19/11/2018 | Yazar: Özen B. Demir

AIDS, cinsel pazarın bir tür çöküşüydü ve cinsel özgürleşme ilkesinin de panzehiriydi.

AIDS, cinsel pazarın bir tür çöküşüydü ve cinsel özgürleşme ilkesinin de panzehiriydi.

[IV] Viralizasyon, Risk ve Biyokapital

Günümüzde devletin aslî görevi, kendi varlığını gerekçelendirmek ve haklı çıkarmaktır; bu yüzden toplumun kendi başına ayakta kalma kapasitesini dumura uğratmak zorundadır. Kendiliğinden yapılmış bütün düzenlemeleri temelinden yıkar, maddelerin ve karşıt maddelerin geleneksel mekanizmalarını bozar, bir-aradalıklarını engeller, kırar, onun yerine kendi yapay mekanizmalarını koyar: Toplumla keskin bir mücadele sürdüren devletin stratejisi budur. Tıpkı, geçimini, doğal savunma kuvvetlerinin yıkımından ve bunların yapay olanlarla ikâme edilmesinden sağlayan ve varlığını buna borçlu olan tıp kurumu gibi.

#Jean Baudrillard, 1985.[1]

Jean Baudrillard da, HIV/AIDS krizinin metaforik tabiatını (Sontag'ın tersine), günümüz toplumsallığına ilişkin olarak dışsal bir okumayla irdeliyordu: “AIDS bütün insan grupları ölçeğinde cinselliğin ölümcül şeffaflığının, üretimin ve değişimin özgürleşmesinin de temeli olan değerlerin başdöndürücü dolaşımının ifadesidir.”[2] Bu mesele, Baudrillard'ın akışlar [flow], devreler [circuit] ve ağlar [network] bağlamındaki kavrayışına uygun bir zemin teşkil ediyordu: AIDS, bütün bunların yayılıp saçılması önünde, bağışıklayıcı ve dışarıdan gelen bir hayatî mukavemete karşılık geliyordu. Cinsel pazarın bir tür çöküşüydü ve cinsel özgürleşme ilkesinin de panzehiriydi: “AIDS, artık ahlâksal değil de işlevsel olan yeni bir cinsel yasağın bahanesidir; cinselliğin serbest dolaşımı hedeflenmiştir. Temas kesilir, akışlar durdurulur. Oysa bu, seksin, paranın ve bilginin serbestçe dolaşmasını, her şeyin akışkan, hızlanmanın da sonsuz olmasını buyuran modernlikle çelişkilidir. Viral tehlike bahanesiyle cinselliğin yürürlükten kaldırılması, spekülasyonu ya da doların yükselişini besledikleri bahanesiyle uluslararası değişimin durdurulması kadar saçmadır.”[3] Özcesi, AIDS ve kanser gibi olgularla birlikte, kendi sistemimizin bedelini ödediğimizi iddia ediyordu o. Mutlak koruma önlemleri ve “tıbbın zaferi” ile, sıradan [banal] sistemik virülansı defederek ölümcül [fatal] hâle soktuğumuzu söylüyordu: “[B]unlar sistemin derininden gelen ve toplumsal bedenin politik olarak aşırı sınırlandırılmasına ya da kısaca bedenin biyolojik olarak sınırlandırılmasına tepkisel bir zehir saçarak karşı duran anormal belirtilerdir.”[4]

Devamında ise, şöyle toparlıyordu:

“AIDS'in (ve kanserin) modern patolojimizin ve her tür öldürücü viralliğin prototiplerine dönüşmüş olması mantıklıdır. Beden, hem genetik fantezilere hem de protezlere teslim edildiğinde savunma sistemlerinin düzeni bozulur. Kendi dışsal işlevlerinin artmasına mahkûm olan bu fraktal beden, aynı zamanda kendi hücrelerinin artmasına da mahkûmdur. Beden metastaza girer: İç ve biyolojik metastazlar, protezlerden, ağlardan ve bağlantılardan oluşan dış metastazların simetrisidir. Viral boyutu ile sizi yok eden kendi antikorlarınızdır. Varlığın lösemisi kendi savunmalarını yutar; çünkü artık tehdit ve talihsizlik yoktur. Mutlak korunma öldürücüdür. Kanseri ve AIDS'i klasik hastalıklar gibi ele alan tıbbın anlamadığı budur; oysa bunlar, korunma ve tıbbın zaferinden doğmuş, hastalıkların yok oluşundan, hastalığa yol açan biçimlerin tasfiyesinden doğmuş hastalıklardır. Geçmiş dönemin, yani görünür nedenler ve mekanik sonuçlar döneminin eczacılığının ulaşamayacağı üçüncü tip patolojiyle karşı karşıyayız. Birdenbire tüm hastalıklar bağışıklık noksanlığından kaynaklanıyor gibi gelir; tıpkı tüm şiddetlerin terörist kaynaklı görülmesi gibi.”[5]

