karşılaştığımız sessizliği, ıssızlığı ve yalnızlığı hiçbir yerde görmedim.

Deprem, devlet, lüks Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Maraş merkezli ilk depremden yaklaşık 3 saat sonra Ankara’dan yola çıktığımızda, depremin matematiksel büyüklüğü haricinde, çok az bilgimiz vardı. Kabaca depremin yüksek şiddette gerçekleştiğini, yüzeye oldukça yakın olduğunu ve geniş bir bölgeyi etkilediğini biliyorduk. Bölgede mukim gazetecilerin azlığı ve henüz güneş ışıklarının yeni yeni bölgeyi aydınlatması sebebiyle, yıkımın büyüklüğüne dair, yola çıkmadan önce ulaşan her bilgi, durumun vahametine dair endişemizi arttırıyordu.

Fakat hiçbir şey, beni Antakya’ya vardığımızda gördüğümüz felakete dair hazırlayamazdı. Antakya’dan öyle habersizdik ki, yolda önce İskenderun Limanı’na uğrayıp, yangından görüntüler geçmemiz istendiğinde, İskenderun’da birkaç saat geçirmekte bir sakınca görmedik. Halbuki burada daha çok basın mensubu vardı ve buradan zaten haber yapılıyordu. İlk haberimiz olan liman yangınını yayınladıktan sonra, yakınlardaki İskenderun Devlet Hastanesine gittik. Buradaki manzara şöyleydi, morg ve yoğun bakımın birlikte bulunduğu blok ilk depremde tamamen yıkılmış, AKUT ekipleri ve onlara ait bir kepçe arama kurtarma çalışması yapıyordu. Enkazdan sağ kurtarılmış olan 2 yoğun bakım hastası, hastanenin önündeki güvenlik kulübesine taşınmış, burada yakınları ve Sahil Güvenlik birimleri tarafından, ellerinde tutulan serum torbaları ve battaniyelerle ambulans beklemekteydi. Sahil Güvenlikçiler, komutanları ve 112 ile telefonla görüşüyor, durumun ne kadar acil olduğunu anlatıyor, fakat tüm bekleme sonunda kendilerine herhangi bir yardım ulaşmıyordu. Bu kişilerin Acil Servise taşınması gerekiyordu, fakat hastane içi bloklar arası bağlantı, 4 katlı morg ve yoğun bakım binası enkazı tarafından kapatılmıştı. Yardımdan umudu kesen 2 asker, hastanenin bahçesinden çit söküp üzerine battaniye geçirerek, bir sedye yarattılar. Kulübede yatmakta olan iki hastadan birini, dikkatle çitin üzerine yatırdılar ve hastane etrafında dolaşan sokağa doğru koştular. Peşlerinden koştum, yaklaşık 5 dakika sonra hastanenin acil servisindeydik. Depremzedeler acil servisin girişindeki koridorda battaniyeler üzerinde yatıyor, ağlama, inleme ve kötü haberlerle yükselen feryatlar, ağıtlar, sağlık çalışanlarının sık sık ‘Yolu açın, yolu açın, çekilin’ diye bağırmalarıyla bastırılıyor. Depremin üzerinden geçen yaklaşık 12 saattir sular kesik olduğundan, acil servisin girişindeki tuvaletler taşmış, korkunç manzaraya eşlik eden lağım kokusu, gözlerimi yaşartıyor ve öğürmeden orada bulunmayı zorlaştırıyordu. Nefesimi mümkün olduğunca tutarak ve sık sık dışarıya çıkarak, koridorda çekim yaptım. Çekim esnasında, afet bölgesinde bulunduğumuz 4 gün boyunca sık sık karşılaşacağımız tepkilerden ilki, yeşil önlüğü kana bulanmış bir doktordan geldi.

‘Hanımefendi, neden çekim yapıyorsun? Neyi çekiyorsun?’

‘Doktor Bey ben gazeteciyim. İşimi yapıyorum.’

