31/12/2018 | Yazar: Özen B. Demir

AIDS krizi özelindeki yaygın ana-akım politik tutumu homofobiden ziyade homonegativizm olarak, karşı istikâmetteki aktivist ortaklaşmayı da homofobi-karşıtı olmaktan ziyade anti-heteroseksist olarak sınıflandırmak sanki daha uygun düşecektir.

AIDS krizi özelindeki yaygın ana-akım politik tutumu homofobiden ziyade homonegativizm olarak, karşı istikâmetteki aktivist ortaklaşmayı da homofobi-karşıtı olmaktan ziyade anti-heteroseksist olarak sınıflandırmak sanki daha uygun düşecektir. 

[VIII] Dünyanın Çukuru: Nefret Tertibatı, Sağlık ve Mücadele

Peki, tersine, şimdi böylesine eski, köklü ve belki de nesilden nesile aktarılan bir duruma [homofobi] ben hastalık dersem ne olur? Ya tüm homofobikleri tedavi etmek gerektiğini öne sürersem? Ama yapmayacağım. [...] [T]erapi en küçük bir boşluğu bile kaldırmaz. Biliyorsunuz, terapistin İngilizce yazılışındaki “therapist” sözcüğü küçücük bir boşlukla “the rapist”e, yani “tecavüzcü”ye dönüşür. 

Deneyimli bir psikiyatr, 2010.[1] 

Newsweek dergisi, Aralık 1996'da “AIDS'in sonu mu?” başlığıyla çıkarken, aynı tarihlerde Time'da, AIDS tedavisi araştırmalarının öncü isimlerinden Dr. David Ho'dan ['Yılın Adamı'] seçkiler yer almaktaydı. Bir zafer retoriğine denk düşen bu gibi örneklerin tarihlendiği günlerden itibaren bir post-AIDS periyodunu[2] idrak ettiğimiz dillendirilir. Bu noktada, özellikle de kombine preparatların [proteaz inhibitörleri, reverse transkriptaz inhibitörleri (NRTINtRTI veya NNRTI), integraz inhibitörleri gibi] dolaşıma girmesinden, yani 1996 yılından[3] bu yana HIV'in, Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) kronik hastalıklar listesinde yer alması bizlere ne söyler? Nasıl ki 1973 senesinde eşcinsellik, bir “psikiyatrik bozukluk” kategorisi olmaktan çıkarıldıysa[4] ve -kazanımların kıymeti bir yana- bu sakil iddiayı dillendirenler ve tedavi etmeye koşullananlar (eski devlet bakanı Selma Aliye Kavaf'a ve hatta sağlık çalışanlarına varıncaya dek) hâlen anlamlı bir yüzdeyi oluşturuyorsa, HIV/AIDS meselesi de netameli toplumsal içeriğini koruyacak gibi gözükmekte. HIV'le yaşayanlar ile seronegatif olan bireyler arasındaki yaşam beklentisi (life expectancy) farkı niceliksel olarak sıfıra yaklaşsa da, nasıl yaşandığı sorusunun hâlen havada salınıyor olması, bizlere bunu söyletmez mi? Sağlık hakikati, son tahlilde nitel bir şey değil midir?[5] Zira “doğru bilgi”nin edinilmesinin otomatikman bir sorumluluğu ve diğerkâmlığı beraberinde getireceğini varsayma refleksi, klinik pratikte, hekimlerin azımsanmayacak bir kısmının nasıl da ayrımcı olabildiği deneyimlenince buharlaşacaktır. Bilgi, per se, sorumluluğu çağırmaz. Bu konuda yerinde bir tarihsel örnek, Kinsey Raporları olabilir belki de: Alfred C. Kinsey [1894-1956], cinsellikle ilgili meşhur araştırmasının ilk sonuçlarını açıklandığında (1948), süregiden homofobinin azalacağını ümit ederken, tam olarak bunun tersi ile karşı karşıya kalmıştı. Gizli (saklanan veya dolaba kıstırılmış) eşcinsellik, kadın ve çocuk cinselliği, orgazm ve seks alışkanlıkları, sado-mazoşist aktiviteler, cinsel fanteziler, evlilik-dışı ilişkiler, mastürbasyon gibi konulardaki seksolojik bulgularını paylaşırken, bütün eksikliklerine karşın, 'insan-hayvan'ı zoo-antropolojik bir içerikle kuşatmaya çalışırken, ahlâkî normları da tepetaklak ediyordu. Cinselliği bir yelpazeye/skalaya yayıyordu ve ele aldığı popülasyon içerisinde eşcinsellik-heteroseksüellik yelpazesinin farklı noktalarında yer alan çok sayıda insan bulunduğunu fark etmişti. Tabuları kırıp döküyordu ve bu, muhafazakâr sağcıların tepkisini çekmişti. Kinsey, ilk raporunda, Amerika'daki erkeklerin kayda değer bir yüzdesinin, bir başka erkekle, cinsel doyumla sonuçlanan en az bir ilişki yaşadığını açıkladığında, ahlâkçı kampanyalar eliyle [1950'li yıllardaki hoyrat McCarthycilik rüzgârı eşliğinde] eşcinselliğe hınçla hücum edilecekti. Bu hadise, günümüzün hak mücadele pratiklerine, bilgi-kamu-iktidar sacayağı ile öznelliklerin karmaşık ilişkisine dair sarsıcı politik tüyolar barındırıyor olabilir.

HIV/AIDS meselesi ve onun netameli toplumsal tabiatının da ötesinde, şunu düşünmeye koyulmalıyız belki de: Belli ki homofobik (ve/veya transfobik, bifobik) olmamak, bir cinsel politikayı imlediği ölçüde, eşcinsellikle (bu doğal durumun[6] değişmeyeceğiyle ve çeşitliliklerle) barışarak yol alınmasını sağlamak anlamından bir fazlasını imâ ediyor. Lobektomi/lobotomi, dağlama, hipnoterapi, histerektomi, psikanaliz, röntgen ışınları, testis nakli, elektroşok, apomorfinle kusturma, onarım terapisi gibi şeditçe “ıslah etme” yaklaşımlarının[7] büyük oranda ortadan kalkmış olması, meselesinin müşkül tabiatını ortadan kaldırmıyor. Çok daha derinlere uzanan bir tavır örüntüsü olarak sorunsallaştırılması gerekiyor belki de. Öyle ki, ortalama eşcinsel öznenin bizzat kendisinden korkmasına veya iğrenmesine dek varan bir simgesel istilâ bu.[8] Hele ki olumlayıcı bir “sağlık”tan söz ediliyorsa, besbelli ki bir adım daha atılması, derinleşilmesi gerekiyor.

Esasında, AIDS krizi özelindeki yaygın ana-akım politik tutumu homofobiden ziyade homonegativizm olarak, karşı istikâmetteki aktivist ortaklaşmayı da homofobi-karşıtı olmaktan ziyade anti-heteroseksist olarak sınıflandırmak sanki daha uygun düşecektir. Hukuksal tabiriyle taksirli değil ama, tam da kastî ve taammüden ayrımcı ve olumsuzlayıcı tutumları imlemek amacıyla kullanılan homonegativizm, toplumsal cinsiyet stereotiplerini katılaştıran bir değerler manzumesi olarak heteronormativite tarafından pekiştirilir. Öyle ki, yeterince heterokseksüel olmadığı varsayılan uygunsuz öznellikler de aba altına gider ve bir yol ayrımına sürüklenir. Bir ideoloji olarak heteroseksizm ise, heteroseksüelliğe atfedilen ayrıcalıklı konum ve toplumsal pratikler olarak tariflenir. İlk kez Amerikan psikolog George Weinberg'in [1929-2017] tarafından 1969'da türetilen ve 1972'deki meşhur eserinde [Society and the Healthy Homosexual] “eşcinsel bireylerin, şiddet, mahrumiyet ve ayrı kalma ile sonuçlanan irrasyonel lanetlenmesi” şeklinde açımlanan bir kavram olarak homofobi ise, salt psikolojik içlemleri aşan bir boyutu haizdir. Weinberg'in kavramı ortaya attığı sıralarda bu minvalde bir kullanıma sahipti. Zamanla, eşcinselliğe ilişkin fobiyi ölçmek için çeşitli ölçekleme araçlarına başvurulmuş ve Adorno'nun “otoritaryen kişiliği”nin yarattığı entelektüel modadan sonra, karakteristik “homofobik kişiliği” sergilemeye dönük çeşitli araştırmalar yapılmıştı. Yine de bu kavramın, psikolojik bir özellik üzerinde yoğunlaştığı ve eşcinsel tabusunun daha kapsamlı yapısal kaynaklarını gözardı etmeye eğilimli olduğu için çok sınırlı kalmakta olduğu dillendirilir.[9] Diğer taraftan Judith Butler, bir söyleşisinde[10] şunu söylüyordu: “Uğraştığımız şeyin homofobi olduğunu görüyorum, heteroseksüellik değil. En nihayetinde, insanları cinselliklerinden dolayı yargılamak bizim işimiz değil, ki zaten biz yargılanmak istemeyenleriz. Yani zorunlu heteroseksüelliğe -ya da heteronormativiteye- karşı çıkıyorsak, bunu, onun zorba olmasından dolayı yapıyoruz, heteroseksüel olmasından dolayı değil.”