Diğer yandan AIDS'in özgül rezonansları, yani bir gerçek hastalık olmaktan ziyade bir “viral” figür olarak AIDS, kimliğin parçalılığına, bedenin fraktalliğine ve büyük ölçekte de toplumsal bedenin viralizasyonuna işaret etmekteydi: “AIDS, iflas, elektronik virüsler ve terörizm birbirlerinin yerine geçebilir şeyler değildir; ama bir tür aile oluştururlar. AIDS, bir anlamda cinsel değerlerin iflasıdır, tıpkı Wall Street iflasında bilgisayarların 'zehirleyici' bir rol oynaması gibi.” Kısacası, belli bir türdeşlik çerçevesinde, “terörizmi pekâlâ AIDS, elektronik virüs ya da borsadaki halka açık satın alma teklifleri modeline göre de yorumlayabilir”iz.[6] Baudrillard oradan kimliğin ve bütünsel olanın reddiyesine bir karşı-mühimmat devşiriyordu: “Bu anlamda AIDS gökten inme bir ceza değildir, tam tersine, bilgisayar ağlarının hızla çoğalması ve sürat kazanması içinde tam bir kimlik kaybı tehlikesine karşı, toptan bir cinsel nâhoşluk tehlikesine karşı türün koruyucu nitelikte âni tepkisi olması mümkündür.”[7] DNA teknikleri, klonlama ve AIDS gerçekliğinden sonra, artık bedenin fiziksel biricikliği ve özerkliği aşılmıştı. Tıpkı, iletişim teknolojilerinin damgasını vurduğu göstergeler sağanağı altındaki bütün bu simülasyon düzeninde, öznelerin kendilerine yabancılaşarak sürüklendiği aşırı-gerçeklik veya sanal/virtüel gerçeklik aracılığıyla silinen “hiper-gerçeklik” gibi, artık bir “hiper-beden”den, yani “beden bedeni”nden söz edilebilirdi.[8]

AIDS meselesini sporadik ve tarih-dışı bir olgu olarak düşünme yanılgısına kapılmamak ve özelde cinsellikle kesişimlerini yerli yerine oturtabilmek, dolayısıyla, yeni öznellikler, bireyselleştirme teknikleri ve sağlıklı yaşam söylemi gibi yeni suretlere bürünerek dip dalgası şeklinde varlığını idame ettiren heteroseksüel normatifliği ve geniş planda da toplumsal cinsiyet normlarının matrisi içinde gerçekleşen kimlik oluşumunun meşrulaştırıcı pratiklerini düşünebilmek adına, neoliberalizm gerçekliğini ve yaşamsal kapasitelerin biyopolitik tasallut altına alınma momentlerini kavramakla yükümlüyüz.

Tam da bu yükümlülük istikâmetinde, son olarak özenle kaydedelim ki, ilaç ve tıbbî cihaz monopolleri, sosyal güvenlik sisteminin finansallaştırılması gibi temel manevralar eliyle sağlık, denebilir ki 1970'lerden bu yana sermaye birikimi sürecinin esaslı bir dinamiği hâline geldi. Böylece sağlık hizmetleri, bir “kamusal hak” olmaktan çıkarak “bireysel sorumluluklar alanı” olarak düşünülmeye başladı. Nitekim kapitalizm açısından, sağlığın üç temel işlevinden söz edilebilir: Emeğin yeniden-üretimi, ulusal fiziğin sürekliliği (veya ulusun bir hegemonik blok olarak inşası) ve nihayet, sermaye birikimi. Üçüncü işlevin geçmişi, neoliberalizmin doğuşu ve şekillenmesiyle paraleldir; öyle ki bu dönemde, sağlık hizmetlerinin bizatihi sömürü kaynağı hâlini alarak doğrudan sermaye birikiminin alanına dönüşmesinden söz edebiliriz. Bu bağlamda kronik hastalıkların yaygınlığı, sağlık hizmet talebinin şişirilmesi ile sermayenin değerlenme iştahını kabartan bir “yatırım alanı” başlığı olarak karşımıza çıkar. Kronik hastalıkların varlığı, sağlığın piyasa aktörlerinin kollarına bırakılmasının sigortasını teşkil eder. Kronikleşmiş tablolar, bir tertibat olarak tıbbîleştirmenin olanca belirginliğiyle kristalize olduğu olgulardır. Tanıma kavuşturmak gerekirse, tıbbîleştirme veya medikalizasyon, en basit anlamıyla tıbbî olmayan problemlerin tıbbî problemler olarak nitelendirildiği veya tıp alanına dâhil olmayan olayların hegemonik tertibatlar (dispositive) bütünüyle bu alana içerildiği süreç olarak ifade edilmelidir. Tıbbîleştirme, “bir taraftan, bize sağlıklı yaşamın ‘doğrularını’ ileten ‘uzmanların’ ‘bilimsel’ dayanaklarını oluşturur; [d]iğer taraftan kendiliğinden süreçlerin birer hastalık olarak tanımlanması ve tıbbî açıdan izlemeye alınma gereklilikleri, her hastalık olasılığına karşı bir dizi korunma ve kontrol yöntemi öneren sağlıklı yaşam söylemi, hayatın daha çok evresine ve bedenin daha çeşitli hâllerine dair öneriler sunabilir.”[9]