‘Burada kimsenin kendi işini yapacak lüksü yok. Video çekeceğine bir işin ucundan tut.’

“Lüks.” Bu sözcük boğazımı düğümlüyor. Onunla tartışmak değil, ona sarılmak istiyorum.

Kameramı kapatıp oradan çıkıyorum. Yaklaşık bir saat daha İskenderun’da çalışıp, ambulans yetersizliğinden yaralı yakınlarını kendi arabalarıyla acile getirip, karga tulumba içeriye taşıyanları, hiç durmayan ambulans, itfaiye ve polis sirenlerini, denizin taşması sonucunda sel basan sokakları, yağ tenekelerinin, çöp konteynırlarının içinde ateş yakıp ısınmaya çalışan insanları görüntüledikten sonra, Antakya’ya doğru yola çıkıyoruz.

Çeşitli afet bölgelerinde görev yapmış tecrübeli bir muhabirim. Van Depreminde, Soma maden faciasında, Suriye savaşında, 10 Ekim Ankara gar katliamında, sellerde, yangınlarda çalıştım. Antakya’ya vardığımızda karşılaştığımız sessizliği, ıssızlığı ve yalnızlığı hiçbir yerde görmedim. Terör saldırısı ya da doğal afet fark etmeksizin, bu tip bölgelere vardığınızda sizi bekleyen manzaraların çok sayıda ortak noktası vardır. Gittiğiniz bölgeye ve yaşanan felakete bağlı olarak polis ya da jandarma ekipleri, askerler, ambulanslar, AFAD ve UMKE ekipleri, Kızılay personeli, araçları ve mobil aş evleri, AKUT gönüllüleri, kepçeler, vinçler… Sirenler, mavi – kırmızı dönen ışıklar, telsiz anonsları, jeneratörlerin, iş makinelerinin gürültüsü. Antakya’da ise, inanamadığım bir sessizlik.

Suriye iç savaşı çıktığından beri birçok kez görev yaptığım, bazen de uzunca süreler kaldığım, kendimi az çok biliyor sayabileceğim bir şehir Antakya. İlk sarsıntının üstünden yaklaşık 15 saat geçmişken, arabayla dolaştığım caddelerdeki sessizlikten, kendimden ve bildiklerimden şüpheleniyorum. Burası ana cadde değil miydi, herhalde karanlıkta karıştırdım, başka bir yöne gidelim, sanırım biz henüz yardımın ulaşmadığı yerlere geldik diyorum ekip arkadaşıma. Yıkılmak ne kelime, adeta caddelere akmış olan çok katlı bina enkazlarının kapattığı sokaklardan U-dönüşü yapa yapa, Antakya’nın en lüks yerlerinden birinde olduğunu bildiğim Macro Center’a geliyoruz. Daha fazla inkâr edemiyorum. Burası Antakya’nın göbeği. Ne ışık var ne de ses.

Bazı yerlerde arabalarının farlarıyla enkazı aydınlatmaya çalışan kişiler görüyoruz. Bir kahvaltı masasında üst üste dizilmiş kreplere ya da sayfaları ıslanmış ve kabarmış bir kitaba benzeyen binalar, camları bile kırılmamış, dış cephelerinde yalnızca sıva çatlağı bulunan binalarla yan yana. Yıkılan binaların çoğunda katlar arasında hiç mesafe yok. Araba farlarıyla enkaz aydınlatan bir depremzede şöyle diyor: ‘altıncı katta oturuyorum. 2 çocuğum ve eşimle birlikte enkazdan yürüyerek sokağa çıktık. Altımızdaki 5 kattan hiçbir komşumu görmedim.’

