12/03/2022 | Yazar: Gözde Demirbilek

Bi+ ve yer yer seks işçisi trans bir aktivist olarak araştırmadan önce hem bir şemsiye altında bir araya geldiğim hem de bir kimliği paylaştığım arkadaşlarıma sorumluluğum var.

Dördüncü cemre olayları Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Bi’ yarım yamalak kitap okuman eksikti diyeceksiniz ama eksikti.

İki hafta önce Ceylan Özgün Özçelik’in yazdığı ve yönettiği Kaygı’yı yeniden izledim. Bu filmi çok seviyorum; bu aralar sevgimin, özdeşim kurmaya bağlı bir beğeniden gelip gelmediğini anlayabilmek için dijital olmayan ve daha uzun süredir öğrenimine maruz kaldığım işaretleri içeren materyalleri okumaya çalışıyorum. Yani kitap okumayı deniyorum. 

Başlayıp bitiremiyorsam çabamı hiçe sayma huyum olduğunu bildiğim için, bazı kitapları gözümün önünde tutmaya başladım ama önce bu ara ilgimi çeken bir araştırma verimi paylaşmak istiyorum. Ardından kitabı okuyamadığım için, içindeki bir yazıda önerilen bazı soruları kendi üzerimden yürütme denememi sunacağım.

Birkaç gün önce, “görsel” kelimesini daha az kullanmaya başladığımı; yaptığım dijital arşiv temizleme etkinliği esnasında fotoğraflara bakarken de o anları zaten hatırladığımı fark ettim. Her zaman olduğu gibi hastalığımın ne olduğunu anlamak üzere Google’a başvurdum. Hizmet sağlayıcı bir şirket olarak Google, tabii ki bizden sömürdükleriyle, bilgi deneyimi sunduğu için; “hastalığıma” bakmak için çıktığım yolda beni engin bilgi çeşitliğiyle bir Türkçeleştirmede yakaladı: Eidetik hafıza. ‘Aa’, ‘ay mı ey mi’, ‘yumurtadetik?’, ‘göz auch gibisine’, ‘eid olarak etik gibi mi’, ‘medyatik gibi de’ derken hiç hayatımda daha önce ziyaret etmediğim bir siteden okumaya başladım. Tamamını okuyamıyorum çünkü aslında ne olduğunu anlamak için değil, bunu bir etkinlik olarak yaşadığım için sekmeyi kapatmıyorum açıp açıp ifadeleri inceliyorum. Şey filan diyo, “eidetic bellek ve fotoğrafik hafıza” tam benim, 45 dakika ekrana bakıp düşüneceğim konular bunlar. Hahah.

dorduncu-cemre-olaylari-1

Ee dostlarım, insan kendine böyle sürprizler bırakıyorsa kitap okumayı da ceza olarak görmeyi bırakmalı diyoruz ve sunuma geliyoruz. Size performans ödevi hazırladım. Ansiklopedilerin yetersiz kaldığı ve Vikipedi’nin başı çektiği yıllarda bu ödevden hazırlarken performansın yazı olduğunu sanırdım. Sunumdan azade olmadığını kendime göstermek adına başlıyorum:

Dilek Hattatoğlu ve Gökçen Ertuğrul editörlüğünde çıkan “methodos: kuram ve yöntem kenarından” kitabı, editörlerin ortak kaleme aldığı “Tuttuğumuz Yollar: Kenardan Kuram Kenardan Yöntem” yazısıyla karşılıyor. Kitap, Nilgün Marmara’dan “Göz var, göz var, göz var” alıntısıyla kendini anlatmaya başlıyor.

“Göz var, yine de ‘bakmayan göremez’. Ya da ‘masadan önce masa fikri vardı’ (Engels, 1977). Bu da bizi fikre, fikirlere yöneltir ve o fikirleri düşünene, fikrin öznesine de. Hatta ‘fikirler bana kendilerini düşündürttüler, onları ben düşünmedim. Ben sadece bir kavşağım’ (Levi-Strauss, 1986) diyen öznesiz özneye bile. Düşünülenin düşüneni oluşturduğu ve karşılığında kendisinin de oluştuğu o büyük süreç, insanlığın yeryüzüyle emek dolayımıyla kurduğu ilişkinin eşitsizlikler, bölünmeler olarak biçimlendiği o hepimizin hikayesi; sömürgecilik ve emperyalizmle artık hepimizin kılınmış hikayesi; bu hikayede sosyal bilimlerin ve araştırmanın yerinin ve o hikayeyi kendimizin kılarken kendimizi kim kıldığımızın hikayesi. Yani ‘biz’ kimiz, tekil özne ve çoğul özne, birey ve toplum, ezilenler ve ezenler, sömürenler ve sömürülenler, kendini temsil edenler ve temsil edilmesi ‘gerekenler’, araştırılanlar ve araştıranlar ve bunların hepsinin birlikte bir şekilde üzerinde yer aldığı ‘tarih sahnesi’, ya da dilerseniz ‘toplum sahnesi’.”