Bir “son söz” saplantısından ve nominalist yüzeyselliklerden sakınarak arşınlamak gerekiyor belki de. Şuradan başlanabilir: Foucault'nun Kliniğin Doğuşu'ndan başlayarak göstermeye çalıştığı gibi, yasaya nazaran normun belirleyici şekilde söz aldığı gerçeği, aynı meyanda, normalleştirmenin çağırdığı bir hakiki cinsiyet talebi uyarınca “sapkınlıkların” tanımlandığı, yerleştirildiği, sınıflandırıldığı bir döneme karşılık gelir; nitekim ayrıksı bir türü temsil ettiği veya bir kimlik sürekliliğine sahip olduğu savlanan “eşcinsel”, tam da böylesi bir uğrakta düşünülebilir hâle gelmiştir. Cinsel alışkanlıkların, aslî olarak yasağın (günah) ve yasanın (suç) hedefi olmaktan çıkıp, giderek tıbbî-psikiyatrik terminolojiyle sarmalanmış bir normun (sapkınlık) hedefi hâline gelmeye başlaması sayesinde “eşcinsellik” vaftiz edilmiştir, denilebilir. Yasanın bu mesele özelinde sahneden çekilerek geri plana düşmesi, normun etrafında bir cinsellik tertibatının kümelenmesi pahasına oldu; nitekim yasa geri çekilmeyip eşcinselliği bu defa adıyla yasaklamaya başladığında bile, bu daha çok, normalleştirici bir iktidarın serbestçe yayılmasını kolaylaştıracak bir işbirliği çerçevesinde gerçek anlamına varmıştı. Açık bir eğilim olarak yasanın ve elbette kovuşturma ile cezalandırmanın eşcinsellikten geri çekilmesi ise, kabaca 1968 momentine tekabül eder... Günümüzde ise, genel olarak LGBTQ hareketinin asıl dikkati, eşcinselliği yasanın boyunduruğundan kurtarmaktan ziyade, tam da eşcinselliği de hedef alan özel bir söylem ve suç türünü yasaya dâhil etmek üzerinde yoğunlaşmaktadır: Nefret söylemi ve nefret suçları. Bu da, sivil-demokratik hak mücadelesinin yanında, “nefret tertibatı”nın derinlikli doğasıyla hesaplaşmayı gerektirir.[11] Nitekim Douglas Crimp, şunu yazmıştı: Eşcinselliğin bir atık ve iğrençlik [abjection] olarak kodlanması; zamanla, eğitimle ve “ilerleme” ile aşılabilecek basit bir ihmal veya cehalet meselesi değildir; fakat tam da, normatif öznelliğin ve tâbiyet rejiminin göbeğine, dolayısıyla toplumsal bütünlük [cohesion] sürecine derinlemesine nüfuz etmiş bir psişik mekanizmadır.[12] Marjinal nasıl kurulduğu, marjın normatif oynaklığı ve nihayet marjda yer alan öznelliğin deneyimlediği ontolojik bunalımın ikili [ambivalan] karakteri zor bir mesele ise de, marjinal olanın, sistemik olanın gövdeselliğinde bir sınırı işaretlediği ölçüde, iğrençlik üzerinden merkezkaç bir antagonizma türettiği söylenebilir. Julia Kristeva şöyle yazıyordu: “[...] Demek ki iğrenç kılan, kirlilik ya da hastalık değil, bir kimliği, bir sistemi, bir düzeni rahatsız edendir. İğrenç [abject]; sınırlara, konumlara ve kurallara saygı göstermeyen bir şeydir. Arada, muğlâk ve karışmış olandır.”[13]

Transeksüel topluluğu özelindeki “HIV/AIDS travması” üzerine Türkçede yazılmış, yer yer ironik ve kinayeli, ama fazlasıyla iç burkucu bir tanıklıkta, açıklıkla şu söyleniyordu: “Ama öyle bir kimlik daha vardır ki işte o tam da ona yakışır; onun suçudur, lanetidir, hakkıdır.” Satırların devamında, okurunun yüzüne tokat gibi inen bir içtenlik duyumsanırken, söz konusu “nefret tertibatı”nın boyutları tam da HIV/AIDS ile ilişkilendirilerek birinci elden gözler önüne seriliyordu:

“İşte, o en ötekileştirici kimlik HIV+ olmaktır. HIV+ olmanın bir sağlık durumu olması gerekirken bir kimlik hâline bu kadar kolay dönüşebilmesi ilginçtir. Hiçbir hastalık, trans olmayı ve seks işçisi olmayı belki bu kadar iyi tamamlayamaz. Bir hastalık, bir kimliği ilk defa bu kadar 'güzel' tarif etmektedir. Tarihte hiçbir hastalık bu kadar net ifade etmemiştir 'ahlâksızlığı'. Evet, daha önce de cinsel yolla bulaşan hastalıklar vardı, ama bunlar herkese eşit mesafedeydi; bir temel sağlık sorunu addedilmişlerdi. Oysa tarihte ilk kez bir hastalık bu kadar yakışmıştır bir zümreye, sonuçsa 'oh olsun!'dur.

İhtimalen transların kendi kendilerine ürettikleri, tüm dünyaya saçtıkları, ahlâksızlıklarının bedelini dünyaya ödettikleri bir hastalıktır HIV/AIDS. İşin ilginç tarafı ne ortaya çıkışında, ne yayılımında, ne taşıyıcı profilinde, ne de bunu önleme çalışmalarında hiçbir zaman başrol transların olmamıştır. Bu kadar kendilerinin dışında olan ve bu kadar onlara mal edilen çok fazla şey sayamayız. Ama, onların 'ahlâksız' ruhlarına verilen bir ceza olmalıdır: Onlar yanlış bedenleri reddeden, toplumsal rolleri hepten yok sayan, kutsal erkeklik rollerini tartışmaya açanlar olarak 'suçlu' olmalı ve bir şekilde cezalandırılmalıdırlar. Cinsel devrimlerle güya 'gömülen savaş baltaları' yeniden yerlerinden çıkarılmalı, zafer çığlıklarıyla havada sallanmalıdır. Çünkü insan hakları, demokrasi ve benzer evrensel değerler, ahlâk zincirinin gerginliğini epeydir azaltmıştır ve ilâhî bir ceza bu günahkârları cezalandırmalıdır. HIV/AIDS işte bu ruh hâlinin anti-depresanıdır, sakinleştiricisidir.”[14]

2006 yılında medyaya yansıyan bir haberdeki açıkça suç unsuru içeren transfobik ögelerin aktarılmasından sonra, daha içkin bir yere varılıyordu:

“Toplum açısından tablo bu kadar karamsarken, trans bireyler açısından çok mu iç açıcı dersiniz? Örneğin bir trans birey, HIV+ olduğunu kolaylıkla kabul edebilir ve bunu çevresine kabul ettirebilir mi? Hemen her gün 'Ben de insanım ve normalim,' savaşımı veren, yaşama tırnaklarıyla tutunmaya çalışan, çoğunlukla seks işçiliğine ve uyuşturucuya sürüklenen bir insanın kendini hastalıklı, hastalık saçan, saatli bir bomba gibi görmemesi mümkün müdür?