İllüstrasyon: Hannah Warren

Diğer taraftan söz konusu tertibatın salt kendinde bir tür “tıp iktidarı” [iatokrasi] tarafından örgütlenmediğini kavramak gerekir. İktidarın medikal bir surete bürünmesi veya somatokratik bir işleyişe sahip olması, bizatihi iktidarın kökenine ilişkin bir şey söylemez. Netleştirmek adına, bunun tözsel değil ama ilineksel bir boyut olduğu ifade edilebilir. Yapısal süreçleri yerli yerine oturtabilmek adına, şu gerçeği ıskalamamak gerekir: Sahiden de hekimlik ve genel olarak sağlık, biteviye semizlenen bir mega makinenin uyruğu hâlini almış gibi gözüküyor. Tıbbî bilginin henüz yetersiz olduğu alanlara dair terapötik çaresizlik, teknobilimsel erişime dair parasal ve maddî dinamiklerle pekişmektedir. Dahası, neoliberal kurumsalcılığın hekimleri sersem bir kurum tesviyesi hâline getiren, hâliyle katılımcı muhataplığı kurumların azametinde silikleştiren, hak talep edilecek merciyi görünmez kılan basıncı düşünüldüğünde, bu güncel yakıcı durum, günümüzde sağlık sektöründeki kurumların caydırıcı damgasını ve zımnen [örneğin The Immortal Life of Henrietta Lacks (2017) gibi filmlerde] adeta erişilemez bir canavar gibi resmedilmesini de açıklamaktadır.[10] O hâlde, Foucault veriminde ilk kez Kliniğin Doğuşu'nda yer bulan o meşhur “medikal iktidar” tabiri, bir betimleme çabasına işaret eder. “Tıbbın iktidarı” demek değildir bu; fakat tam da iktidarın tıbbî bir düzleme yayılarak bedenlerin sırasıyla anatomo-politik ve biyo-politik kartografyasına nasıl da nüfuz ettiğini açığa çıkarmaya çalışır. Bugüne bugün, hekimlere ve tekmil sağlık çalışanlarına yakından bakıldığında, onların, basitçe kendilerini mikro ve mezzo düzlemlerde kuşatan makro bir düzeneğin[11] kurbanları olduğunu düşünmek işten değildir. Tam da bu noktadan yola çıkılırsa, önemli bir ayrım olarak altı kalınca çizilmelidir ki, tıbbın mümessili olarak doktorların sözü geçen siyasallığı kendiliğinden ve kendinde bir niteliğe sahip değildir. Bir tür delegasyonla edinilmiştir: “Klinik tıbbın temel nosyonları, bağlam değişikliği yoluyla, siyasal bir pratikten ya da en azından içinde yansıdıkları teorik biçimlerden türer.”[12] Doktorların toplumsal sahnede ön sıralara tırmanmasını, Foucault, ekonomi-politik bir ihtiyaca matuf olarak, yeni politik ve ekonomik sorunlar kümesinin (nüfus olgularının önemi) onlara yaptığı çağrının bir neticesi olarak değerlendirir.[13]

