09/11/2018 | Yazar: Özen B. Demir

Kısacası, eşcinselliğin kamusal ölçekte doğallaştırılması, birçok yönden, kurumsallaştırılmış heteroseksüelliğe zarar verilmeden gerçekleşmiştir.

Kısacası, eşcinselliğin kamusal ölçekte doğallaştırılması, birçok yönden, kurumsallaştırılmış heteroseksüelliğe zarar verilmeden gerçekleşmiştir.

[III] Neoliberalizm, Cinsellik ve Ötesi

AIDS’ten ölecek olursam eğer, defnetmeyi boşverin, sadece Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi’nin [FDA] merdivenlerine bırakın bedenimi.

David Wojnarowicz, 1988.[1]

Bir anekdot ile devam edelim: Michel Foucault da, AIDS'e bağlı nörolojik komplikasyonlar nedeniyle yaşamını yitirmişti. Arkadaşı Edmund White, 1981 yılında Foucault'yu AIDS konusunda uyarmıştı. Aldığı yanıt ise, White'ın naklettiğine göre, şu olmuştu: “Ah, aman ne güzel, Edmund: Siz Amerikan püritenleri, her zaman hastalık icat ediyorsunuz. Siyahları, uyuşturucu kullananları ve de eşcinselleri tefrik etmeye, seçerek ayırmaya yarıyor bu; ne kadar mükemmel!”[2] Sahiden de AIDS, 1980’ler ABD’sinde, adeta bir 9/11, bir Katrina kasırgası, bir Japon tsunamisi yahut da bir Haiti depremi gibi ulusal boyutları aşan bir yankıya sahiptir. Ronald Reagan ve şürekâsının akıl almaz tavırları, tüyler ürpertici çıkışları bilinir.[3] Reagan’ın AIDS hakkında ilk halka açık konuşmasını yaptığı 31 Mayıs 1987’ye kadar ABD’de yirmi binden fazla kişi AIDS’e bağlı hastalıklardan yaşamını yitirmişti ve AIDS’le yaşayan insanlar toplumsal yapının tüm kurumlarınca ya yok sayılıyorlar ya da hasbelkader basında yer aldıklarında da, ölmekte olan can çekişen insanlar olarak tamamen âciz biçimde gösteriliyorlardı. Sevilen, yitirilen insanlar için yas tutmak imkânsızdı ve bu dönemde sanatçılar hastalığa yakalanmış yakın çevrelerinden insanların kaybından duydukları acıyı tam da bu durumdan yola çıkarak bedeni doğrudan göstermeden, imleyerek ele alacaklardı.[4] Örnekse Félix González-Torres (1957-1996) de, AIDS’ten ölen hayat arkadaşı Ross'un yokluğundan duyduğu hüznü, beyaz çarşaflı, çift kişilik dağınık yatağının fotoğrafını New York kentinin reklam panolarında sergileyerek göstermişti (Untitled, 1991).[5]