Kader birliği yaptığı, ailesinin yerine koyduğu, bütün gönül kapılarını sonuna kadar açtığı, birlikte dayak yiyip, birlikte horlandığı, sürüldüğü trans bireylerden de ayrımcılık görmesi sizce ne kadar kaldırılabilir bir durumdur? Öteki olarak doğduğu bu dünyada ötekinin de ötekisi olmak ne yana düşer, nasıl tariflenir? Yaşamak için seks işçiliği yapmak zorunda kalan, ama her ilişkisinde kendini zehir saçan bir canavar gibi gören ve bu vebalden nasıl kurtulacağını bilemeyen bir ruh hâlini kim ne kadar taşıyabilir? Çoğu intihar ve şiddetle biten bir yolculuktur bu. Kendisi gibi trans bireylerin bile HIV+ bir trans bireyi ötekileştirdikleri bir dünyada nefes almak ne kadar mümkündür?”[15]

Yinelenerek toparlanırsa, homofobi veya transfobi, yaygın kabule göre, kişisel bir dehşet ve irrasyonel bir inanç olmaktan ziyade, kültür ve anlam sistemleriyle, kurumlar ve sosyal geleneklerle ilişkili olarak ele alınması gereken sosyo-politik bir alanda oluşan, stereotipik atamaların kendisine kaçınılmaz olarak eşlik ettiği gruplar-arası dinamik bir sürece işaret eder. Belirli bir sosyo-kültürel bağlamda şekillenen bir kendiliğinden ideolojidir; benlik algısına ve bilişsel yapılara müdâhil olur. Cinsel azınlıklara karşı tutumlar çoğunlukla kaygı, korku, önyargı ve nefret ile ifade bulsa da, burada vasat bir psikolojizme savrulmaktan kaçınmak gerekir. Seksizm, ırkçılık, anti-semitizm veya homofobi olguları, Elisabeth Young-Bruehl’in, o meşhur eserinde [The Anatomy of Prejudices, 1996] “başlıca önyargılar” diye zikrederek “takıntılı, histerik ve narsisistik kategorilerin çeşitli kombinasyonları”na yerleştirdiği çerçeveye sığdırılamaz. Bunun simetriği olan bir açı da şudur: Eşcinsel haklarına yönelik politik aktivist yönüyle de sivrilen Britanyalı sosyolog Mary S. McIntosh [1936-2013], inşacı perspektifiyle, eşcinselliğin kesinlikle bir durum değil, Batı dünyasında [özelde İngiltere'de] on yedinci yüzyıldan itibaren kendisini göstermiş bir toplumsal rol olduğunu savunduğu makalesi ['The Homosexual Role', Social Problems, 16/2, 1968; s. 182-192] de, özcülük-karşıtı anti-psikolojik bir sosyal inşacılık savunusuydu. Buradaki ikili simetrik vurgu, çokça şu sebepten ötürü yapılmakta: Sosyal inşacı görüş ile doğa-bilimsel kavrayış, görünen o ki, “iki kültür” fenomeninin günümüzdeki esaslı suretlerinden biri olmaya devam edecek. Sosyologlar daha ziyade, eşcinselliğin niteliği (kimlik veya yönelim) ve esas olarak özde mi (özcülük; essentialism) bulunduğu, yoksa toplumsal olarak edinilmiş ve biçimlendirilmiş mi (inşacılık; social constructionism) olduğu uzun uzadıya durmuşlardı. Kuramsal mevzilenmede inşacılığın galebe çaldığına şahit olunduğu aşikârsa da, birtakım mekanistik ikili karşıtlıklar ile onların üzerinde yükselen anlamlandırma rejimlerini sorunsallaştırmaya yönelen sentetik-ontolojik girişimlere ve yeni analitik-keşifsel (heuristic) kategorilerin arayışına soyunulmalıdır.

Tam da burada dillendirilmeye çalışılan merama paralel bir yakınmaya, David M. Halperin'in (hem tam da HIV sorunsalına uzanan) satırlarında[16] rastlayabiliriz:

“Erkek eşcinsellerin öznelliği konusuyla, buna yeni bir analiz getirme olasılığıyla ilgileniyorum: Erkek eşcinsellerin homofobik olmayan, patolojikleştirmeyen, psikolojik olmayan, disiplinler-dışı bir analizi. Böyle bir analiz kendi çapında yeni ve etkileyici görünmekte; aynı zamanda erkek eşcinsellere ve erkek eşcinselliğine yönelik eşcinsellerin akıl hastası, psikolojik olarak anormal veya sapık oldukları gibi inatçı homofobik fikirlere karşı çıkmak da gerekmektedir. Bu tarz homofobik fikirler acil AIDS/HIV korunma ihtiyacından da güç ve hayat buldu: birçok iyi niyetli HIV ve AIDS yayılmasıyla mücadele çabası, erkek eşcinsellerin HIV bulaştırma riski taşıyan cinsel ilişkiler kurmasına neden olan güdülerini keşfetmek amaçlı özel hayata yönelik araştırmalar içermektedir. Sonuç, erkek eşcinsel öznelliğinin -bir risk öznelliği olarak- kusurlu ve bozuk olarak tanımlanmasıdır.”

Dahası, bu yapılırken, yani toplumsal-siyasal fobik tutumlara ilişkin etraflı bir hafriyata girişirken, erkek eşcinsellikte yuvalanmış patriyarkal ögeleri ayıklayabilmek kadar, “homofobinin egzotikleştirilmesi”ne, yani etno-ırksal farklılıkların ikili egzotikleştirme ve erotikleştirme süreçlerindeki hegemonik temsil rejimine karşı da entelektüel teyakkuzu berkitmek ve LBGTİ hareketinin kendi çeşitliliklerini kucaklayan ve içindeki farklı eşitsizlikleri tanıyan bir kesişimselliğe açılmak, özcesi, görünmezlikleri nedeniyle diğer bütün kategorilerin algılanışına sızan, sorgulanmayan normları temsil eden (ve çoğu kere Batı-merkezli olan) beyazlık gerçeğiyle, ana-akım gey ve lezbiyen kültüründeki beyazlaşma eğilimleriyle hesaplaşmak da gerekir.[17]

O hâlde, sirenler gibi kulağımızı uğuldatan bir hususa değinmenin tam sırasıdır: Homofobi, hiçbir insan-öznenin kendisini münezzeh veya bağışık sayamayacağı komplike bir örüntünün adıdır. Tıpkı patriyarkal-hegemonik “erkeklik” gibi. Kısacası bunun, toplumsal yapı ve kurumsal ideolojiler çerçevesinde, sosyalizasyon süreçleri bağlamında nasıl kurulduğunu görebilmek kadar, toplum-öncesine uzanan evrimsel-ekolojik-biyopsişik yönlerine de ('iyinin ve kötünün ötesine' geçerek) el atabilmeliyiz. İster sağduyulu ve provokatif toplumsal inşacı bakış açısıyla Lynne Segal'in Ağır Çekim'i [Ayrıntı, 1992] zikredilsin, isterse de “fark ontolojisi”ni kendisine dayanak noktası yapan muhtelif queer-feminist kuramsal girişimler yardıma çağrılsın; meselenin çok-boyutlu doğasını aklımızda tutmak ve yaşamboyu peşimizi bırakmaması gereken bir düşünümselliği pratize etmek zorundayız.