Dolayısıyla yapısal olana doğru hamle yapabilmek için, şunu özellikle saptamak gerekir: Tıbbîleştirmenin mantığında yaşam döngüsü de dahil olmak üzere neredeyse bedensel ve ruhsal her türlü değişim hastalık/bozukluk olarak kodlanabilmekte ve bu noktadan sonra sapma olarak nitelenen “hastalık-rolü” de önemli bir sosyal kontrol aracına  dönüşmektedir. Kaydedelim ki hastalık-rolü, içlemi Bryan S. Turner tarafından doldurulan bir kavramdır.[14] Bu, özellikle başarı, performans ve verimlilik kriterleri üzerinde yükselen neoliberal-kapitalist toplumsal süreçlerde gerilime yol açan bir trafodur; öyle ki, bir yanda doktorun hastayı iyileştirme çabası vardır, diğer yanda ise hastanın hastalığını sürdürme girişimi. Toplumsal yeniden-üretim içerisinde belirleyici bir unsur olarak emek-gücünün yeniden-üretimi koşullarını yaratmak, günümüzde devletin ve sermayenin iç içe dolanarak kollarını sıvadığı bir kaynak yaratma ve yeniden değerlenme alanına dönüşmüştür. Sağlıklı veya hasta olma hâlleri de, nispî artı-değeri ve daha geniş planda da ücretlendirilmemiş emeği üretecek işgücünün sağlık koşullarının düzenlenmesine olan uzantıları nedeniyle metalaş(tır)ma dinamiğinin göbeğinde yer almaktadır. Bu, hastalık ve sağlıkla ilişkili düzenekleri araçsallaştırmaya yaramıştır. Günümüzdeki metalaşma süreci, artık sağlık profesyonellerini de değişken sermaye olarak uysal bedenlere dönüştürürken, sağlık çalışanlarına yüklenen ödevler de, emek-zamanı içerisinde daha fazla karşılıksız (ücretlendirilmemiş) emek-zamanı yaratmak çabasında ortaklaşır.[15]

O hâlde, sağlığın piyasa aktörlerinin kollarına bırakılmasının sigortasını teşkil eden kronik hastalıklarla mücadele edilir ancak bu, toplumsal-çevresel dinamiklerin paranteze alındığı tikel bağlamlarda gerçekleştirilir. Yine, kronik hastalıklar literatüründe sıkça karşımıza çıkan DALY, yani “yeti-yitimine uyarlanmış yaşam yılı kaybı” da, emek-gücünün sürekliliğine gönderme yapan bir kavramdır. Dolayısıyla sermaye, toplumsal sağlık gereksinimlerini karşılamak adına bu alana yatırım yapan bir aygıt olmanın da ötesine geçerek, asıl konumunu, sağlık hizmetlerine duyulan gereksinimden bir 'artı-değer' yaratan bir sektör türetmekle yakalar ve bunun rasyonel zeminini de, sağlığı sağlık hizmetlerine özdeşleyerek kurar. Sorunların kökenine inmeye tenezzül edilmez ve bu da, insan öznesini bitimsiz bir tüketim edimine koşullayan sinsi bir boyunduruk biçiminde işler.

Yukarıda sözü edilen “risk tıbbı” gerçekliğinin bize işaret ettiği bir kuramsal menzil vardır ve o da şudur: Sağlık sosyolojisindeki teorik girişimlere (özellikle de Ivan Illich, Irving Zola, Peter Conrad gibi ünlü isimlerin verimlerine) son yirmi yıldır damgasını vurmuş olan medikalizasyon/tıbbîleştirme kavramının tetiklediği tartışmaları izleyen bir diğer bağlantılı kavram olarak düşünülebilecek “biyo-medikalizasyon”, Adele E. Clarke tarafından ortaya atmıştı. Bununla “yaşam”a vurgu yapıldığı ölçüde, biyopolitik prosedürleri de içinde barındırma potansiyeli taşımaktaydı ve bu yönüyle açtığı analitik ufuk önem arz ediyordu. Clarke, 21. yüzyılda tıbbîleşmenin dönüşümünü beş süreçte tanımlıyordu: Bilgi, teknoloji, hizmet ve sermayenin karşılıklı olarak birbirini şekillendirdiği tıbbın yeni “biyopolitik ekonomi”si; sağlık, optimizasyon ve geliştirmeye (örnekse, yaşlanmayı geciktirmek, kozmetik cerrahi, steroidler, beslenme rejimleri) yapılan vurgunun artması ve riskin nüfus, grup ve giderek birey seviyesinde tanımlanması; biyomedikal pratiklerde teknoloji ve muhtelif bilim dallarının birincil hâle gelmesi; biyomedikal bilginin üretimi ve yönetimindeki, yine dağılımı ve tüketimindeki dönüşümler; ve son olarak bedenlerin dönüşümü, yeni kimliklerin oluşması... Clarke'a göre, risk altında olma düşüncesinin aşama kaydetmesi, tıbbîleş(tir)menin bu güncel formunun aslî boyutunu oluşturmaktadır. Popüler tıbbî söylemler, hastalık ya da sakatlıkları iyileştirme vurgusundan ziyade, çeşitli riskleri yönetme ve sürekli sağlıklı olmak için sonu gelmeyen bir (kendini ve bedenini) dönüştürme süreci üretmektedir. Bu dönüşümün belki de en önemli ayağı ise, riskin ve bu riski yönetme ve sağlığı koruma sorumluluğunun doktorlara veya tıbba değil, bizzat bireye ait olmasıdır.[16]