HIV’le yaşayan insanların toplumda yok sayılması, çok-yönlü ayrımcılık politikalarıyla dışlanmaları, AIDS’in herkesi etkileyecek bir hastalık olarak görülmediği ve aksine marjinalleştirildiği için bu konuda devlet desteğinin olmaması, ilaç yardımının yapılmaması, bu konudaki araştırmaların da desteklenmemesi gibi unsurların, neoliberalizmin küresel ölçekte tomurcuklanmasıyla olan bağlantısı sabittir. Kısacası, AIDS krizinin açıkça küresel, yapısal veya ekonomi-politik içerimleri de vardır.[6] Gerçekten de, AIDS krizini hazırlayan ortamın ve kriz-sonrası manzaranın, medikal antropolog João Biehl'in Brezilya özelinde ustalıkla kotardığı saha çalışmasında [Will to Live: AIDS Therapies and the Politics of Survival, Oxford University, 2007] yakaladığı ipuçları doğrultusunda “kamu sağlığının farmasötikleştirilmesi” dediği, önleyici yaklaşımların elendiği, sağlığa ilişkin söylemlerin giderek birer tüketici hizmetlerine öykündüğü, toplum sağlığının blister ambalajdaki tabletlere indirgendiği, bunun da neoliberal paradigma ekseninde örgütlenen küresel pazardaki kaymalarla paralel seyrettiği gerçeği gibi olgularla olan bağıntısı vâkidir.[7] O hâlde sürdürmeden, ekonomi-politik adına genişçe bir parantez açmalı: Mohsen Shahmanesh, Birikim'de [243. sayı, 2009; s. 42-54] tercüme edilerek yer verilen ufuk açıcı metninde, HIV/AIDS sorunsalının, benzeri görülmemiş patlayıcı bir süratle yıkıcı bir küresel salgına (pandemi) dönüşmesi gerçeğinin; neoliberal politikaların bölgesel savaşlar, gelir ve servetlerin dağılım eşitsizliği, kadınlar ve seks ticareti, kitlesel göç hareketleri, “beyin göçü” ve de küresel ilaç ticaretine olan derin etkilerine ilişkin göstergeler barındırmasıyla, nasıl da bir model olarak okunabileceğini yazıyordu. Dünya Bankası (WB), Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) gibi aktörlerin cürüm paydaşlığını soruşturuyordu ve nihayet, özetle, dünyamızı insan türünün bizzat varlığını tehdit eden yok edici bir sarmalın içine sürükleyen neoliberal projenin küresel sağlık üzerindeki yıkım ve felâket potansiyelini HIV/AIDS örneği üzerinden göstermeye çalışan, nihaî olarak ise “HIV/AIDS, neoliberal küreselleşme projesi olmadan, böylesine kısa zamanda, küresel boyutta bir salgın olamazdı” noktasına varan bir muhakeme yürütüyordu.[8] Benzer şekilde Bryan S. Turner da, AIDS'in, 1980'lerin ortalarından itibaren on yıllık bir zaman dilimindeki yayılma serüveninin, toplum açısından dikkate değer bazı dönüşümlerin, özellikle de hastalığın, örneğin turizm ve dünya ekonomik sistemi içindeki emek hareketliliği gibi süreçler aracılığıyla küresel düzeyde bir olgu hâline gelmesinin bir örneğini oluşturduğunu söylüyordu. Bunun, çağdaş sosyal teorideki gözde kavramlar olarak “risk”, belirsizlik ve tehlike ile ilişkili bir okumasını sunuyordu ve bunun için de kendisine, Ulrich Beck'in [1944-2015] risk sosyolojisi üzerine araştırmalarını dayanak yapıyordu. Zira Turner'a göre bu yaklaşım, özellikle tıbbî bilimlerin riskleri ve bu risklerin yönetilmesinin demokratik kontrolüyle ve katılımlarıyla ilişkileri konusundaki tartışmaları kavramak bakımından kullanışlıdır. Nihayet, modernizasyon süreciyle paralel bir seyir izleyen “risk tıbbı”nın esaslı bir bileşeni ise, kronik hastalık tablolarıdır. Nitekim AIDS ilişkili dilde de, insan haklarıyla bağlantılı, tehlikeli seks ve güvenli seks, tehlikeli insanlar, riskin azaltılması, toplumun genelinin güvensiz pratiklerden korunmasına referanslar içeren önemli detaylar vardır. Bu da, çağdaş toplumlardaki risk paradigması doğrultusunda şekillenen yeni hastalık rejimlerine dair prototipik bir örüntü sunar.[9]

Biliyoruz ki ortak olanlar, ortaklıklar veya müşterekler (commons), kısacası komünal mülkiyetler günümüz neoliberal-hegemonik konfigürasyonundaki mevcut “çitleme” (enclosure) ve kıskaç süreçleriyle talan edilmiş durumda (ve edilmekte). Dahası, İngiltere tarihinde tarımsal kapitalizmin ve piyasalaşmanın prototipik lokomotifi olarak saptanan çitleme süreçleri, bugün artık çok-boyutlu ve geniş ölçekli bir işlerliğe (giderek genişleyen 'üretim bandı'na) sahip. Gerçekten de mekanik, hidrolik veya termodinamik makinelerin çok ötesine geçen bir yeni makineleşmeyi, hâliyle de “nöbetleşe yoksulluk”ların bundan böyle katılaşarak bütün bir görünür geleceği belirsiz kılışını idrak ediyoruz. Bu tablo karşısında, kapitalizmin yeni ortaya çıkan stratejik dispozitiflerini düşünmek zorundayız. Emek figürlerindeki ve emeğin (ve giderek sermayenin) organik bileşimindeki dönüşümü (enformasyon, otomasyon ve borçlandırma), hâliyle de kapitalizmin yeni uyruklaştırma ve uyumlulaştırma teknolojilerini, inceltilmiş tertibatlarını gözden kaçırmayan bir kavrayış, kendisini icbar etmektedir. Bir “kriz”in idrak edildiği açıktır. Dolayısıyla yeni proletarya öznelliğinin fenomenolojisi, bir yeni antropoloji ile bir yeni ekoloji adına kuramsal alet çantasını yeniden kalibre etmeliyiz. Borsa, finans ve borçlandırma düzenekleri üzerine eğilmeliyiz. Zira şunu biliyoruz: Banka mevduatlarının, Marx’ın zamanında uygulama ve bankacılık pratikleri açısından gelişimleri sınırlıydı. Yine sözgelimi, zorunlu sağlık sigortasının gelişimini Marx görmedi; o ki ilkin Otto von Bismarck getirmişti (1884). Değil mi ki bugüne bugün, bütün bir çalışma hayatı ve tekmil sağlık hizmetleri sigortacılık ekseninde örgütlenmiş durumda. Sağlık çalışanlarını da kapsayacak şekilde, emek rejimindeki bütün bir yönetsel kontrol ve örgütsel denetim mekanizması ile teknik-bürokratik tasallut “sigorta” heyulasının tılsımından geçiyor. La Loi du marché filmindeki (2015) Thierry gibi personalarda, Daniel Blakelerde (Ken Loach, 2016) veya Dardenne kardeşlerin filmlerinde temsil bulan kent yoksulları, tüketim ve borçlandırma rejimi, ezcümle “sigorta” ve finans sistemi kurbanları bize bu olguyu haykırmıyor mu?