Her ne kadar bir terim olarak “fobi”, korkunun psikopatolojik boyutuna işaret etse de, homofobinin, sözgelimi klostrofobi veya araknofobi gibi bir özgül fobi, bir tür psikopatolojik durum olmadığını basitçe söylemek gerekir.[18] Daha ziyade tarihsel ve sosyo-antropolojik bir inşadır. Üstelik, ucubelik özelinde zikredildiği gibi, türsel varlık (Gattungswesen) olarak insanın biyopsişik ve evrimsel bagajına da köprüler kurar. O hâlde bir tür arketip gibi de düşünülebilecek, hâliyle aktarımsal bileşeni de olan (alagmatik) bir sosyo-antropolojik inşadır bu. İmmünoloji tartışmalarında karşımıza çıkan kendilik (self) meselesine temas eden boyutları da vardır. Özellikle “utanç [shame] ve kendinden-nefret [self-loathing] ile somutlaşan kalıcı, yapılandırılmış olumsuz duygular ile karakterize edilen bir cinsel kimlik” olarak içselleştirilmiş homofobi, egemen kültürün eşcinselliğe ilişkin tutumunun benimsenmesini de temsil eder. Tam da bu noktada, kendilik kavramının sorunsallaştırılmasının ufuk açıcı yönleri olabilir. Şuradan kuvvet alalım: Psikanalist Dr. Ralph E. Roughton, homofobinin içselleştirilmesi sürecini şöyle tanımlıyordu:

“Benim içselleştirilmiş homofobi [internalized homophobia] kavrayışım, onun sadece cinsiyetle değil, esasında kendilik-kavramıyla ilgili olduğu yönündedir. Bu, cinselliğin farkındalığının gelişmesinden önceye kadar gider. Farklı olduğunuz duygusuyla çok erken başlar; bu farkın kötü olduğu algısıyla bir sır olarak saklanması gerekir. Bu aynı zamanda içselleştirilmiş homofobinin ırksal, etnik veya cinsiyetsel damgalanma gibi fenomenlerden ayrıldığı bir unsurdur. Zira bunların her birinde, en azından aileniz gibisinizdir. [...] Ortalama eşcinsel çocuk, ailesinin beklentilerine uymaz, uygun hissiyatlara ve ilgi alanlarına sahip olmadığını fark eder, nedenini ya da nerede yanlış yaptığını asla tastamam kavrayamadan, yetersizliğnden ötürü tam da varoluşunda duyumsayacağı dehşetengiz bir utanç duyar. [...] Terapötik olarak gerekli olan, kendilik kavramını ve bizatihi kendilik özkavrayışını değiştirmektir.”[19]

Dahası, bir analitik araç olarak söz konusu arketipal topografya görmezden gelindiğinde, cinselliğin hakkı yeterince teslim edilmemiş olur. Öyle ki, bu gibi ayrımcı fobik durumlar, daima korku ile nefretin iç içeliğini resmeder. Cinselleştirme ve siyahlaştırma, kısacası eşcinseller ile siyahlar, HIV paniğinin bir nefret ile sarmalanmasına yaramıştır. Korku ve paniği, HIV enfeksiyonuyla bağdaştırılan ölümcüllük algısı üretirken, nefret de enfeksiyonun cinsel yolla bulaşıyor olması ile pekiştirilmiştir. Bilim çevreleri ise buna zaten her daim hazır olmuştur. Nitekim Milliyet Gazetesi'nin arşivinde, Kasım 1985 tarihinde, Bristol Üniversitesi'nden bir İngiliz profesörün şöyle konuştuğu naklediliyordu: “AIDS tükürük, gözyaşı ya da kan yoluyla bulaşması söz konusu değildir; bu hastalık yalnız cinsel ilişki ile yayılmaktadır.”

AIDS paniğinin bir hegemonik enstrüman olarak işlevsel potansiyeli, sağ düşüncenin ve muhafazakârların erkenden farkına vardığı bir manipülatif ayrımcılık silsilesine kapı araladı. Bu potansiyel de, onun dosdoğru “cinsellik”le ilgili oluşundan kaynaklandı. Nitekim zira Foucault, bu hususa ilişkin tarihsel bir kayıt düşecekti: “Cinsellik edimi ya da en azından kişinin kendi vücudunun cinsel kullanımı [mastürbasyon], etkilerini her biçimde ve her yaşta gösterebilen bir dizi belirlenmemiş fiziksel bo­zukluğun kökenine yerleştirilir. Cinselliğin sınırsız etiyolojik gücü, vücut ve hastalıklar düzeyinde, yalnızca bu yeni tıbbî ahlâka ilişkin metinlerde değil, ama aynı zamanda, en ciddi patoloji kitaplarında da en sık rastlanan bir temadır.”[20] Yine zira Gayle S. Rubin’in ta 1984’te yayınlanan ve cinsellik ile toplumsal cinsiyet alanları arasında kurduğu etkileyici ayrım nedeniyle Butler tarafından da selâmlanan[21] meşhur makalesinde yer aldığı gibi, tedavi edilemeyen bir hastalıktan duyulan korkular cinsel terörle iç içe geçince ortaya çıkacak sonuç son derece değişken olacaktır: “Yüz yıl önce frengiyi kontrol altına alma girişimleri İngiltere’de Bulaşıcı Hastalıklar Mevzuatı’nın (Contagious Diseases Acts) yayınlanmasına yol açtı. Bu yasalar hatalı tıbbî kuramlara dayanıyordu ve hastalığın yayılmasını engelleyecek bir etkide bulunmadılar. Ne ki, yüzlerce kadının kapatılmasına, zorla vajinal incelemeye maruz bırakılmasına ve yaşamları boyunca fahişelikle damgalanmalarına neden olarak onları perişan etmişti.”

Satırlarının devamında[22] AIDS meselesinin uyandırdığı kamusal ilgiye politik açıdan müdâhil oluyor ve enfeksiyon korkusunu bahane olarak kullanan sağcılara değiniyordu. O arada, o tarihlerde meselenin, muhafazakârlara pabuç bırakılmadan sıcağı sıcağına değerlendirilebilmesi adına serinkanlı ihtarlar geçiyordu.

Paralel şekilde, Leo Bersani’nin 1987’de yayınlanan (AIDS: Cultural Analysis/Cultural Activism içinde, MIT Press, s. 197-222) meşhur makalesi de, AIDS’le ortaya çıkan “homofobik öfke”yi sorunsallaştırıyordu.[23] Nefret, iğrenme, tehdit, korku motiflerinin doğrudan seksin veya cinsel etkinliğin kendisine yönelen boyutlarını irdeliyordu: “Cinselliğin daima politikleştirilme olduğu tartışılmaz ölçüde gerçektir; fakat seks yapma eyleminin politikleştirildiği yollar son derece problemlidir.” Bersani, orada, AIDS’e verilen tepkilerin veya sunulma tarzlarının seyrini, özellikle de kamu sağlığına yönelik bir krizin benzeri görülmemiş bir zührevî tehdit olarak değerlendirilmiş olmasını dönemin Amerikan kültüründe açığa çıkan söylemler üzerinden takip eder. Buna göre, eşcinsel erkeklerin, tıpkı Rubin’in değindiği gibi, 19. yüzyıldaki frengi olgusu özelindeki fahişe kadınlar temsillerinin şaşırtıcı bir benzeri olarak, “önüne gelenle yatma eğilimi”ne [promiscuity] vurgu yapan ve kimi zaman bu doğrultuda bilimsel malzemeyi araçsallaştıran[24] söylemler, doğrudan seksin kendisini bir “ahlâki tiksinti” çerçevesinde düşündürecektir: “Önüne gelenle yatma, fizyolojik olarak tehditkâr bir fenomen olan doyumsuzluk üzerine temellenmiş cinselliğin sosyal karşılığıdır.” Eşcinsel erkeklerin gecede yirmi-otuz kez, yılda üç bin kez yahut da dakikada bir seks yaptığına dair tuhaf hesaplamalar dolaşımdadır. Dikkatler, insanların yaptıkları seks türlerinden veya cinsel yönelimlerden, önüne gelenle yatmaya dair ahlâkî söylemlere kaymakta gibidir. Önüne gelenle yatma dürtüsü veya tutumu ise, sadece enfeksiyon riskini artırmakla kalmadığı ve bizzat enfeksiyonun tezahürüne dönüştüğü oranda, cinselliğin özünde hastalıklı olduğu fantezisi de “meşru” bir kisveye bürünmektedir. Medyanın öznellik üretebilme ve bunu yaparken de bir kimliğin şekillenmesini tayin etme kapasitesi, daima bir ideolojik kurgu ve ahlâkî bir buyruk olarak “halk”ın bütünselliği içinde “gözden çıkarılabilir bir çevre” olarak eşcinsel erkekleri hedefine koyar. Eşcinsel kültürünün ve eşcinsellik deneyiminin cinsellikten topyekûn arındırılması, alttan alta bir işlerliğini sürdüren bir niyetsel projedir; bu projenin aslî bir hareketlendiricisi de, “eşcinseller katildir” şeklindeki o fantastik argümandır.