Kevin Floyd da, David Wojnarowicz’in [1954-1992] hatırâtına, yani neoliberalizmin güttüğü queer nefretinin ilk krizini, seksenlerde nice ölüme yol açan, devletin AIDS salgını karşısındaki kayıtsızlığının acı verici anılarından oluşan Close to the Knives [Bıçaklara Yakın] eserine odaklanır. Salgını engelleyebilecek bilgilerin yayılmasına yönelik ABD devletinin duyarsızlığından dem vurur. Eser, Floyd'a göre, seksenlerde ABD’de ortaya çıkan AIDS krizine devlet ve şirketlerin verdiği (ya da vermediği) tepki olan şiddetin en çetin açıklamalarından biri olmaya devam etmektedir.[17] Ekonomi-politiğe ilişkin bu faslı kapatmadan, bir elzem notu daha iliştirmek yerinde olur: Merck Sharp & Dohme (veya Merck & Co.) firmasının, Henry J. Kaiser’in aile vakfının (KFF) veyahut da Bill Gates Vakfı'nın AIDS özelindeki o “canhıraş” gayretkeşliği bilinir.[18] Bu, boşuna değildir; zira haddizatında söz konusu olan, spekülasyon ve finans-kapital, PR ve reklamcılık, itibar ticareti, neo-Malthusçuluk, ortağı olunan teknolojik/farmasötik firmaları semirtme, vergi kaçırma, eşitsizliği doğallaştırma, politik karar süreçlerine müdâhil olma, sorunsalların kökenini görünmez kılma şeklindeki filantropik soslu hibeler ve kaynak aktarımlarıdır. Slavoj Žižek de, “korkan, şefkatli, şiddete karşı mücadele eden [ve  fakat ‘şiddet patlamalarının koşullarını yaratan yapısal şiddetin sürdürücüleri olan’] kırılgan liberal komünist ile öfkeden patlayan kör köktencinin aynı madalyonun iki yüzü” gibi oluşuna değinirken, şu örneğe yaslanacaktı: “AIDS’le mücadele ya da hoşgörülü eğitim için milyonlar harcayan aynı hayırseverler, finansal spekülasyonlarla binlerce insanın hayatını mahvetmiş ve böylece savaştıkları hoşgörüsüzlüğün yükselmesinden sorumlu olan koşulları yaratmışlardır.”[19]

Kaushik Sunder Rajan ise, biyoteknoloji ve piyasa güçlerinin, yani “bilim ve teknoloji kapitalizminin” (tekno-bilimsel kapitalizm) çağdaş dünyayı nasıl şekillendirdiğine dair teorik bir açılımda bulunduğu kitabında [Biyokapital, 2012], biyoteknolojik ürünler olarak yeni ilaç molekülleri keşfedilmesinde, sermayenin “irade gösterme ve ayak direme nedenlerini” ekonomi-politik açıdan süzüyordu nitekim. Bu, en basit karşılığıyla, sağlığın o kamusal ve kolektif özniteliğinin erozyona uğratılarak piyasanın inisiyatifine terk edilmesi ise, sermaye dinamikleri açısından bir diğer açı da şudur: Gerçekten de sermayenin, alelâde bir finansal desteğin ve de politik karar süreçlerini yönlendirme gücünün ötesinde, bilgi üretim süreçleriyle olan ilişkisine dair olarak, Aaron Diamond Vakfı'nın 1991'de kurduğu ve bugün, hâlihazırda 1988'den bu yana yayınlanan Journal of Acquired Immune Deficiency Syndromes [JAIDS] dergisinin editörleri arasında da yer alan Dr. David Ho tarafından yönetilen AIDS Araştırma Merkezi'ni zikretmek gerekir. AIDS özelinde bu gibi çok sayıda detay yakalanabilir. Bu ödevi gazetecilere havale ederek K. S. Rajan'ın desteğini alalım ve şuraya varalım:  Bir terim olarak biyoteknoloji, hem biyolojinin bilgisinin kullanıldığını ifade eder, hem de bu bilgiyi pazarlanabilen bir ürüne dönüştürme işinin becerisini, yani teknolojisini, tekmil teknik-mühendislik faaliyetini içinde taşır. En temel özelliği ise, innovasyon kültürü denilen şeye içkin olarak, temel bilim buluşlarını kısa sürede yararlı ticarî ürünlere dönüştürebilmesinde yatar. “Değer”, mübadele sürecinde gerçekliğini bulan “piyasa [veya değişim] değeri” karşılığıyla, piyasa-dışındaki değer alanını kendisi uhdesinde tutan “etik” alanına sızar ve bu da onun epistemik muhtevasını oluşturur. Günün sonunda “etik”, döne dolaşa piyasaya ait değer sistemlerinin tahakkümü altına girer, hatta giderek asimile olur ve piyasa değerinin kendisi, yani sermaye kendisini etik bir formda sunarak algımızı, benliğimizi, günlük yaşamımızı kapsar hâle gelir. Biyoloji, bir enformasyonel bilim olarak işlevselleşirken, laboratuvarın dışına taşar; akademik mecralarda, dergi ciltlerinde, kongrelerde, kitaplarda, Ar-Ge ve patent süreçlerinde, reklam-pazarlama stratejilerinde dolaşır. Enformasyonel bilim olarak biyolojik bilginin dolaşımı, haddizatında “türev” bir “sermaye dolaşımı”dır. Zira bu bilginin mülkiyeti farklı dinamik saiklerle piyasa değeri oluşturan şirketlerin faaliyetlerine konu olmaktadır. Öyleyse, sözgelimi genom araştırmalarının oluşturduğu bilgi havuzundan, farklı kanallara yönelen bilgi akışı ve dolaşımı bir son hedef olarak, piyasa değeri oluşturan özel mülkiyete, yani firmalara erişmektedir. İşte bu yeni “değer” alanını biyokapital olarak nitelemek mümkün hâle gelmektedir.[20]