O hâlde, risk toplumu gerçekliğine bu şıkkı da ilave etmeliyiz: Michel Foucault da, bir tehlike kültürü olmadan liberalizmin de olmayacağını söylüyordu.[10] Buna paralel şekilde, 1970'li yıllarda Foucault'nun da asistanı olan François Ewald'ın [d. 1946] “sigorta türetimi” [neologism of insurance] şeklindeki alternatif risk teorizasyonu, sigortanın, geniş kitlelerin refahını temin ve tahkim etmek için işe koşulan risk temelli bir güvenlik pratiği olduğunu ortaya koyar. Güvenlik riskleri, risk grupları ile risk faktörleri gibi çoklu risk kategorileri de, HIV/AIDS'in güvenlikleştirilmesinde karşımıza çıktığı ölçüde, Ewald'ın risk mefhumuna biyopolitik yaklaşımı doğrultusunda analizi için elverişlidir.[11]

Ewald'e göre risk, teknolojinin gelişimiyle birlikte artan tehlikelerle ilişkili olmaktan öte, olayların ele alınması, düşünülmesi ve kamuoyunda temsil edilmesinde gerekli olan stratejik muhakemenin bir parçasıdır. Rastlantı, olumsallık, olasılık, keyfîlik, zarar gibi kavramlar sigorta kurumlarının risk tanımı içinde önemli bir yer tutar ve sigortacılık mantığı, her şeyin “risk”  başlığı altında toplanabileceğine, bizatihi riskin de yaratılabileceğine müşterilerini ikna etmiştir. Zira sigortalama, önceden düşünülmeyen, hesapta olmayan şeyleri hesap edebilme ve olasılık kapsamına almadır. Her gündelik olayın/nesnenin sigorta endüstrisi tarafından içerilmesi, yani her tikel durumun kâr ve zarar olasılığı hesabının konusu olması sigortayı dünyanın nesnel bir çözümleme merkezine oturttuğu gibi, esas olarak sigortalanan bireyin de, başına gelebilecek her şeyin doğal nedeni ve sorumlusu olduğu yolunda bir kabulü içinde barındırır. Olmuş ya da muhtemel (ancak, tanımı gereği öngörülemeyen) kazaların tazmin ve rücû edilmesi sigorta hesaplamaları arasında yer aldığı için, tek tek olaylarda adaleti yerine getiren, yani de facto adalet mercii olarak karşımıza çıkan, yine sigorta kurumları olacaktır.[12] Aktüerya kırtasiyeciliği, riski rasyonalize ederek bütün toplumsal yüzeylere yayacaktır.

İllüstrasyon: Max Wittert

Benzer şekilde, Zygmunt Bauman’ın veriminden bize kalan şey de şu olmuştur: Akışkan modern dünyanın atomistik yaşamı, bir risk ve kaygı rejimidir; burada insanlar-arası bağlar kırılgandır, arzular çatışkılıdır, aşkın doğası başkalaşıma uğramış ve duygular da güvensizlikle mühürlenmiştir. Eski toplumsal mevkisinden ve yine toplumsal olarak üstlenilmiş anlamlarından boşalan cinsellik, modern akışkan varoluşun temel felâketi hâline gelecek olan çetin ve dehşetengiz bir belirsizliği bünyesinde toplamıştır. Bunun bir adım ötesi de vardır Bauman’da: “Homo sexualis”i, Erich Fromm’un “Homo consumens”i ile iç içe okumaktan yanaydı o. Buna göre, tüketim faaliyeti ile cinsellik arasında, malların birikimi itibarıyla değil, fakat tam da malların kullanımıyla, hacmiyle değil devir hızıyla, kalıcılığıyla değil ama yeniliği ve çeşitliliğiyle gündeme gelmesinde kesişen bir ortaklık mevcuttu: “Homo sexualis’in günümüzdeki kaygıları, Homo consumens’inkilerdir.”[13] Bauman, buradan hareketle, cinselliğin “arınması”nın; cinsel pratiğin, satın alma veya kiralama ediminin, kısacası tüketim dinamiğinin sofistike bir modeline uyum sağlamasına yönelik olduğunu söyleyecektir. Buna göre “saf cinsellik”, güvenilir bir geri ödeme garantisi anlamını da taşır ve partnerleri güvende hissettirir. “Tehlikesiz cinsellik”in yaygın anlamının prezervatif/kondom kullanımına indirgenmesi, maharetli bir reklamcılık stratejisidir. Bu stratejinin başvurduğu sloganlar, tam da cinsellik serüvenlerini arzu edilmeyen veya denetlenemeyen sonuçlara karşı güvence altına almak isteyen milyonlarca insandaki “kaygı teli”ne dokunduğu için böylesine ticarî bir başarıya imza atılmıştı. Cinsel bulaşmanın muğlâklığının doğurduğu dağınık ve anonim korkular, AIDS’in keşfiyle bir kez daha odak (ve yafta) noktasını bulmuştu. Bu da cinselliğin, tüketim rasyonalitesi tarafından soğurulmasının çağcıl örneklerinden biriydi.[14] Demek ki, bir “tüketim toplumu” gerçekliği olarak sıkça lanse edilen neoliberalizm koşullarında, tüketim faaliyeti, sadece alelâde bir tüketme ediminden ibaret değildir. Öznellik üretimine dokunan boyutları da mevcuttur ve aynı meyanda sistematik bir gösterge imalâtıdır.