Şu saptamaya prim vermeli belki de: HIV'in cinselleştirilmesi, tayin edilmiş bir eşcinsel imgesinin katılaşması süreciyle birlikte seyretti (ve bu da, ipso facto, bir dispozitif olarak tıbbîleştirmenin [medikalizasyon] çarkına dâhil edilmeye de gönderme yapıyordu; zira cinsellik çoktan tıbbîleştirilerek bir ötekileştirme pratiğine dönüşmüş durumdaydı; o hâlde belki de buna 'zührevîleştirme' [venerealization] demek[25] daha uygun düşecektir). Kısacası bu süreç, kiminle sevişiliyorsa, cinsel yönelimin de onunla sınırlandığını imâ eden statik bir “töz metafiziği”nin yeniden üretilmesine yol açtı. GRID söyleminin kalıplaştırıcı işlevinden geriye dönüş pek mümkün olmadı. Adlı adınca, ihale eşcinsellere kaldı. Sözgelimi, Birleşik Devletler özelinde, Ryan White (1984), Magic Johnson (1991), Arthur Ashe (1992) gibi ünlü isimler, aldıkları tanıyı kamuoyuyla paylaştıkça, bu kalıp medya ve girişimciler eliyle esnetilmeye çalışılmıştı. Operasyon sırasındaki kan nakillerine, transfüzyon ile yaşayan hemofili hastalarına, bir bulaş yolu olarak anne sütüne, heteroseksüel cinsel temasa gürültülü şekilde vurgu yapılıyordu. Dahası, Abraham Lincoln'dan George Washington'a, oradan Benjamin Franklin'e, Mark Twain'den Herman Melville'e, nihayet Richard Nixon'a varıncaya değin, önde gelen Amerikan geylerinin geçit resmi de -belki de bir 'moral' verme niyetiyle- sunulmaktaydı. Elizabeth Taylor'dan Prenses Diana'ya ve Bill Clinton'a varıncaya dek bir dizi popüler ve “prestijli” figür, bununla ilgili uyarıcı kamusal mesajlar paylaşmıştı. Bütün bu süreçler, açık kimlikli bir medyatik figür olan AIDS aktivisti Pedro Zamora [1972-1994] ve onun Bill Clinton tarafından çokça takdir edilmiş popüler televizyon programı [The Real World: San Francisco] eliyle kamuya mal edilmeye çalışılıyordu. Kısmen nafileydi. Leo Bersani, “Rock Hudson'ın eşcinsel olduğunun tüm ülkede [ABD] öğrenilmesi hiçbir şeyi değiştirmedi,” diye yazacaktı.[26] Nitekim Judith Butler, meâlen şunu söyleyecekti: Dosdoğru [bir sendrom olarak] AIDS'in kendisine odaklanmak yerine, kendimizin dinsel veya devletlû makbul çiftler olarak kamusal resmimize ışık tutmaya yollanmalıyız; hakkında yeterli araştırmanın ve tıbbî kaynağın enikonu sınırlı olduğu bir salgın tarafından kuşatılmış [ve dahi yoksul] bir topluluk olmaktan ziyade, nasıl bir toplumsal çerçeveye oturtulduğumuzu görebilmeliyiz. Gerçekten de dinsel-evanjelik, ve üstelik iktidar odaklarının yaptırımlarının garantörlüğünde şekillenen bir ahlâkçılığın, bilimsel olarak ispatlanmış birtakım etkili yöntemlerden daha çok şey anlattığı fikri, queer teorisyenlerin üzerinde uzlaştığı noktalardan biriydi: Birleşik Devletler'in konuya ilişkin yapılandırdığı kamusal-siyasal söylemin ve popüler retoriğin kendisi. Bu motivasyondan hareketle Butler, Simon Watney'in Arzunun Kontrolü başlıklı meşhur kitabına [Policing Desire: Pornography, AIDS and the Media, 1987] değinerek, şu satırları kaleme alacaktı:

[…] Watney, AIDS'li kişiyi çağdaş “kirleten insan”ın inşası olarak tanımlar. Hastalığın “eşcinsel hastalığı” olarak tanımlanması bir yana, medyanın hasta­lığa gösterdiği isterik ve homofobik tepki aslında tümüyle stratejik bir inşa içerir: Eşcinselin, bir sınır ihlâli olarak görülen eşcinsellik nedeniyle edindiği kirlenmişlik statüsü ile eşcinsel kirlenmenin öz­gül bir kipliği olarak görülen hastalık arasındaki sürekliliğin hesaplı inşasıdır bu. Hastalığın bedensel sıvı alışverişiyle bulaşması, san­sasyon meraklısı homofobik imleme sistemlerinin kurduğu görsel­likte, geçirgen bedensel sınırların toplumsal düzen açısından teşkil ettiği tehlikelere işaret eder.[27]

Act-Up görseli

Donna Haraway ise, 1985'teki Siborg Manifestosu'yla, bu sorunsalı sanki daha içkin boyutlarıyla kavramaya meylediyor gibiydi:

“Modern biyolojilerde, dünyanın bir kodlama problemine tercüme edilmesi moleküler genetik, ekoloji, sosyobiyolojik evrim teorisi ve immünobiyolojiyle örneklenebilir. Organizma burada, genetik kodlama ve kodların okunması problemlerine tercüme edilmiştir. [...] Bir anlamıyla organizmalar, biyotik bileşenlere (yani, özel türde enformasyon işleme aygıtlarına) alan açan bilgi nesneleri olarak var olmaktan çıkmışlardır. [...] İmmünobiyoloji ve onun çağrıştırdığı tıbbî pratikler, bilgi nesneleri (veya bedensel gerçeklik kurguları/inşaları) olarak kodlama ve tanıma sistemlerinin ayrıcalığını gösteren zengin örneklerdir. Burada biyoloji, bir tür kriptografidir. Araştırma da, ister istemez bir istihbarat faaliyetidir. [...] Amerika Birleşik Devletleri'nde geyler, Haitili göçmenler ve damardan uyuşturucu kullananlar da, sınırlar ile ahlâkî kirlenmenin birbirine karıştığını gösteren (ve bedene kazınmış) korkunç bir bağışıklık sistemi hastalığının 'ayrıcalıklı' kurbanlarıdır.”[28]

Öyleyse, herhangi bir yakıcı meselenin kamusal lobicilik ve medyatik spotlar eliyle çokça işlenmesinin sık rastlanan bir yan etkisini de göz önünde bulundurmak zorundayız: HIV'in, bundan böyle bir 'salgın'dan öte bir kronik hastalık olarak öne çıkarılması, sözü çok geçen o AIDS yorgunluğu (AIDS fatigue) ile, yani bu meseleye dair kopan onca patırtının ardından gitgide kamusal ilginin tavsamasıyla, kanıksama rehaveti ile kol kola seyretti ve belki de HIV-pozitif olmak, “yaşamayanın bilemeyeceği” ve de bilmekten kaçınacağı, kimselerin yüzüne bakmadığı bir “öksüz” (orphan) tabloya dönüşmüş oldu.