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.

 


[1] Cool Anılar I-II [1980-1990], çev. A. Sönmezay, İstanbul: Ayrıntı, 2014; s. 185.

[2] Kötülüğün Şeffaflığı: Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme, çev. E. Abora ve I. Ergüden, İstanbul: Ayrıntı, 1995; s. 41.

[3] Kötülüğün Şeffaflığı, 1995; s. 64: “[Bizler] en azından iki ilkeye göre yaşıyoruz: Cinsel özgürleşme ilkesi ile iletişim ve haberleşme ilkesi. Her şey öyle cereyan eder ki sanki insan soyu kendi cinsel özgürleşme ilkesine AIDS tehdidi yoluyla bizzat bir panzehir yaratmıştır; genetik koddaki bir düzensizlik olan kanser aracılığıyla sibernetik denetimin her şeye kadir ilkesine bir direniş yaratmıştır; ve sanki tüm virüsler aracılığıyla da evrensel iletişim ilkesine sabotaj yapılmıştır.”

[4] Kötülüğün Şeffaflığı, s. 61.

[5] Aynı eser, s. 62.

[6] Aynı eser, s. 39-40.

[7] Aynı eser, s. 65.

[8] Ayrıca bkz. Paul Hegarty, Jean Baudrillard: Live Theory, Continuum Press, 2004; s. 120-126. Baudrillard'ın 1987 senesinde kalem aldığı şu özgün metne de bakılabilir: 'AIDS: Bir Virüsün Salgın Gücü [Virülans] mü Yoksa Korunma Yöntemi [Profilaksi] mi?', Tam Ekran içinde, çev. B. Gülmez, İstanbul: YKY, 2004; s. 9-16.

[9] N, Bozok, 'Biyoiktidara Özgü Bir Özne(l)leşme Pratiği Olarak Popüler Sağlıklı Yaşam Söylemi', Toplum ve Bilim, 122. sayı, 2011, 37-52; s. 45.

[10] Ö. B. Demir, Hekim ve Heybesi: Tıp, Bilim, İdeoloji, İstanbul: NotaBene, 2017; 81d ve 90d.

[11] İşbölümü ve vasıfsızlaştırma dışında, teknik, bürokratik veya ideolojik denetim mekanizmaları, emek süreçlerindeki baskıcı/despotik veya hegemonik rejim unsurları veya kurumsal ruh, insan kaynakları, toplam kalite çemberleri, yalın üretim gibi kültürel rıza yatırımları düşünülebilir.

[12] M. Foucault, Felsefe Sahnesi [Seçme Yazılar V], çev. I. Ergüden, İstanbul: Ayrıntı, 2011; s. 131.

[13] Bkz. Ö. B. Demir, 'Bir Tıp Felsefesi İçin Derkenar: Foucault, Klinik ve Medikalizasyon', Birikim-Güncel, 27.08.2018.