Duyusal olarak tüketim belli fiziksel şartlarla sınırlıyken; tüketim çağı, duyusal-bedensel sınırları aşmak için duygusal-psikolojik kodlarla tüketiciyi tüketim kanalına sokar. Tüketim toplumunda insan, duyum-deneyim toplar ve bir haz avcısına dönüşürken, kısacası tüketirken, bizatihi bir tüketim nesnesine dönüşür: Tüketim toplumunun üyelerinin bizzat kendisi tüketim malıdır ve bu özellik de onları bu toplumun birer hakiki üyesi yapar. Zira akışkan modernitede söz konusu olan, arzuların doyumu değil, daha fazla arzunun arzulanmasını sağlayan arzuların sınırsız permütasyonudur. Modernitenin akışkan/sıvı aşamasında kapitalizm, insan arzularının potansiyel sonsuzluğuna oynamıştır. Çabalarını bu noktadan sonra onların sonsuz büyümesini karşılamaya adamıştır. Arzularının tatminine değil, sonsuzluğa açılmasına; fırsatları ve seçenekleri daha verimli hâle getirmeye değil, çoğaltmaya; olasılıkların işleyişini yapılandırmaya değil, serbest kılmaya yönelmiştir. Böylece nomadik ve müphem olmak ile karakterize bir sürekli hareket etkinleşmiştir. Bireylerin her şeyi kendi başlarına yapabilecekleri varsayımı üzerine inşa edilmiş bir sistemdir bu. Slavoj Žižek de, netokratik [internet ve aristokrat] elitlerce hazırlanan ve manipüle edilen enformasyonları tüketmeye mahkûm olan bir sınıf olarak “tüketarya”dan [consumtariat] söz ediyordu. Gelişmiş toplumlarda alt sınıfın prolertaya olmaktan çıkıp, genetiği değiştirilmiş gıdalardan dijital kitle kültürüne varıncaya kadar, ucuz, topluca üretilmiş metalarla tatmin edilen bir tüketiciler sınıfına dönüştüğü fikrinin gerçekliğe dönüşme tehlikesine dikkat çekiyordu.[15] Öyle ki bireyler [individual] artık nomadik ve “bölünebilir” [dividual]  bir karakteri haizdir ve kendilerini sürekli (farklı rollerle) yeniden icat etmektedirler. Toplum da, kolayca kavranabilir hiyerarşik bir bütün olmaktansa, sayısız ağın yine açık ve kompleks bir ağı mesabesindedir.
Bauman'dan ilhamla diyebiliriz ki, neoliberalizm söz konusu olduğunda, modernite ve cinsellik izlekleri üzerine düşünmek kaçınılmaz bir ödev olarak masamızda durmaktadır. Bu, dönüşenin tam olarak ne olduğunun ayırt edilmesi bakımından ferah bir optik imkân da sunacaktır. Stevi Jackson ve Sue Scott da, birlikte kaleme aldıkları Cinselliği Kuramlaştırmak başlıklı ufuk açıcı yapıtta bunu ustalıkla icra ederken, cinselliğin, hem Taylorculaştırılmış, hem de post-Fordist yapılarına değiniyorlardı. Şuradan başlatıyorlardı: 