Tam da bu nedenlerden ötürü, HIV-pozitif özne, dünyanın çukuruna doğru seyahate çıkmış bir insan yavrusudur aynı zamanda. Müstahak olmak ve yaşama tutunmak arasında salınır ve tedirgin bir fenomenoloji içinde örselenir. Larry Kramer'ın betimlemesiyle, “AIDS'le yaşamak, daima Demokles'in kılıcının tehditkâr gölgesi altında soluk alıp vermek gibidir. Bu hastalık, bizatihi ölümün kendisinden bile daha ürkütücüdür. Öylesine yıkıcı, öylesine karman çorman ve nüfuz edicidir ki... Tutunduğun bütün dalları kırıp geçer.”[29]

Gerçek bir usta olarak Dr. Elisabeth Kübler-Ross da, Ölüm ve Ölmek Üzerine'sini[30] yazdığında, henüz ortalıkta HIV/AIDS meselesi yoktu (1969). Daha sonra ise, 1980'lerin ortalarından itibaren, tamamen plansız ve spontan olarak HIV'le yaşamaya çalışarak ölümle cebelleşen (agony) insanlarla hemhâl olduğunda ise, virüsle enfekte olmuş bebekleri evlatlık edinmeye, bakımını üstlenmeye niyetlenecek ve de bulgu ile deneyimlerini önceki verimleriyle ilişkilendirerek paylaştığı kitabında (1987) da AIDS'in bedensel yankılarını “nihaî meydan okuma” olarak nitelendirecekti. Sontag da, şimdilerde, “insan soyunun hayata ve umuda bağlılığının önündeki meydan okumanın adı” olarak zikrediyordu AIDS'i. O hâlde, HIV tanısının o yüklü simgesel art-alanı, özneyi hemdertleriyle, akranlarıyla kucaklaşmaya itecektir ve bu, başka hiçbir şeyin kıyaslanamayacağı bir yaşam aşısı temin edecektir. Bir mücadele alanıdır bu; zira toplumun dışına fırlatılmış tehlikeli öznellikler, terapötik edimin mekanik-biyolojik serinkanlılığına terk edilemez.[31] Dolayısıyla bu, ana-akım tıbbın çoktan sırra kadem bastığı ve hiçbir iddiasının olamayacağı sosyo-politik bir alandır aynı zamanda. Yani Nietzsche'nin sağlık özelinde söylediğine koşut olarak, hiçbir zaman sona ermeyecek kesintisiz bir sürecin adı olarak, mücadele!

Bununla birlikte, 'dünyanın çukuru' tabiriyle, burada, hastalığın fenomenolojisine dair incelikli olduğunu düşündüğüm bir imâda bulunmaya niyetleniyorum; zira aksi durumda, sözgelimi İncir Reçeli (2010) filminde yavanlıkla sunulan o kasvetli karamsarlığa gömülmek işten değildir belki de.

Dünyanın çukuru, o hâlde, ille de bir katastrofik felâket uzamını imâ etmekle mükellef değildir. Bu da şu alt-kültürel edime gönderme yapar: Toplumsal değerler repertuvarında ciddi, korkunç ve trajik addedilen durumlara gülebilmek; fakat o arada “trajediye yol açan acının gerçekliğinden kaçınmamak”, travma sahnesine cüretle geri dönmek ve acıyı boşaltıp oradan bir güç ve direnç devşirmek için söz konusu travmayı gülünç bir şekilde abartılmış olarak yeniden canlandırmak. Judith Butler da, teatral öfkeyi ve performatif alegoriyi, “ölümün ve hasarın abartılı teşhirini[n] AIDS’e ve acının grafik temsiline olan epistemik direnci alt etmek için” kullanmaktan söz ediyordu.[32] Nitekim, yine David M. Halperin, spesifik olarak 'erkek eşcinsellik' üzerine yaptığı konuşmasında, bir özgürleştirici siyasî kavrayış lehine, “korku ile mizah arasındaki iki yönlü geçiş”ten dem vuracaktır:

“Kendileriyle alay etmeleri, hissettikleri kederi inkâr etmeden boşaltmalarına yarar. Bu, erkek eşcinsel konuşma pratikleri ve HIV/AIDS salgını gibi insan afetlerinde korkuyla neşenin en ufak bir acımasızlık, soğukluk veya onaylamama imâsı olmaksızın bir arada var olabilmesinin nedenidir. Kendi acılarınızı bir parodi aracı hâline getirmek, kendinizi tüm sosyal performansları, tüm sosyal rolleri ve tüm sosyal kimlikleri gözlemlerken hissettiğiniz ironiden muaf tutmayı reddetmek, sosyal farklılıkları aynı seviyeye getirmektir. Herhangi bir role girmenin ciddiye alınmasını reddederek ve sempatiye, duygusallığa ve hürmete yönelik tüm kişisel adlandırmalardan vazgeçerek sosyal değersizleştirmenin tekerine çomak sokarsınız. Kendi acınızla dalga geçerek, diğerlerinin sizi değersizleştirmesinin altını boşaltırsınız. Aynı zamanda diğerlerini sosyal duruşa karşı geliştirilen tüm otomatik savları reddinize katılmaya davet edersiniz ve sizi dertleri her daim söz konusu olan ve trajik durumları gülmeye elverişli olan sosyal sınıfların arasına dâhil etmeye teşvik edersiniz. Birçok insanın dertlerinin önemsenmediği bir dünyada sizinki de dâhil olmak üzere hiçbir trajedinin sorgulanamaz bir şekilde tamamen ciddiye alınması mecburiyetini gerektirecek kadar değerli olduğunun iddia edilemeyeceğini imâ etmiş olursunuz. Böylece modern bireylerin rutin kategorizasyonuna dayanan sosyal değer hiyerarşilerini reddedersiniz. Sizi eşzamanlı uğraşınızda ve sosyal aşağılamaya direnişinizde takip edenlerle kolektif bir dayanışma ruhu inşa edersiniz. Ve bu yolla daha geniş ve kapsamlı bir topluluk kurarsınız.”[33]

Sağlığın edinimi mücadelesinin ne olduğunu berrakça tarif edebilmek adına bir karşı-örneğe başvurmak faydalı olabilir: Louise L. Hay [1926-2017], yakalandığı rahimağzı [serviks] kanserini kendisi için geliştirdiği spiritüel teknik ile atlattığı iddiasındaydı. 1985'te altı AIDS hastası ile bir terapi grubu oluşturdu. Grubun üç yılda 800 kişiye ulaşması üzerine, Hay ve arkadaşları, AIDS'le mücadele hareketini başlattı ve hareketin simgesi olarak da ‘kırmızı kurdele’yi seçti. 1984'te yayınladığı Düşünce Gücüyle Tedavi [You Can Heal Your Life] isimli çok-satan kitabıyla meşhur oldu. Bir New Age gurusuydu, son tahlilde bir sözde-bilimsel girişimciydi ve belki de bir nesil eşcinsel insanın hayatına mal oldu. 1980'lerin başında, ABD'de dinsel kurumların, bilimsel otoritelerin, tıp aygıtının ve Reagan yönetiminin kayıtsız ihmalkârlığı altında Hay'in kucaklayıcı ve ümitvar jesti, HIV'le yaşayan insanların ona savrulmasını kolaylaştırmıştı. Ne olursa olsun, şarlatan bir simsarcı ve umut taciriydi o. Louise Hay'in, hastalıklara kendi kendimize neden olduğumuz şeklindeki o bayat psikolojist önermesi, muhakkak ki bu insanların duymak isteyecekleri en son şeydi. Terapötik iddiası ise, kendinden menkûl meditatif modellerden geçmekteydi. Oysa kendi kendine yardım (self-help) diskurunun varacağı yer, liberal-atomistik bir yalnızlıktan farksızdır. Nihayetinde, Hay'in bütün o kurbanı suçlayıcı sözde-bilimsel zırvalıkları [blame-the-victim pseudo-science], bir kitsch spiritüellik olarak tarihlere geçmiş oldu. 