Bu alıntıyı neden aldım?

Birazdan bu kitapta yer alan yazılardan, Dilek Hattatoğlu’nun kaleme aldığı “Sosyal Bilim ve Anlatı: Yakalanmışlığın Ötesine” yazısından bir bölüm alarak, bana değen kısmını tartışmayı deneyeceğim. Kitap, 2009 yılında çıktığı ve ben de bugünden kendi araştırmacı kimliğimi düşünerek bir tartışma sunmayı hedeflediğim için; kitabın girişini alıntı olarak vermek istedim.

Birbirini tanıyan bir toplum hayal ettiğimiz için  

Dilek Hattatoğlu yazısına “Ezilenlerin / madunların kendilerini temsil etmeleri, ‘kendi’ adlarına ‘kendilerinin konuşması’, eski bir meseledir; bu yazı, bunun özgül bir bağlamdaki tezahürüne odaklanmayı deniyor” girişinden ve  “…Ezilenler ile araştırılanlar, özdeş midir ya da daha doğrusu, hangi durumlarda ezilme, araştırılan olmakla katmerlenir? Araştırdıklarını nesnelleştirirken nesneleştirmenin ötesine geçebilen bir sosyal bilim nasıl mümkündür?” ve “Neden araştırma yapıyoruz?” sorularından sonra şöyle diyor:

“Öncelikle ‘biz’, ‘araştırma yapanlar / araştırmacılar’ kimiz? Bu soruya tek tek araştırmacı bireyler açısından ya da neden bazı bilgi ve bilim türlerinin ortaya çıktığına ilişkin yanıt verilebilir.”

Ben, sorulan sorulara kendi üzerimden cevap verebilmek adına tartışmama ezilen bir araştırmacı olduğum kabulüyle başlayacağım. Bu kabulün ardından yazının tamamını henüz okuyamadığım için kendime dair bir iddiam var (ki şimdi yürüttüğüm tartışmanın muhatabının da Dilek Hattatoğlu olmadığını kendi açımdan anlatabileyim):

Araştırmacıysam gazeteci değilim, gazeteciysem bertaraf değilim, bertaraf değilsem aktivist değilim, aktivist değilsem araştırmacı değilim.

“Haklarımı arıyorum” demenin elbette, benim aklıma gelmeyecek çeşitlilikte söyleme biçimi vardır. Ancak, tartışmayı kendi üzerimden yürütürken; ezilen bir araştırmacı olduğum kabulüyle birlikte araştırmacı kimliğimin taşıdığım kimlikler altında ezilmemesi için ikiliği değilleme yöntemini kullanmayı sorumluluğum biliyorum. Bu sorumluluğu bana, kitabın girişine rastgelmiş biri olarak; “Yani ‘biz’ kimiz,” ile başlayan kısımda verilen şu üçleme veriyor: “Tekil – çoğul”, “birey – toplum”, “etken – edilgen”.

Ezilen olduğumu kabul ediyorsam, bana dair olan bir araştırmanın içinde yer alırken etken olduğum kabulünü de düşünmem gerekiyor. Bu düşüncede dikkat etmem gerektiğini düşündüğüm kısım, araştırmanın benim hangi kimliğime ilişkin olarak benimle temas ettiği.

Örneğin, “LGBTİ+’larla ilgili bir anket çalışması”, bi+ trans bir aktivist olarak beni hem ilgilendirir hem de söylemimi kısıtlar. Anket çalışması, doğrudan bi+ ve trans kimliklere dair sorular yönlendirmiyorsa söylemimi kısıtlayan etken, LGBTİ+’ların ortak söylemleri değil araştırmayı sunanın tasarrufudur.

Bir araştırmaya, özellikle de dijital ortamda gerçekleşen bir anket çalışmasına katılırken; araştırmacının kimliğinin ya da araştırmayı yaptığı kimliklerle bağının ifşa olmaması için araştırılanın kendini birçok açıdan ifşa etmesi gerekir. Bu yorumu “LGBTİ+’larla ilgili bir anket çalışması” denerek yollanan sayısız anketi, takıldığı sorular sebebiyle tamamlayamamış bir lubunya olarak yaptığımı belirtmek istiyorum. Çünkü, etken olarak yer alacağım araştırmayı gerçekleştirenlerin; beni yeniden ezmemesi için “neyi, neden yapamadığımı” anlattıran geleneğe karşı çıkıyorum.