“Cinselliğin, on dokuzuncu yüzyılda özünde erkeksi bir dürtü olarak yapılandırılması, cinselliği, erkeksiliğin ve erkeğin temel benliğinin özü olarak konumlandırmıştır. Aklın ürünleri olarak farz edilen bireysellik ve erkeklik, bu nedenle, akılsızlık ve bedensel varlık tarafından kritik biçimde belirlenmiş olarak görülmüştür. Bilimin kendisi, insan (ya da erkek) aklından ileri gelirken, meydana getirdiği insan modeli, biyolojik olarak hareket eden bir model olmuştur. [...] Görünüşe göre –erkeğin hâkim olduğu, fakat kadının boyun eğdiği– doğanın ve bedenin tarafında yer alan cinsellik, büyük ölçüde bilimsel söylemlerden dolayı, rasyonelliğin ve bağımsızlığın tarafına geçmiştir. [...] Modern bilimsel söylemler, insan doğasını ve genel olarak doğayı, yeni bir anlamda düzenli –rasyonel sınıflandırmaya ve açıklamaya tâbi– olarak yapılandırmıştır.”[16]

Yirminci yüzyıla gelindiğinde ise, cinselliğin rasyonelleştirilmesinin peyderpey bilimsel bir hâl almasına tanık olunur. İnsanın cinsel arzularının temelini oluşturan rasyonel seçimlerin ideali, evrimsel psikolojik ve genetik disiplinlerle temsil edilir. İlaveten, hassaten bir sağlık ve hastalık söylemini mümkün kılması bakımından, tıbbî bilimler de seksi kuşatmaya girişecektir: “Sıhhatli, normal seksin karşısına bu sağlıksız, patolojik seks konulduğunda, cinsellikten gitgide bir sağlık destekçisi ve yaşam tarzı seçimi olarak bahsedilir hâle gelir.” Burada, enfeksiyon riskinden kaçınmak ve güvenli cinsellik ihtarları devreye girer: “Sağlıklı seks, bu günlerde bedensel zindeliğin kişisel olarak idare edilmesinin bir parçası olarak, yüksek lifli, yağsız diyetlerle ve egzersiz programlarıyla birlikte anılmaktadır. Sekse ilişkin ilgi eksikliği ya da performanstaki yetersizlik, artık tıbben 'işlevsizlik' [disfonksiyon] olarak tanımlanmaktadır.”

Jackson ile Scott'un temel iddiası, gündelik hayatın idaresine ilişkin pedagojik bir yaklaşımla birleştirilen ve cinselliğin rasyonel-bilimsel bir temelde yeniden yapılandırılmasına yönelik bu eğilimlerin, “seksin Taylorculaştırılması” olarak adlandırılabilecek metafora katkı sağladığı yönündedir. Yazarlara göre, bütün bu süreçte, “aşkın cinselleştirilmesi” ve “seksin erotikleştirilmesi”, yirminci yüzyıl boyunca geliştirilmiştir: 

“Heteroseksüellik ile üreme idealleri arasındaki bağlar gevşedikçe, seks, yeni amaçlar edinmiştir: Heteroseksüel eşlilik sürdürülürken bireyselliğin yerine getirilmesi. Bu, cinsel becerilerin üzerinde durulmasına ve seksin giderek artan bir biçimde Taylorculaştırılmasına, üreme zevkine yönelik rasyonelleştirilmiş bir yöntemin gerçekleştirilmesine yol açmıştır. [...] Seksi üremeden ayırmak, nihayetinde heteroseksüel tek-eşliliğin temelini çürütmek için bir fırsat yaratsa da, [...] yine de, bu yeni özgürlüğün sergilendiği en olağan yöntem, yeniden heteroseksüel bir çift olmaktan geçmektedir. [...] İyi seks, 1980’li yıllardan itibaren, ayrıcalığın bir göstergesi hâline gelmiştir.”

Seks, eğer “güvenli” ise ve heteroseksüelse doğaldır ve bu yüzden de, “sağlıklı”dır. Seks keyif vericidir; fakat aynı meyanda da üzerinde çalışılması gereken bir şeydir.  Performans, tatmin ile orgazm meselesi kapsamında, mekanik cinsel problemlere karşı sunulan farmasötik çözümler gündeme gelecektir. Giderek AIDS ve sonraki ahvâle varılacaktır: 

“Taylorculaştırılmış modeldeki gerilimler son yıllarda daha belirgin bir hâl almıştır ve cinselliğe ilişkin kamusal tartışmalar; uyumluluk, çok yönlülük ve yeniden beceriklilik kazanmak üzerine yapılan vurgularla birlikte, pek çok yönden post-Fordist havayı benimsemiştir. [...] Ne var ki, bu post-Fordist dönüş, heteroseksüel ilişkilerin gerçekleştiği cinsiyetçi durumu esasında sorgulamamaktadır. [...] Buna benzer bir gerilim, kamu sağlığı temsilcileri, HIV/AIDS’e cevaben 1980’li yılların ortalarında, güvenli seksle ilgili yönergeler yayınladığında ortaya çıkmıştır. Taylorculaştırılmış model uygulamaya koyulmuş ve prezervatifin cinsel ifadelerde adeta bir noktalama işareti, bir virgül olarak yerleştirilebileceğine ilişkin genel bir görüş ortaya çıkmıştır.” 

