27/01/2011 | Yazar: Serap Erdoğan

Yaklaşık bir buçuk yıldır yaşamakta olduğum yeni görev yerime geldiğimde, küçük bir saksıya bir benjamin ağacı diktim.

Yaklaşık bir buçuk yıldır yaşamakta olduğum yeni görev yerime geldiğimde, küçük bir saksıya bir benjamin ağacı diktim. O günkü hali için ağaç sözcüğü çok uygun düşmese de –ki üç yapraktan ibaretti sadece- ismi böyle. Benjamin ağacımı diktim çünkü kendi öznelliğim dışında bir varlığa ihtiyacım olduğunu düşündüm, zamanın ilerleyişini izlerken bana benden bağımsız bir referans olabilmesi için. İki sebepten ihtiyaç duyuyor insan zamanın geçip gittiğini fark etmeye. İlkin yapmak istediği onca şeyi yapabilmek için elini çabuk tutmazsa zamanın onu hiç de beklemediğini fark etmek üzere; ikinci olarak kaybedişlerin, hayal kırıklıklarının, umutsuzluğun delici acısıyla zamanın bir noktasına çivilenip kaldığında aslında hayatın kendi yolunda hala akıp durduğunu, o akışın içine karışabilmek için tek yapılması gerekenin saplanıp kaldığın yerden kendini kurtarmak olduğunu anlamak üzere.

Gazete ya da dergilerde bazı köşeler olur ‘şu olalı şu kadar yıl geçmiş’ köşeleri. Garip bir ruh haliyle okunur bu yazılar. Kimi zaman ‘Hakikaten öyle de bir şey olmuştu değil mi?’ denir, kimi zamansa ‘Ne kadar çok zaman geçmiş üzerinden, daha dün gibi aklımda oysa…’. Baş edemeyeceğimiz kadar ağır bir durumla karşılaştığımızda, duyulan bir haber mesela ya da bir görüntü zihnimizde, ruhumuzda donup kalır. Kehribar damlacıklarının içinde sıkışıp kalmış fosiller gibi. İçine hapsolmuş bedenlerle birlikte koskoca bir toplumun inancını, umudunu yakıp kavuran alevler gibi, kaldırımlara yüzükoyun serilmiş bir can parçasının ayakkabıları gibi… Anımsamak şimdi içinde bulunduğumuz zihinsel koşullardan, ruh halinden bağımsız bir süreç değildir. Katlanıp kesilerek üzerinde farklı şekiller oluşturulmuş iki farklı kağıt parçası düşünün, biri şu anki durumu olsun zihninizin, diğeri anımsadığınız olayın yaşandığı zamandaki hali. İşte anımsama bu iki kağıt parçasının üst üste yerleştirilmesi gibidir biraz, şimdiki aldığı şekille ne birinci ne de ikinci kağıda benzeyen ama her ikisini de içeren yeni bir görüntü. Toplumsal belleğimize çöreklenip kalmış acıları hatırlama şeklimiz varolduğumuz koşullardan bağımsız değil ve giderek sağlıksızlaşıyor bu koşullar, anılarımızın üzerine eklediğimiz kağıttan şekiller giderek çarpıklaşıyor, öfkemiz yüreklerimizdeki kehribar damlacıklarını daha bir katılaştırıyor, derinlere gömüyor.

Dili Çözümlemek

Doğan Tılıç ‘Adams Gibi Düşünmek’ başlıklı yazısında çok önemli bir ihtiyaca işaret ediyor: Yeni bir hayat için yeni bir dilin gerekliliği. Tılıç’ın vurguladığı, kelimelere takılıp kalmamak. Kim kimin ölüsüne şehit dedi, kim kimin acısına soykırım, iletişimsizliğin kör kuyusuna düşmeye yazgılı hale getirilmiş kelimeler… Yeni bir hayat kurmanın yolu, iktidarın dilini çözümlemekten geçiyor. Bu çözümlemenin gereği, kelimeleri üzerlerine yapıştırılmış anlamların ağırlığından kurtarmak kadar, söylemlerin yarattığı iki değerliliğin (ambivalans) de farkına varmaktır.