[14] “Hastalık-rolü”ne ilişkin olarak Turner, dört bileşeni öne çıkarmaktadır: Birincisi, hastalık rolünün bazı toplumsal yükümlülüklerin, örneğin işle ve aileyle bağlantılı görevlerin yerine getirilmemesinin meşrulaştırılmasıdır; hasta bir kişinin iyileşmek için evde dinlenmesi gerektiğidir. İkincisi, hasta kişinin tıbbî durumu nedeniyle sorumluluklarından muaf tutulmasıdır; buradaki mantık, onların bir uzmanın yardımı ve desteği olmadan iyileşemeyecekleri yönündedir. Üçüncü bileşen, kişinin iyileşmekle yükümlü olduğudur; hastalık durumu nedeniyle toplumsal rollerini yerine getirmemenin bir temeli olarak, hastalığın meşruiyeti ancak hastanın ehliyetli bir doktorun uzman tavsiyeleriyle işbirliği içinde iyileşme yükümlülüğünü ifâ etmesine bağlanmıştır. Bu bağlamda sonuncusu ise kişinin, eğitimli bir hekimden ehliyetli ve konvansiyonel bir sağlık hizmeti almaya çalışacağı beklentisidir. BkzTıbbî Güç ve Toplumsal Bilgi, çev. Ü. Tatlıcan, Bursa: Sentez, 2011; s. 49-59, özellikle, s. 50.   

[15] Fuat Ercan, ‘Meta Neleri İçerir: Sağlık Hizmetlerinin Metalaşması’, Kapitalizm Sağlığa Zararlıdır içinde, haz. O. Elbek, İstanbul: HayyKitap, 2013, 15-40; s. 36-38.

[16] M. Erol ve A. Terzioğlu, 'Sağlık Antropolojisi', Kültür Denen Şey: Antropolojik Yaklaşımlar içinde, haz. A. B. Candan ve C. Özbay, İstanbul: Metis, 2018, 305-317; s. 308-310. Ayrıca bkz. A. E. Clarke ve diğ. [ed.], Biomedicalization: Technoscience, Health, and Illness in the U.S., Duke University Press, 2010. Konuya ilişkin sahadan bir perspektif için ise, bkz. K. Cihan Can, 'Beden Olasılıkları: İç Denetim ve Risk Yönetimi', Kampfplatz, 1/3, 2013; s. 155-164.

[17] K. Floyd şöyle betimliyor: Wojnarowicz, queer çalışmaların en önemli isimlerinden bir diğeridir. Sıkça evsiz kalan ve 1992’de AIDS’le alakalı sebeplerden hayatını kaybeden sanatçı, hayatının son on yılında filizlenen, kısa soluklu Lower East Side sanat camiasının en önde gelen ve ünlü isimlerinden biriydi. Ölümünden bir yıl önce yayımlanan Close to the Knives, tıpkı eserlerinde de olduğu gibi, toplumun dışladıklarının, özellikle de sahipsizlerin ve queerlerin bakış açısından konuşur ve isyancı bir cevap geliştirir. [...] Wojnarowicz, arkadaşlarının ölümünü, “ibneler ve lezbolar ve keşler bu ülkede gözden çıkarılabilir oldukları için, [onların] yavaş bedhah ve gereksiz ölümleri”ni izlemektedir: Wojnarowicz’in işlerinin genelindeki gibi bu metin de AIDS, cinsellik ve mülkü özelleştirmek için çok kararlı olan queer-düşmanı devletin ve “sivil toplumun” resmî şiddetini çok güçlü biçimde verir, ki homoseksüelliğin sadece “tedavi” veya ceza ile değil fakat imha edilmesi üzerinden de bir tür cinsel normalleştirmenin pre-modern usulüne geri dönüş için uğursuzca eşikte olduğu görünür. “Bazılarımız, sırtımızda ya da kafatasımızda bir tüfeğin nişanının iziyle doğarız.” [Bkz. K. Floyd, ‘Bir Queer Ufuk Üzerine Notlar: David Wojnarowicz ve Neoliberalizmin Vahşeti’, Arzunun Şeyleşmesi: Queer Marksizme Doğru içinde, çev. P. Büyüktaş ve T. O. Çimen, İstanbul: NotaBene, 2018; s. 237-270].