Bu ezilme, araştırmanın birçok noktasında gerçekleşebilir: İlk soruda veya mental sağlığa ilişkin bir kısımda, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği sorusunda veya tahsil-statü sorularında; “-bilme”yi ölçeklendiren her kısımda. Bu noktada benim, araştırmaya veri sunmayı tamamlayabilmek için şu ön veriye ihtiyacım oluyor: Bu araştırma neden yapılıyor?

Veriyi sağlamakta beni geriye düşüren bir soruyla karşılaşıyorum çünkü araştırmanın talep ettiği şey benim birçok açıdan ifşam, araştırmacının değil. Bu yüzden, anket girişinde bana araştırmacıyla ilgili verilen bilgiyle yetindiğimde geriye bir tek (madem kitap da kenarından kuram ve yöntem okutmasıyla başlıyor) benim araştırmacının niyetini sorgulamamam kalıyor.

Bu mümkün değildir.

Mümkün olduğu kadar tanışmak

Benim, bir araştırmada ezilmemem için iki araştırmadan birini yapmam gerekiyor. Bu araştırmaların ilki araştırmacının kim olduğuna ikincisi ise benim araştırmaya katılma niyetime ilişkin. Anket bana, kimliğime dair bir ifşa talep ederken karşılığında eşit hissedecek bir zemin sunmuyorsa; hislerime ilişkin soru da sormaması gerekiyor.

Herhangi bir araştırmada, cevaplarımın hangi hislerimle ilgili okunacağını bilmeyen bana karşı araştırmanın bana dair sorumluluğu bence; yararıma değilse bile fayda sağlayacak bir sebeple gerçekleşmek. Sağlanacak faydadan, etken olarak ben, pozitif olarak etkilenmiyorsam; araştırmanın yararına sunabileceğim bir veri de aslında yok.

Bu yüzden “LGBTİ+’larla ilgili bir anket çalışması” kaçıncı sorusunda olursa olsun doğrudan cinsiyete ilişkin bilgi talep ederken, kişilerin kendilerinin doldurabileceği üçüncü bir alan yaratmıyorsa o araştırmaya veri sunmayı bir nonbinary olarak, ezilme pratiği olarak görüyorum.

Dilek Hattatoğlu, “Neden araştırma yapıyoruz?” sorusuna “… ya da neden bazı bilgi ve bilim türlerinin ortaya çıktığına ilişkin yanıtlar verilebilir” dedikten sonra şöyle devam ediyor: “Habermas (1968 / 1998), bütün bilgi türlerinin ve bu arada bilimsel disiplinlerin insani çıkarlarla ilişkili olması zemininde, ‘araştırmacılar’ı, peşinden gittikleri çıkarları ortak olanlar olarak görür.”

Dilleri karşılaştırmayla ilgilenen bir araştırmacı olarak, burada yazarın bir kelimeyi neden kullandığına ilişkin notunu paylaşmayı da sorumluluk olarak görüyorum: “İngilizcesi interest olan bu kelime, Türkçe’ye ‘istem’, ‘ilgi’ ya da ‘ilgi/çıkar’ olarak çeşitli şekillerde çevrildi. Ben ‘çıkar’ olarak kullanmayı yeğliyorum.”

Okuyan olarak, çıkar kullanımını benim de yeğlemem ya da bu yeğleyişe okumaya devam etmek için ikna olmam, iki yeni araştırmaya ihtiyacına şu yüzden sebep olmuyor: Ben şu an yazmakta olduğum yazıyı, bu kitabın 13 yıl önce çıktığının ve üstüne düşünmeyi keyifli bulduğum kavramlar üzerinden bugüne ilişkin bir şeyler söyleme sorumluluğumun farkında olarak bitirmek zorundayım.