İnsan yavrusunun temel güven duygusunun gelişiminde ve kendi varlığı dışındaki her şeyi simgeleyen ‘nesne’ ile sağlıklı, kararlı bir ilişki kurabilmesinde, yaşamının ilk anlarından itibaren bakım veren kişilerle kurduğu ilişkinin doğası hayati bir önem taşımaktadır. Bu ilişki içinde görülebilecek iki değerli tutumlar ruhsal gelişimi temelinden sarsar. Yaptığı kendince ‘iyi’ bir şeyin karşılığında sevincinin paylaşılmasını beklerken yüzüne inen bir tokat, ‘kötü’ davranışlarına karşılık aldığı cezalardan çok daha sarsıcı olabilir insanın. Ve bu gibi tutumların devamında çocuk kararlı ilişkiler kurmakta, iyi-kötü, haksızlık-adalet gibi kavramların anlamlandırılmasında zorluk yaşamaya başlar. Bireyin iktidar ile kurduğu ilişkide ise sürekli olarak ‘aldatılmışlık’ duygusunu alttan alta besleyen ve fakat görünürde onun ‘iyiliği’ için yapılıyormuş gibi sunulan eylemler toplumsal bütünlüğü kararsız bir hale getirir. Kararsız bir ortamın ve belirsizliğin sonucu çoğunlukla kişinin benliğini saldırı ve tehdit altında hissetmesidir. Bu duyguların yarattığı öfkeye kapılan çocuk/birey öncelikle öfkesini duygularının hem kaynağı hem de çözümü olarak gördüğü ebeveyne/ iktidara yönlendirecektir. Anne ve babalar, çocuklarının kendilerine duyduğu öfkeyle baş etmenin verdikleri en büyük ebeveynlik sınavlarından biri olduğunu bilirler. Danışanla kurduğu terapötik aktarım ilişkisinde terapistin öfkeyi içine alabilmesi, onu karşılayabilmesi ve daha yapıcı duygulara dönüştürerek danışanına yönlendirebilmesi gerekir ki ebeveynlerden ve de iktidardan beklenen de budur. Fakat bu öfkenin karşısında, ilişkilerinde temel başa çıkma düzeneklerinden biri olarak yansıtmayı kullanan (partnerini sürekli aldatan ya da aldatma isteği yaşayan birinin, partnerini olur olmaz yere kendisini aldatmakla suçlamasında kullanılan düzenek gibi) bir ebeveyn/ iktidar varsa çocuk/birey kendine yönlendirilen duyguların ağırlığı altında ezilecektir. Kaldı ki ‘kadiri mutlak’ olana duyulan öfkenin kendisi bile tek başına kişiyi korkutmaya yeter, kişi kendi öfkesini bir tehdit gibi algıladığında bu öfkenin nesnesi değişecek, olumsuz tüm duyguların ve yaşantıların sorumlusu gibi görülebilecek bir ‘öteki’ne doğru yönlenecektir. Başı boş kalan öfkeye hedef göstermek ise zulmünden yine kendisine sığınılan zalim için artık geriye kalan en kolay iştir.

Saldırganla Özdeşim
Despotlarla uyrukları arasındaki diyalektiği sürdüren düzeneklerden biri saldırganla özdeşim olarak geçmektedir psikanaliz literatüründe. ‘Stockholm Sendromu’ denildiğinde çok daha tanıdık hale gelecek olan bu kavram, kişinin varlığına yönelik baş edemeyeceği saldırılarla karşılaştığında benliğini savunabilmek adına saldırganla yakınlık duymaya ve bilinçdışı olarak onun davranışlarını taklit etmeye başlamasını ifade etmektedir. Şiddet kurbanı olarak büyüyen çocukların kendilerinin de şiddet uygulayan yetişkinler haline gelmesinde (bu noktada aklımıza polis okulundaki dayak yiyen öğrencilerin gelmesi hiç de tesadüf olmaz!), elbette ki tek açıklama bu olmamakla birlikte saldırganla özdeşim düzeninin rolü olduğu bilinmektedir. İktidarın kimi zaman örtülü kimi zamansa gizlemeye gerek duymadan hatta özellikle açık bir şekilde uyguladığı fiziksel, psikolojik şiddetin süreğenleşmesi, kendi yandaşlarını oluşturmakta bu yolla da etkili olmaktadır. Bir tarihçi ve psikanalist olan N.C. Hollander, korku toplumlarında yaşanan ruhsal gerilemenin yok olma kaygısıyla baş edebilmek üzere insanlarda saldırganla özdeşimi de içeren bazı bilinçdışı savunma düzeneklerini harekete geçirdiğini söylemektedir.

Etienne de La Boetie’nin, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev’inde bundan 5 yüzyıl önce yazdığı şu satırlar kadim iktidar-itaatkar diyalektiğinin körleştirici etkisinden uyandırmak için atılmış bir çığlık gibi: ‘… Size böylesine hâkim olan kişinin iki gözü, iki eli, bir bedeni var. Yalnızca sizden fazla bir şeyi var: O da sizi ezmesi için ona sağlamış olduğunuz üstünlük. Eğer siz vermediyseniz, sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu? Sizden almadıysa, nasıl oluyor da sizleri dövdüğü bu kadar çok eli olabiliyor? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar sizinkiler değilse, bunları nereden almıştır?...’

Ve…
Benjamin ağacım üç yapraktı diktiğimde, şimdi boyu üç karışı geçiyor. Artık saksısının ağırlığı masanın üzerini aşındırmaya başladı; yakında yere indirmem gerekecek, güneşli bir köşe bulup. Şimdi mevsim kış, şehrin üzerinde kömür dumanından bir perde, yürekler darda, despotluğun gölgesinde umut yeşertmek zor. Ama ağaç biliyor ne olursa olsun gelecek bahar, yollar çiçeklenecek ve elbet bulunacak ona zamanın sayfalarına oya gibi işlenecek yeni yapraklar verebileceği güneşli bir köşe… Biz de bilmeliyiz ki her duygu kendini ve bireyi dönüştürme potansiyelini taşıyor içinde. O potansiyeli kullanabilmenin yolu duygumuzu tanımaktan geçiyor. Bilip de söyleyememenin, söyleyip de duyuramamanın, gösterip de gördürememenin çaresizliği, utancı öfkeye dönüşüyor. Bu öfkenin bizi iktidarın elleri, gözleri, kulakları haline de getirebileceği, kehribar tanelerimizi avuçlarımıza alıp zihnimizi, yüreğimizi despotluğun gölgesinden güneşli köşelere taşıma gücü de verebileceği gerçeğini aklımızdan hiç çıkarmamamız gerek….


Etiketler: yaşam
nefret