07/02/2011 | Yazar: Süreyyya Evren

Tunus devriminin patlak verdiği günlerde, iki kızkardeşin, Helen ve Olivia Rosetti’nin Isabel Meredith takma adıyla yazdıkları (ve başkahramanı da aynı adlı 17 yaşında bir genç kız

Tunus devriminin patlak verdiği günlerde, iki kızkardeşin, Helen ve Olivia Rosetti’nin Isabel Meredith takma adıyla yazdıkları (ve başkahramanı da aynı adlı 17 yaşında bir genç kız olduğundan otobiyografi gibi okunan) A Girl Among The Anarchists (Anarşistlerin Arasında Bir Genç Kız, 1992) romanını okuyordum. 1992 dedim ama romanın orijinal yayımlanış tarihi 1903. Rosettiler henüz 14-15 yaşlarındayken Meşale (Torch) adlı anarşist bir dergi çıkarmış üç kardeş. Daha sonra politikadan uzaklaşmışlar ve kardeşlerin ikisi bu romanı yazmış. Bir tür bildungsroman (oluşum romanı) diye anılıyor. 17 yaşında bir genç kızın babasının ölümünün ardından politize olması, dönemin Londra’sındaki politik gruplarla tek tek bağlantılar kurması ve sonunda kendini anarşist bir dergi çıkartırken bulmasını anlatan ve dolayısıyla gene aynı dönemin kadını ev içine hapseden perspektifine isyan eden erken bir de feminist roman örneği. (Kahramanımızın bir ‘kız’ olmaktan ‘kadın’ olmaya doğru geliştikçe siyasetten uzaklaşıp aile hayatına kayması gibi daha sonraki feminist literatürden uzaklaştıran öğelere rağmen kadının kendi kendini özgürleştirmesi açısından bir referans olmayı sürdürüyor.)

İşte bu kitaptaki kahramanlardan biri o günlerin İngiliz radikalizminin başarısızlığa yazgılı olduğunu veciz bir dille ifade etmek için şöyle diyor: “Devrmciler olmadan devrim yapamazsınız!”

Önce Tunus geldi aklıma okurken, sonra sözü tersine iyice büküp acaba “bütün devrimler devrimcilere rağmen yapılır” desem mi dedim, ama sonra devrimci düşmanı bir çağda yaşadığımıza ve pek devrimciliği özden eleştirmenin vakti olmadığına karar kılıp gözümü sadece Tunus’a çevirdim.

Evet, Tunus için bir devrimcisiz devrim dalgası diyebiliriz sanırım. Burada tabii kastedilen şüphe yok ki “profesyonel devrimcilik” kurumunun yerini, yani Rahmetovların yerini, daha yaygın bir devrimcileşmenin, herkesin dilediği anda “devrimcilerden biri” haline gelebildiği bir yataylığın alması durumu. Belirli bir devrimciler yok çünkü herkes devrimci, herkes devrimcilik kategorisine yatay geçiş yapabiliyor ve dilerse çıkış yapabiliyor.

Yukarıdan olayları yöneten parti başkanları, merkez komiteleri yok. Sözcü bile zor bulunuyor, ve bütün yayın kuruluşları eylemden çevirdikleri insanların sözlerini ‘sözcüden gelmiş’ kabul ederek yayımlıyor. Partili politika sevenler, bu tür devrimlerin karşı-devrimci güçlerin eline geçme riski barındırdığını söylüyorlar. Sanki devrimcili devrimler karşı-devrimcilerin eline sabah akşam geçmemiş gibi geçen yüzyılda...

Devrimcisiz devrimlerin bir temel özelliği de –gene okuduğum feminist romanı hatılıyor olabilirim bunu söylerken- her bir katılımcının tek tek erklenmesine aracılık etmesi. Güçlendirmesi yani. Tam anlamıyla Nietzscheci bir “güç iradesi”ne sokması.

Yirminci yüzyılın bu seçeneğin farkında devrimcilerinden biri olan Osugi Sakae geliyor akla. Osugi, neden sonunda kaybedeceğimizi bilsek bile bir greve girmemiz gerektiğini –ortodoks bakışın pek ‘hazzetmeyeceği’ haz terimleriyle şöyle anlatır: “Genelde grevlerden yenilgiyle ayrılıyoruz. Bununla beraber, ne kadar dayak yersek yiyelim, çatışmalar sırasında duyduğumuz neşeyi de unutamayız. Bu duyulan, irademizi esnetmekten duyduğumuz hazdır. Kendi gücümüzün sınırlarını denemekten alınan hazdır. Yoldaşlar arasında gerçek yoldaşça duyguların ifade bulmasını görmekten alınan hazdır. Kendi kişiliklerimizdeki gelişmeleri görmekten alınan hazdır.”