[18] Bu manzaranın bir evveliyâtı vardır. Küreselleşmeyi yöneten üç kuruma, yani IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü'ne dikkat edilirse, 1980'lerin başında üst düzey yöneticilerinin, yerlerine Ronald Reagan yönetimi tarafından neoliberalizmin mümessillerinin atanması suretiyle tasfiye edilmesini takiben Dünya Bankası'ndaki âni vurgu değişikliğine de işaret etmeliyiz. Bir zamanlar gelişmekte olan ülkelerde pazarların başarısızlığını sorgulayan ve yoksulluğu azaltmak için devlet eylemine odaklanan söz konusu örgüt, “devleti sorun olarak” gören, kamu kaynaklarını özel sermayeye açmayı ve desantralizasyonu savunan bir örgüte dönüştürülmüştür; hâkezâ, IMF'de de benzeri bir değişim gerçekleşmiştir. İki küresel kurumun üst düzeyindeki bu göstergesel değişimlerin gelişmekte olan ülkelerin sağlık sistemleri üzerinde kalıcı bir etkisi olmuştur. Bugün ise, sağlık sistemleri üzerine küreselleşmenin etkileri, en açık şekilde, Dünya Sağlık Örgütü ve 1990'lardan beri giderek yaygınlaşan yeni donör/bağışçı kuruluşlar [Bill ve Melinda Gates Vakfı; AIDS, Tüberküloz ve Sıtma ile Savaş için Küresel Fon (GFATM); Sağlık Araştırmaları için Küresel Forum; Aşılar ve Bağışıklama için Küresel Pakt (GAVI); Birleşik Devletler Başkanlığı AIDS'le Savaş Acil Planı (PEPFAR), vd.] dâhil küresel kurumların, düşük ve orta gelirli ülkelerde malî bakımdan bağımlı hükümetler üzerindeki etkilerine bakılarak anlaşılabilir. Gerçekten de, 1980'lerden bu yana sağlık sektörüne verdiği kredilerle Dünya Bankası'nın yükselişinin yanında, Dünya Sağlık Örgütü'nün nispî çöküşü ve kamu-özel ortaklığı olarak anılan inisiyatiflerin yayılması gözlemlenmiştir. Özellikle “melez” kurumlar küresel yönetişimin bir parçası olarak ortaya çıkarak devlet, piyasa ve sivil toplum aktörlerini bir araya getirmişlerdir. Sonuç olarak 1990'lardan bu yana devlet, piyasa ve sivil toplum kurumlan arasındaki göreli denge son on yıllarda köklü şekilde kaymıştır; özel sektör (piyasa), sivil toplum ve hayırseverlik küresel seviyede, küresel sağlık ile ilgili kurumlar da dâhil olmak üzere daha yaygın roller elde ederlerken kamu kurumları nispî bir çöküşe girmişlerdir. Bu ekonomi-politik durumun, PEPFAR'ın AIDS mücadelesinde ABC [abstinencebe faithfulcondom use; riskli cinsellikten sakınma, sadakat, kondom kullanımı] yaklaşımını vurgulayan ideolojik yapısında örneklenebileceği gibi, salt ekonomik düzlemde kalmadığı da vurgulanmalıdır. Ne olursa olsun, hayırsever vakıfların, kamu-özel ortaklığı olarak anılan inisiyatiflerin, bağışçı milyonerlerin, vd. doğrudan karar alım süreçlerine dâhil edilmesi, küresel sağlık açısından 1990'lardan bu yana tartışma konusudur ve içinden çıkılamayan bir paradoksu oluşturmaktadır. Bkz. [i]. Kelley Lee ve diğ., 'Küresel Sağlık Yönetişimi', Küreselleşme ve Sağlık: Süreç, Kanıtlar ve Politika içinde, ed. R. Labonté ve diğ., çev. ed. İ. Kayı ve Y. Yasin, İstanbul: İNSEV, 2011; s. 314-342, ve [ii]. J. Lister ve R. Labonté, 'Küreselleşme ve Sağlık Sistemleri Değişimi', aynı eser, s. 200-233.

[19] ‘İmdat Şiddet’, Şiddet: Altı Yan Düşünce içinde, çev. A. Ergenç, İstanbul: Encore, 2018, 21-45; s. 43.

[20] Demek ki bilginin kendisinin, hem metaya hem de yeniden bilgiye çevrilebilen bir mübadele birimi hâline gelmesi demek, biyolojik bilginin, akademik soyutluğunun dışında, toplumsal yaşamda ete-kemiğe bürünmesi, bunun da ancak onun herhangi bir biyomedikal-farmasötik ürün ya da malzeme hâline gelmesiyle mümkün olması demektir. Söz konusu biyolojik ürün bir “ilaç” olarak eczane raflarına çıktığında, hem hastanın ihtiyacını karşılayacak bir kullanım değerine kavuşur ve hem de değişim için üretilmiş bir meta olduğundan “mübadele-değişim” değeri kazanmış olur. Kuşkusuz kullanım değeri aynı zamanda bir “etik değer” olarak da onu üreten bilimcisine, insan hayatına yarar katma onuru bahşederken, piyasa değerini kendi hanesinde toplayan firma ya da özel sermayeye “kâr” sağlayacaktır. Gereksinimsel/yaşamsal kullanım değerinin vazgeçilemezliği ise, bu dinamiğin sigortasını teşkil edecektir. O hâlde biyomedikal-farmasötik bir materyal olarak ambalajlanan enformatik bilgi, bir mübadele birimi, bir değişim ürünüdür.


Etiketler: insan hakları, sağlık hakkı
İstihdam