Her ne kadar feministlerce, cinsel birleşmeye dair zorunluluğa meydan okunsa ve cinsel sözdiziminin radikal olarak parçalanması amaçlansa da, “[k]amusal tartışma, çözümün prezervatif olduğunu kabul etmeye devam etmiştir. Böylelikle penetrasyon, prezervatifler tarafından güvence altına alınmıştır.” Nihayet, yazarlara göre, güvenli seksle ilgili bu dönemdeki kamusal söylem, post-Fordist bir çerçevede, yeniden beceri kazanmış ve artırılmış esnekliğe odaklanılarak yorumlanabilir.

1990'lı yıllardan itibaren tedavüle giren bütün bir cinsel esnekleşme furyâsı, muğlâk cinsellik söylemi veya cinsel aktivitelerde muhtelif opsiyonların kullanılmaya başlanması gibi olgular, “büyük çoğunlukla hâlâ, tek eşli heteroseksüelliğin değişikliğe uğratılabildiği kısmen zoraki parametreler çerçevesinde yer almaktadır, fakat hâkimiyetini sürdürmekte ve toplumsal cinsiyet hiyerarşisi etrafında yapılanmaya” devam etmektedir. Kısacası, eşcinselliğin kamusal ölçekte doğallaştırılması, birçok yönden, kurumsallaştırılmış heteroseksüelliğe zarar verilmeden gerçekleşmiştir: 

“Aslına bakılırsa, cinsel problemlerin 'fonksiyon bozukluğu' olarak yeniden tanımlanması ve Viagra’nın erişilebilir olması, seksin ne olduğuna ilişkin fallus-merkezli tanımlamaları pekiştirmiştir. [...] İşlev ve işlev bozukluğu dili, çoğunlukla tıbbî söylemlerde, eski 'normallik' düşüncelerinin yerini almıştır. 'Normal' olan, hem toplumsal, hem de istatistiksel normlara ilişkin olarak tanımlanabilirken, işlevlilik ve işlevsizlik son derece elastik kavramlardır. Bu elastiklik, esneklik düşüncesiyle uyumlu gibi görülebilmesine rağmen, seksin yalnızca bir vajinanın bir penis ile penetrasyonundan ibaret olduğuna dair, benzer eski cinsel ifadeleri pekiştirmeye ve katılaştırmaya yaramıştır. Dolayısıyla, işlevsellikle ilgili beklentiler durmaksızın ortaya atılırken ve işlevsizlik tanımlamaları çok çeşitli problemleri kapsamaktayken, işlevsel olan, heteroseksüel çiftleşmeye bağlı kalmıştır.” 

Ezcümle, şu söylenmiş olmaktadır: “Esnekliğe yapılan tüm bu vurgulara karşın, post-Fordist cinsellik hâlâ rasyonel bir seçenek modeline göre oluşturulmaktadır ve Taylorculaştırma prensiplerine bir meydan okumadan ziyade, bu prensiplerin bazılarına dikkat çekmenin bir uzantısıdır.”[17]


[1] 11 Ekim 1988 tarihinde, ACT UP'ın Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi'ni (FDA) protesto yürüyüşünde, Wojnarowicz'in giydiği ceketin sırtında yazan cümle.

[2] Bkz. ‘Edmund White recalls a night at the opera with Michel Foucault in 1981’, The Telegraph [telegraph.co.uk], 28.02.2014.

[3] ACT UP [AIDS Coalition to Unleash Power] kurucularından LGBTİ aktivisti Larry Kramer şunu söyleyecekti: “Bizler yoktuk. O Ronald Reagan ki, 1987 yılına kadar 'AIDS' sözcüğünü telaffuz bile etmedi.” Nitekim Philadelphia [1993] filmi, bu periyotla ilgili canlı detaylarla doludur. Yine, Common Threads [1989] belgeseli de konuya ilişkin meşhur bir diğer vurucu kaynaktır. Demişken, ‘AIDS krizi’nden konuşuluyorsa, ziyaret edilmesi elzem bir durak olarak, bu mesele özelinde isminin Susan Sontag’la birlikte anılması artık bir alışkanlığa dönüşmüş olan Sarah Schulman'ın (d. 1958) verimleri işaretlenmelidir. Özellikle de, 1981-1996 yıllarını kapsayan, içeriden konuştuğu şu hatırâtına bkzThe Gentrification of the Mind: Witness to a Lost Imagination, University of California Press, 2013. İşaret edelim ki, Jim Hubbard ve Sarah Schulman tarafından koordine edilen ACT UP Sözlü Tarih Projesi [bkzactuporalhistory.org] kapsamında da, Aralık 2002'den Kasım 2015'e dek, toplamda 187 mülâkattan oluşan bir külliyat mevcuttur.