Sokak lambalarının bile çalışmadığı kapkaranlık caddelerde gece boyu röportajlar yapıyor ve enkazlarda yalnızca konu komşunun, akrabanın, mahallenin gençlerinin çıplak elleriyle beton ve demir yığınlarının arasında bir canlılık işareti aradığını görüyoruz. Üniformalı kimse yok. Ne asker ne ambulans ne de AFAD. Yalnızca siviller. Aracımız sık sık durduruluyor, kimi kurtarma ekibi, kimi ambulans görüp görmediğimizi soruyor. Antakya’ya yollar kapalıymış diye bir tevatür dolaşıyor. Ankara’dan geldiğimizi ve yolların açık olduğunu birkaç kişiye söyledikten sonra, boş umut tacirliği yapmaktan çekinip, bu konuda çenemizi kapatıyoruz. Sonra biz de insanlara aynı soruları soruyoruz, hiç ambulans geldi mi? Kurtarma ekibi? Herhangi bir yerde çalışma var mı? Umudumuz sabaha kalıyor, belki devletimiz şefkatli, omni-potent, omni-present kollarını gün ağarınca açacaktır.

Sabah olunca gece boyunca gördüklerimizin felaketin boyutunu yansıtmadığını anlıyoruz. Battaniyelere sarılmış cesetler, Antakya kaldırımlarında ambulans bekliyor. Genç bir 112 çalışanı, ambulanstan atlayarak, yan yana dizilmiş 6 cansız bedene koşuyor. Battaniyelerin ucunu kaldırarak nabız arıyor. Toplam 30 saniye bile geçmeden, geri ambulansına koşuyor ve sesleniyor; ‘Hepsi Ex.’

Hemen karşısındaki rezidans blokları yerle bir olmuş MacroCenter’a gidiyoruz, burada depremzedeler lambaların, rafların ve kırık camların arasından geçip kamusallaştırma yapıyor. “Yağmalama” sözcüğünü bir meslektaşımdan duyuyor ve ensemden başıma yükselen sıcak bir öfke hissediyorum. Raflarda un, şeker, tuz, yağ, makarna, ekmek, pirinç bitmişken, yamuk raftan sarkan bir kutu Ferrero Rocher çikolata, bu sözcüğe en iyi cevap olmalı. Buna ne kadar içerlediğimi, yıkılmış bir binanın zemininde yer alan pet shop’ın sokağa dağılmış ürünlerinden birini, Reflex Kitten kedi mamasını, cam parçalarının arasından dikkatle çekip, sokağa döktüğümde duyduğum gururdan anlıyorum. Bu benim ilk “yağmalamam”.

Üçüncü günde devlet Antakya’ya intikal ediyor. 2016 yılında yapımı tamamlamış lüks ve devasa şehir hastanesinin içi kullanılmaz durumda olduğundan, bahçesine ilk yardım çadırları, mobil şarj istasyonları, çay ve çorba dağıtan araçlar yerleştiriliyor. Yaklaşık 150 cansız beden, kimi siyah ceset torbalarında, kimiyse battaniyelere sarılı halde, hastanenin otoparkında, yakınlarının gelip almalarını bekliyor. Çoğu isimsiz. Yakınlarını kaybedenler, şehrin yaklaşık 10 kilometre dışında bulunan bu hastaneye gelerek, AFAD çalışanlarına, bir kategorizasyon olup olmadığını soruyorlar. ‘Hayır, henüz yapılmadı, maalesef tek tek bakmak zorundasınız’ yanıtını alanlar, battaniye kenarlarını ve torbaların fermuarlarını, büyük bir saygı ve özenle açıp kapatarak, ‘allah rahmet eylesin’ diyor ve arayışına devam ediyor. Bulmak mı daha iyi acaba, bulmamak mı, diye düşünüyorum.

Arabada artçılarla beşik gibi sallanarak uyuduğum gecelerden sonra, çalıştığım kurum Ankara’ya dönmemi istiyor. Dönüş yolunda kaldığım otelde, günlerdir ilk kez çeşmeden akan su görüyorum. Yağlı saçlarıma akan sıcak su, içimi büyük bir suçluluk duygusuyla kaplıyor. “Lüks.”


Etiketler: yaşam
İstihdam