Osugi’nin Nietzscheci/Sorelci yaklaşımı devrimci edimi başarı/başarısızlık üzerinden ölçmemenin bir örneğini sunar. Daniel Guerin da (kazanılıp kazanılmadığından bağımsız olarak) her devrimci girişimin bu dünyadan el etek çekmemek, bir ayağını bu dünyada tutmak demek olduğunu söylüyordu.

Devrimcisiz devrimlerde de tam bu yok muydu: Tunusluların yüzlerindeki öfkeyi ve hazzı görüyorduk, havadaydı, hissediyorduk, bütün Arap dünyası hissetti, erklendiklerini görüyorduk, üstelik saygınlaşıyorlardı da. (Şimdi herhangi bir Tunuslu dünyanın herhangi bir yerinde ben Tunusluyum derken bir yıl öncesine göre ne farklılıklar hissetmektedir mesela. Kimse ona sen bilmemne partisinden misin diye sormayacaktır. Çünkü öyle bir parti yok devrimi yapan. Tunuslular yaptı.)

Tunuslular iradelerini hepimizin gözleri önünde esnetmediler mi? Kendi güçlerinin sınırlarını denemediler mi? Her birinin tek tek kendi kişiliklerinde bir değişim yaşanmamış mıdır sizce?

Bir başka soru: biri Tunus’taki devrimin Mısır’a, Yemen’e, Suriye’ye nasıl sıçradığını araştırmak istese, bu konuda bir makale yazmaya kalksa mesela, ne gibi doğrudan kanıtların izlerini sürebilir? Bir takım Tunuslu devrimciler Mısır’a gidip olayları mı örgütlemişlerdir, nasıl direndiklerini mi anlatmışlardır, bu sayede mi olmuştur ‘domino’ etkisi, veya Tunusluların yazdığı elkitapları mı dolaşmıştır Mısır sokaklarında? Yanlış anlaşılmasın bu çabaların her birini yapan olduysa sonsuz destekliyorum çünkü bunlar da birer ‘yapma’dır, iradenin esnetilmesidir, gücün sınanmasıdır. Hiçbir eylem boşuna olamaz –çünkü basitçe söylersek ‘yapılmıştır’. Sonuçta işte etkileyen bu oluyor –her türlü basın sussa da, yalan dolan yazsa da, ağzını açmana izin verilmese de, örgütlenmene izin verilmese de, komşunu görebiliyorsun, yüzündeki öfke ve hazzı görebiliyorsun ve bu öfke ile haz tarafından örgütlenebiliyorsun (her vesilede öfkeyi bir hınç göstergesi gibi kodlayıp itibarını düşürmeye çalışanlara inat elbet). İradenin bu esnetilmesi çağrısı hiç bir partinin yapamayacağı kadar güçlü bir çağrı oluyor –çünkü bu çağrı gerçekten herkese sesleniyor, herkese bir partiyi iktidara getirmeyi değil, kendisi de dahil olmak üzere bütün bir toplumu erklendirmeyi vaadediyor. Demek ki aslında bir ‘domino’ etkisi değil yaşanan: bir noktadan başlayıp bir noktaya doğru ilerlemiyor, her erksizleştirilmiş noktadan başlayıp her noktanın erklenmesine doğru (bir Mısırlı ‘sokak sözcüsü’nün deyimiyle) ‘patlıyor’ devrim.

Ve bu çağrının hangi toplumlarda çalıştığına bir bakacak olursak aşağıdan devrimlerle dolu gururlu tarihleriyle hatırlanan toplumlar değildi bunlar.

Aman şimdi Arap Baharı iyi güzel de iktidara o parti değil de bu parti gelirse vay halimize diyenler var. Uzun tarihlerine baktığınızda, o parti değil de bu parti gelince mi felaket oluyor gerçekten bir ülkede; yoksa iktidarı denetleyemeyeceğine çoktan ikna olmuş, rıza üretmeyi kanıksamış, yukarıdan belirlenmeye duyarsızlaşmış, iradesi törpülenmiş, gücü şırıngayla çekilip temsili organlara aktarılmış, öz-erklenmeyi ufukta bile göremeyen ve tahayyül dahi edemeyen bir toplum ortaya çıkınca mı felaket oluyor?

Evet, hangisi?

Etiketler: yaşam, siyaset
2024