[4] Sırası gelmişken ekleyelim ki, bağışıklık yetmezliğinden ölmekte olan ama ziyaretine gidilemeyen, öldükten sonra yası tutulamayan eşcinsel âşıkların ve yoldaşların trajedisine Judith Butler da değiniyordu; Madrid Complutense Üniversitesi'nde verdiği Performativity, Precarity and Sexual Politics başlıklı dersinde [Haziran, 2009]. Yine örneğin, “eşcinsel melankoli” üzerine yazdığı satırlara bakılabilir: İktidarın Psişik Yaşamı: Tabiyet Üzerine Teoriler, çev. F. Tütüncü, İstanbul: Ayrıntı, 2005; s. 126-142. AIDS’ten ölenlere yönelik yasın kamusallaştırılması ve politikleştirilmesi, ona göre, eşcinsel melankolinin yaygın kültürel riskine karşı koyabilecek bir kolektif ödev ve kazanımdır.

[5] Esra Yıldız, 'Queer ve Sessizliğin Reddi', Cogito, sayı 65-66 ['Cinsel Yönelimler ve Queer Kuram'], 2011, 395-408; s. 401. Torres'e ilaveten: Performatif okumalar, video işleri ve sanat yerleştirmeleriyle AIDS’i kimlik politikaları bakımından tartışmaya açan en ilham verici isimlerden biri de, sanatçı ve aktivist Gregg Bordowitz’dir [d. 1964].

[6] AIDS krizinin neoliberal toplumsal kültür, Kulturkampf, tüketim ideolojisi ve yeni-sağcılıkla olan ilişkisine dair olarak, Susan Sontag'ın irdelemeleri de dikkate değerdir: Aynı eser, 2005; özellikle bkz. s. 161-168 ve 174-182.

[7] Kısa bir değerlendirme için bkz. D. Joralemon, Exploring Medical Anthropology, Routledge, 2017; s. 81-82.

[8] Ana-akım küresel sağlık literatürünün o kalkınmacı-ekonomist jargonunda, HIV/AIDS'in, savaşlar ve afetler ile aynı kategoride, “rastlantısal şoklar” başlığı altında değerlendirildiğine tanık oluruz. HIV/AIDS'in, bu anlamda, enfeksiyon nedenlerinin çoğunun sosyoekonomik kaynaklarını net bir açıklığa kavuşturduğu söylenirken, sağlık yardımında kalkınma etkenlerini daha kapsamlı cevaplayacak bir paradigma değişimi gereksiniminin de altını çizdiği (sıtma ve verem olgularıyla birlikte) vurgulanır. Oysaki AIDS ilaçlarına yeterli erişimin sağlanması, 1998'den 2003'e kadar Güney Afrika'nın Tedavi Eylemi Kampanyası'nın Amerikan İlaç Lobisi (Big Pharma), Birleşik Devletler hükümeti ve özellikle Güney Afrika hükümetine karşı acımasız bir savaşa katılmaya mecbur kalmasından görüldüğü üzere metalaşmaya ve şirket gücüne karşı etkin sivil toplum direncine bağlıdır tam da. BkzKüreselleşme ve Sağlık: Süreç, Kanıtlar ve Politika, ed. R. Labonté ve diğ., çev. ed. İ. Kayı ve Y. Yasin, İstanbul: İNSEV, 2011; s. 57, 90, 178 vd. İlaveten, yaşanmış bir hikâyeden uyarlanan Dallas Buyers Club [2013] filmi de, Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi'nin (FDA) bürokratik çarklarına ve farmasötik endüstri ile girdiği akçalı ilişkilere dair imâlar sunar. Sağlık hizmetlerinin sektörelleşerek dejenere olmasına dair çarpıcı ipuçları barındırır.

[9] BkzTıbbî Güç ve Toplumsal Bilgi, çev. Ü. Tatlıcan, Bursa: Sentez, 2011; s. 253, 257 ve 263. Sosyolog Cindy Patton da, Inventing AIDS (1990) veya Fatal Advice (1996) gibi eserlerinde, AIDS özelindeki sağlık ve danışmanlık hizmetleri endüstrisi ile ana-akım kurumların ayrımcılığa koşullanmış pedagojik stratejilerinin, standardize edilmiş bir “güvenli cinsellik” kodunda somutlaştığına ve korku ile nefretin orkestrasyonunun da, erkek-egemenliğin tahkimatının da buradan sağlandığına değiniyordu.

[10] The Birth of Biopolitics: Lectures at the College de France [1978-1979], çev. G. Burchell, Palgrave Macmillan, 2008; s. 67.

[11] Stefan Elbe, 'Risking Lives: AIDS, Security and Three Concepts of Risk', Security Dialogue, 39/2-3, 2008; s. 177-198. Ayrıca bkz. Todd May, ‘Yeni Girişimciler: Foucault ve Tüketim Toplumu’, çev. M. Mandalinci, Cogito, 70-71. sayı [‘Michel Foucault’], 2012; s. 96-105.