Anonim ve ücretsiz test hizmetlerini, korunma yöntemlerinin [kondom, kayganlaştırıcı, profilaksi] yaygınlaştırılmasını, ilaç tedariğini ve preparatlara ulaşım kolaylığını, güncel ve doğru bilimsel bilginin kamusallaştırılmasını içeren toplumsal mücadele pratiklerini önceleyen asal şey, hastalığın pençesinde kıvranan insan yavrusuna, sağlığını, tam da kazanılmış bir kupa gibi avuçlarında hissedebilmesi adına kendisini ifade edebileceği bir dil sunmaktır ve bu da, o insancıl hemdertliğin ve de öznelerin sinesinde kaynaşacağı bir çoğul fenomenolojinin rafine edilmesinden geçer. Değil mi ki Nietzsche'de de fizyolojik olan, amor fati ile, yaşamın olumlanması ile (şu veya bu ölçüde) muhakkak ilintili olarak karşımıza çıkmıyor muydu? “Büyük sağlık” dediği şey de, varlığın değil ama oluşun (becoming) fizyolojik koşullarını imlemiyor muydu? Nitekim Nietzsche, hastalığı tam da o sayede kucaklıyor ve benimsiyordu. Sağlık-hastalık dikotomisini bir aşma denemesidir bu. Bu konuya ilişkin Şen Bilim'de yer verdiği fragmanlarında, sağlığın statik kavranışını aşmak ister ve onu, sahip olunamayacak ama bir sürgit edinim (ve sonsuz bir mücadele) sürecinde duyumsanabilecek bir şey olarak tarif eder. Bu meyanda hastalık da, hayata bir bakış tarzı olarak formülasyona kavuşturulur. “Sağlık nedir,” diye sormaz o. Daha ziyade “Sağlığı nasıl edinebiliriz,” sorunsalıyla meşguldür. Sağlık, ezcümle, sonu gelmez bir mücadele ve oluş hâlidir... Öznenin kendisini ifade edebileceği bir “dil”in handiyse icat edilmesi, hiç yoksa keşfedilmesi gerekir; zira dil, bu bitimsiz sağaltım sürecinin aslî bir unsuru olarak karşımıza çıkar. Gerçekten de terapötik etkinlikte dil, şifa eriminde elzem bir müessesedir. Hastaya kulak vermek, onu duymak ve giderek dinlemek, onun anlatısına iştirak etmek de demektir. Hasta, hastalığının bir kiriş gibi büktüğü öznelliğiyle patografi inşa ederken hekimin o akışa dâhli gerekir. Akış esnasında dağılan (figüratif veya metaforik) parçaların montajı ve satır-aralarında volta atan ipuçların bir ilişkisel-nesnel röntgen oluşturacak şekilde süzülmesi hekime düşer. Hasta öznelliğinin tanınması ve de grameri ve modus operandisi ile iletişim aksiyonunun hasta tarafından tayin edilişi, şifa eriminde, onu daha fazla incitmemesini zorunlu kılacak bir sorumluluğu yükler hekimin sırtına. İletişimin işteşliği ancak ve ancak duygu(lanım)sal etkileşimde ispatlanır. Empati yapılmaz ama empatik olunur; bu da prognoza müdâhil olmanın (Hipokratik kriz) ekonomisini kuracaktır.  Hastanın özgün anlatısının toplumsallığı oranında biricikliği de mevcuttur ve bu motifleri (şifa uğrunda) ayırt edebilmenin önemi, patografi etüdünü iki kez önemli kılar. Anlatısal tıp (narrative medicine) zanaatı tam da bu öneme matuf bir çabadır. Hastalık paranteze alınır; hastanın onu nasıl deneyimlediği ve deneyimini betimleme biçimi birincilleşir. Orada kalmayarak hasta yakınlarının tanıklığını da (testimonial) içerir. Genelde tıp etiğinin bir bileşeni olarak ele alınsa da, haddizatında tıbbın antropolojik suretidir.[34] Nitekim Claude Lévi-Strauss da, şamanların ve büyücülerin tedavi seanslarına, şifa gösterilerine eğilir. Başvurdukları yutturmacalara, akçalı ilişkilerine, kurnaz taktiklerine, sırlı yöntemlerine, illüzyonlarına değinir. Analizini, şamanlar ile büyücülerin modern halefi saydığı “psikanaliz”e dek uzatacaktır. Şunu işaret etmek gayesindedir: “Görüldüğü gibi, büyücünün psikolojisi o kadar da basit değildir.” Basit değildir ve tam da dil müessesinde yuvalanır; zira bilimsel açıklamanın tersine, belirsiz ve düzensiz bazı durumları nesnel bir nedene bağlamak değil, bir bütün ya da sistem biçiminde açıklamak söz konusudur burada: “Sonuç olarak, bu yutturmaca bir tür dilden başka bir şey değildir; bu dil, grubun, hastanın ve büyücünün akıl erdiremediği olayları ifade etmeye -toplum elverdiği ölçüde- yarar.”[35]


[1] Dr. Timuçin Oral'ın, içtenlikle yazdığı, bir hekimin hastaları ile kurduğu ilişkideki yansızlığın doğru terapötik ilişki için temel nokta olduğunu vurguladığı, dahası homofobinin sadece ruh sağlığı alanında değil, diğer tıbbî branşlarda da hasta-hekim ilişkisinde ne denli etik-dışı olabileceğinin altını çizdiği yazısından; bkzKaos GL Dergisi, 113. sayı, Temmuz-Ağustos 2010; s. 39-40.

[2] Jan Huebenthal, o harikûlâde makalesinde, “AIDS'in sonu” retoriğini ve bir fantezi olarak kodladığı “post-AIDS” söyleminin altını oyuyordu. Beraberinde ABD'de LGBTİ topluluğu özelinde dolaşımda olan “eşitlik, ilerleme, görünürlük, erişim adaleti” gibi afili sözcükler kokteylinin üzerindeki zahirî tabakayı soyarken, bunun nasıl tam da homofobinin içinde bulunduğumuz zamanlardaki yeni suretlerine karşılık geldiğini ortaya koyuyordu. Bkz. 'Un/Detectability in Times of 'Equality': HIV, Queer Health, and Homonormativity', European Journal of American Studies, 11/3 ['Re-Queering The Nation: America’s Queer Crisis'], 2017.

[3] 1986'da onaylanan ilk patentli ilaç Zidovudin'in (AZT, Retrovir, vd.) yıllık tedavi maliyeti, 1980'lerde 10 dolar civarındaydı. Firmanın (GSK) patenti 2005'te sona erdi; böylece jenerik ilaç [muadil] imalâtına başlanmış oldu. Diğer taraftan, proteaz inhibitörlerinin piyasaya sürülme serüveni ise çok daha sancılı ve sürüncemeli olmuştu (10 yılı aşkın süren çalışmalardan sonra, nihayet 1995 yılında ilk kez piyasaya sürüldü). Takiben, HIV/AIDS'e bağlı ölüm oranı birkaç yıl içinde %67 kadar azaldı. Böylelikle HIV, bir “ölüm fermanı” olmaktan çıkmış ve nihayetinde, medikal alanda bir kronik hastalık statüsü edinmiş oldu.

[4]  Eşcinselliğin bir “hastalık/bozukluk” olarak, Amerikan Psikiyatri Birliği’nin kılavuzu DSM’den çıkarılması 1973, Dünya Sağlık Örgütü tanı kodu standardı ICD’den çıkarılması ise 1992’ye tarihlenir.