dorduncu-cemre-olaylari-2

Reklamlar: Şirinler gerçekten cinsiyetsiz bir tahayyül mü sunuyordu, “Şirin Baba”, “Güçlü Şirin” ve “Şirine”yi cinsiyetlerden bağımsız okumak mümkün mü araştırmam esnasında karşılaştığım Pinterest görseli. Görsele dair düşüncelerimde şunlar var: Kendimi yerde tepinen olarak konumluyorum, bu görselde kendi iletişimime dair “yerde tepinmeyi” açık ediyorsam yeniden bakıyorum, bu bana ne hatırlatıyor? Birkaç düşünce sonra fark ediyorum ki “tepinmek” hep yetişkin karşısında çocuk olmaya dair kodlanmış. Tahayyül sorgumu düşündüğümde, evet Şirinler benim çocukken izlediğim dönemde daha az cinsiyetli bir görsel sunu vermesine rağmen çeşitli Türkçeleştirilmelerle (Örneğin: Şirinler 2000 kasedi, “Şirineyi Görmeli” şarkısı) Şirine’ye dair oldukça cinsiyetçi bir havuza sahipti. 2007-2008 yıllarında, meme’e meme demediğimiz o dönemde devianART’ın (bu platformu kullanıyordum) sunduğu cinsiyetlendirilmiş Şirinler görselleştirmeleri, yalan söylemeyeyim, bana gelmezdi. 2009’a doğru gelirken görsel havuz olarak daha çok fotoKritik’i ve Google’ın sunduğu anaakım-öncelik görselleri kullanmaya başlamıştım, lubunya kimliğime dair çoğu şeyi de kendi çektiğim meyve fotoğraflarını Photoscape’de emojilendirerek hikayelendiriyordum. Daha çok fotoğraf bakıyor olmanın diyeti gibi gözükse de (nasıl şaka) meyve emojilendirmekten rahatsızlık duymuyordum. Sonraları, önceden Sims oynarken yaşadığım kopmaları da buna bağladığım olsa da; hiçbir Şirin, meyve değildir. Reklamın sonu.

Kendi farkındalığımı kanıtlamam için neyi nasıl yaptığımı kanıtlamam gerekmese dahi, ölçeklendirmeye dair fikirlerim, beni ilgilendirir. Kişisel de görülse, toplumsallaşsa da bu benim kendime ne dediğimle ilgilidir. Kanıt olarak yaptıklarımı sunmam gerekmediğinde, kendime söylediğimin sebeplerine ilişkin deneyim paylaşımı yapmam gerekebilir. Bu çok sesli bir kitabı okuma deneyimi yazısı olduğu için, bir düşüncemi paylaşmak istiyorum:

Bana göre ideolojik olarak kaç farklı aygıtla karşımıza gelirse gelsin erk tektir, feminizmi çoğul ve çoğulcu yapan da bana göre budur. Erkin tek olduğu yerde, şiddetinin cinsiyetler ötesi yaşanıyor oluşunun görünürlüğünün ifşa olduğu bir çağda, feministleri çoğul ve çoğulcu faydada bir araya getirebilecek imkan pektabii kendileriyle ilgili olandır. Ancak, feminizmin, “kadın olmanın” ya da “kadın doğmanın” fiziksel deneyimiyle sınırlı okunmasının yarattığı tahribatın da daha net ifşa olduğu bir dönemde; aynı zamanda bir feminist olarak ben, katıldığım araştırmanın asıl niyetini öğrenmek zorunda değilim.

Bi+ ve yer yer seks işçisi trans bir aktivist olarak araştırmadan önce hem bir şemsiye altında bir araya geldiğim hem de bir kimliği paylaştığım arkadaşlarıma sorumluluğum var. Bu sorumluluğu bana ortak çıkarlara katılmak yüklüyor gibi düşünseydim, eminim “yer yer” demezdim ama demekten de gocunmazdım. Ben arkadaşlarımla aslında, kendimde görmesem arkadaşlarım için de sorumluluk duyamayacağım bir tahribatın sorumluluğunu paylaşıyorum. Bu sorumluluğu özneler olarak yüklendiğimizde, ideolojik aygıtlara bölünerek karşımıza çıkan erke dair çeşitlenen deneyimin hep birlikte farkında olmamız gerekiyor sanıyorum.

Ortak çıkarlar için buluştuğumuz yer pay da olsa fayda da olsa, “Tanınma yoksa barış da yok!” kadar net bir sınır çizmese de; tanınma, bugün toplumsal barış için elzem bir öncelik taşıyor. Bu sebeple, “LGBTİ+’larla ilgili bir anket çalışması”, toplumsal barış niyetiyle gerçekleşiyorsa beni tanıdığına ya da tanıyacağına ilişkin bir veri de sunması gerekiyor ki etken olarak öncelik olduğum farkındalığında, sorumluluklarım altında ezilmeyeyim.

Birbirinden farklı araştırmacılar olarak, araştırma konularımız özelleştiğinde eşitler arası bir zeminden bakma sorumluluğunu aynı şekilde hissetmeyebiliriz. Araştırma, ortaklığa ve isteme yönelik sorusunu açık soruyorsa katılımcıya da kendini isimlendirebileceği alanı sağlamak zorundadır. 

Diye “çok alaka” bitirsem ya böyle… Yok. Ben çok konuştum, iki de dinlence bırakıcam LGBTİ+ Tarih Ayı bitmez diyerek ve bu yazıyı kapatıcam. Eidetik medyatik derken geldik yine sona.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.

 


Etiketler: yaşam
İstihdam