[12] Bkz. F. Ewald, 'Insurance and Risk', The Foucault Effect içinde, ed. G. Burchell ve diğ., Harvester Press, 1991; s. 197-210.

[13] Ivan Ilich de, kendine özgü analizinde, endüstri-öncesi tarihsel periyoda ve insanın cinsel tabiatının dişil-eril biçimindeki ikili sembolik kavrayışına [vernacular gender] bir selâmla, cinsiyetsiz [gender] cinselliğin (yani 'economic sex' olarak modern cinsiyetin) âhir zamanlardaki paradoksal oluşumundan yakınıyordu ve bunu, homo economicusun ortaya çıkmasının zorunlu önkoşullarından biri olarak yorumluyordu [Gender, 1982]. Ona göre, modern siyasal kültürün dayandığı homojen ve nötral sistemler, simgesel düzenler arasındaki sınırların netlikle çizilmesine neden olarak geçişlilikleri ortadan kaldırırken, dişil-eril karakterleri bireysel ve rekabetçi bedenlere devrederek insan varoluşunu, bedensel cinsellik sınırlarıyla sabitlenmiş homo sexuslar hâline getirmişti. Geleneksel yaşamda gündelikliğe yayılarak mekânları ve zamanları kateden cinsellik, özellikle tıp yoluyla bedenlere zimmetlenerek denetim altına alınmıştı. Bu noktada modern cinselliğin üremeye endeksli veya erotizm olarak ikiye ayrılması ve doğum yapan öznenin kadın olması koyutuyla üreme edimi “doğum” olarak büsbütün feminize edildi ve o arada tıbbî bilgi tarafından içerildi. Bununla birlikte üremeye koşullanmış modern cinsellik kültürü, geleneksel cinsiyet kültüründe birbirine çevrilebilir hâldeki erillik ile dişilliği bedenler(d)e sabitlemiş oldu. Öte yandan Nancy Scheper-Hughes ise, Illich'in ideal tiplemelerini ve sınıfsal şemalarındaki tasnifçi yaklaşımını, evrimsel metodolojiden kalkarak epistemolojik bir eleştiriye tâbi tutarken, onun geleneksel cinsiyet kültürü [vernacular gender] kavrayışının, çağdaş cinsiyetçilik [sexism] ile arasındaki olası tehlikeli sürekliliklere dikkat çekiyordu. Bkz. 'Vernacular Sexism: An Anthropological Response to Ivan Illich', Feminist Issues, 3/1, 1983; s. 28-37.

[14] Akışkan Aşk: İnsan İlişkilerinin Kırılganlığına Dair, çev. I. Ergüden, İstanbul: Versus Kitap; s. 75-80. Jean Baudrillard’ın yürüttüğü o gösterge ekonomi-politiğinin eleştirel analizi de, bize, “harcama” sürecinde paranın anlamının nasıl da dönüştüğünü belletmeye çalışır. Marcel Mauss’un “armağan” kuramı ile, Thorstein Veblen ve Edmond Goblot’nun modern toplum çözümlemelerinden yola çıkarak kapitalizmin “tüketim toplumu”yla birlikte bir mutasyona uğradığını izah etmeye çalışır. Bununla Baudrillard, ekonomi-politik eleştirisini gösterge ve gösterge sistemlerini içine alacak şekilde genişletmek ve bir “simgesel değiş-tokuş kuramı”nı adımlamak ister. Temel iştigâli, tüketim toplumunun kodlarını deşifre etmek üzerinedir. Ona göre egemenliğin en kusursuz aşaması, üretim araçlarının mülkiyetiyle değil, fakat daha ziyade “anlam üretiminin denetimiyle” ilgilidir. Sözgelimi, Veblen’in “gösterişçi [conspicuous] tüketim” kavramından ilhamla, şunu yazacaktır: “Tüketim, yalnızca satın almaktan (‘değişim değeri’ne yeni bir ‘kullanım değeri’ atfedilmesinden) ibaret bir eylem değil, aynı zamanda […] bir harcama yapmak, yani çevreye zenginliğini göstermek ve sahip olunan zenginliği çevreye göstere göstere yok etmek demektir. […] Bu yüzden her satın alma eylemi farklı kılıcı gösterge/değer üretilmesini sağlayan hem ekonomik hem de ekonomi-ötesi bir edim olarak değerlendirilebilir.” – BkzGösterge Ekonomi-Politiği Hakkında Bir Eleştiri, çev. O. Adanır ve A. Bilgin, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2009.

[15] Âhir Zamanlarda Yaşarken, çev. E. Ünal, İstanbul: Metis, 2011; s. 294.

[16] S. Jackson ve S. Scott, Cinselliği Kuramlaştırmak, çev. S. Serezli, Ankara: NotaBene, 2012; s. 117-118.

[17] Cinselliği Kuramlaştırmak, 2012; s. 119-134, özellikle, s. 130-31. 

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: insan hakları, sağlık hakkı
İstihdam