[5] Bir eleştirel sosyal epidemiyoloji makalesinde (nicelendirilebilir ve iktisadî olanın ötesinde) işaret edilen nitel boyutlara dikkat etmekte yarar var: Birçok bölgede, “toplumsal dışlanma” [social exclusion] terminolojisi popüler olan yoksulluk veya yoksunluk terimlerinin yerini almaktadır. “Yoksulluk” terimi, ekonomik kaynakların eksikliğini tanımlamaktadır ve “görece yoksunluk” terimi ise yaşam koşullarına vurgu yapar. “Toplumsal dışlanma” terimi ise, sadece görece ekonomik yoksulluğun ekonomik açıdan zorluğunu belirtmekle kalmaz, aynı zamanda dışlamanın işleyiş sürecini -bireylerin nasıl yaşamları boyunca, sosyal ve toplu yaşamın çeşitli yönlerinden dışlanma noktasına geldiği- içinde barındırmaktadır. [...] Söz konusu terim, aynı zamanda dışlanma ve ayrımcılığın kültürel yönüyle ilişkilidir ve kabul gören veya dışlanan arasındaki ilişki ile dışlanan kişinin anlamını ve kimliğini de belirtmektedir. Toplumsal dışlanma çok yönlü dezavantajla da ilgilidir - sadece tek bir “toplumsal dışlanma” yoktur; birçok “toplumsal dışlanmalar” vardır. Sosyal sınıf ve görece ekonomik yoksunlukta olduğu gibi dışlanmanın da dereceleri vardır. “Toplumsal açıdan dışlanmış” terimi, geleneksel ekonomik yoksunluk analizlerinde göz önüne alınmayan HIV/AIDS'le yaşayan insanlarda olduğu gibi damgalanmış ve bir kenara itilmiş insanları belirtebilmektedir. Toplumsal olarak kabul görmüş bir insanın kaynaklara erişimi, sadece ekonomik kaynaklar açıdan değil, bir toplum içinde yaşamayla elde edilen kaynaklar açısından da -eğitim olanakları, sosyal iletişim ve destek- daha fazla olmaktadır; dışlanan kişinin bunlara ulaşımı da reddedilir. Bkz. Mary Shaw ve diğ., 'Yoksulluk, Toplumsal Dışlanma ve Azınlıklar', Sağlığın Sosyal Belirleyicileri içinde, ed. M. Marmot ve R. G. Wilkinson, çev. ed. İ. Kayı ve Y. Yasin, İstanbul: İNSEV, 2009, 226-256; s. 239.

[6] Eşcinselliğin ve hemcins çiftleşmenin (same-sex couplings) “doğal” bir şey oluşunun tam da doğalcı (naturalist) ve bilimsel açıdan temellendirildiği iki klasik oylumlu metin için bkz. Bruce Bagemihl, Biological Exuberance: Animal Homosexuality and Natural Diversity, New York: St Martin's Press, 1999; Joan Roughgarden, Evolution's Rainbow: Diversity, Gender and Sexuality in Nature and People, University of California Press, 2004.

[7] Hepsi de birer bilimsel zırvalık örneği olan bu gibi girişimlere ilişkin kısa bir tarihsel özet için bkz. J. Corraze, ‘Tıbbî Tedaviye İlişkin Tutumlar: Tıbbî ve Cerrahî Girişimler ile Psikoterapötik Girişimler’, Eşcinsellik içinde, çev. İ. Yakupoğlu, İstanbul: İletişim, 1990; s. 90-100.

[8] “Utanç verici hastalık olarak AIDS”, damgalanma ve “out of place” olma çelişik pozisyonu, “utancın çocukları” olarak geyler ve lezbiyenler, bir özdeşleşim sonucu “ötekideki kendinden nefret” olarak ortaya çıkan “kendindeki ötekiden korku olarak içselleştirilmiş homofobi”, baskının politik sonucu olarak “durumsal ve varoluşsal” utanç, varoluşsal utancın bedenselliği, giderek sahiplenilmiş “onurlu utanç” ve “pride” silsilesine dair berrak bir tarihsel değerlendirme için bkz. Sébastien Chauvin, ‘Utanç’, Homofobi Sözlüğü içinde, der. Louis-Georges Tin, çev. M. Tezkan ve O. Urun, İstanbul: Sel, 2018; s. 399-402.

[9] Bkz. Gordon Marshall [ed.], Sosyoloji Sözlüğü, çev. O. Akınhay ve D. Kömürcü, Ankara: Bilim ve Sanat, 1999; s. 300-301 ve 305-306.

[10] N. Öztop, 'Dünya Gözüyle Judith Butler'ı Görmek' [söyleşi], Kaos GL Dergisi, 112. sayı, Mayıs-Haziran 2010; s. 6-8.

[11] Özkan Agtaş, ‘Hakiki Cinsiyet, Yasanın Boyunduruğu ve Siyasî Öznellik’, Fe Dergi, 4/2, 2012; s. 31-43.

[12] Melancholia and Moralism: Essays on AIDS and Queer Politics, MIT Press, 2002; s. 301-2.

[13] Korkunun Güçleri: İğrençlik Üzerine Deneme, çev. N. Tutal, İstanbul: Ayrıntı, 2014; s. 16.

[14] S. Arman ve N. Ünlü, 'Trans+', Başkaldıran Bedenler: Türkiye'de Transgender, Aktivizm ve Altkültürel Pratikler içinde, haz. B. Şeker, İstanbul: Metis, 2013, 103-107; s. 104-105.

[15] Aynı yer, s. 105-106.

[16] D. M. Halperin, ‘Nasıl Eşcinsel Olunur?’, çev. G. Birdal, Anti-Homofobi Kitabı-II içinde, Ankara: Kaos GL, 2010; s. 61-66.

[17] M. Cervulle ve N. Rees-Roberts, Homo Exoticus: Irk, Sınıf ve Queer Eleştiri, çev. A. Yalın, İstanbul: Ekslibris, 2015. Evelynn M. Hammonds, daha sonra (Gendering the Epidemic: Feminism and the Epidemic of HIV/AIDS in the United States, 1981-1999 başlıklı) bir makaleye dönüşecek olan bir sunumunda (1993), AIDS hastalığıyla yaşayan Afro-Amerikan kadınların gözden kaybolmasının; sorumsuz, vahşi ‘siyah’ kadın fantezisiyle örülmüş temsilleriyle yakinen ilintili olduğunu ve tam da bu temsil nedeniyle söz konusu kadınların maruz kaldığı acıların gözden kaçırıldığını söylüyordu. Siyah kadınların cinselliğine dair şekillenmiş kamusal ve tibbî söylemde çok eskilerden bu yana işlenen cinsel yozlaşma fantezisi, dahası şehvet düşkünlüğü ve sorumsuzluk gibi atıflar, acının hakiki deneyimine ve dile gelmesine ket vurur. O hâlde, bir fantezi olarak bu temsile meydan okumak ve AIDS’e yakalanmış Afro-Amerikan kadınların katlandığı gerçekliği yeniden tahayyül etmenin, mücadelenin önemli bir yönünü oluşturacağını not ediyordu. Zira aksi hâlde, atfedilerek temellük edilmiş bir imgelemin (muhayyel ‘vahşi’ siyah kadın) yansıtmalarıyla gerçek dünya denilen şey birbirine dolanacaktır. Sözü edilen makale, Feminism in Twentieth-Century: Science, Technology, and Medicine başlıklı derleme kitap (ed. A. N. H. Creager ve diğ., University of Chicago Press, 2001; s. 230-244) içinde yer alır. Aktaran: Drucilla Cornell, ‘Etik Feminizm Nedir?’, Çatışan Feminizmler: Felsefî Fikir Alışverişi [Benhabib, Butler, Cornell ve Fraser] içinde, çev. F. E. Sezer, İstanbul: Metis, 2014; s. 86-118. Simetrik bir açı için ayrıca bkz. Lynne Segal, ‘Seks ve Irkçılık: Fallik Simge Olarak Siyah Erkek’, Ağır Çekim: Değişen Erkeklikler, Değişen Erkekler içinde, çev. V. Ersoy, İstanbul: Ayrıntı, 1992; s. 220-226.

[18] Bkz. Nüket Paksoy Erbaydar, ‘Homofobi Nedir? Ne Değildir? Bir Kavramın İzini Sürmek’, Kaos GL Dergisi, 144. sayı [‘Queer Çalışmaları’], Eylül-Ekim 2015; s. 50-52.

[19] Donald Moss [ed.], Hating in the First Person Plural: Psychoanalytic Essays on Racism, Homophobia, Misogyny, and Terror, New York: Other Press, 2003; s. 197 ve 201-202.

[20] Ders Özetleri [1970-1982], çev. S. Hilav, İstanbul: YKY, 1993; s. 88.

[21] Bela Bedenler, çev. C. Çakırlar ve Z. Talay, İstanbul: Pinhan, 2014; s. 337.

[22] Gayle S. Rubin, ‘Cinselliği Düşünmek: Cinsellik Politikasına Dair Radikal Bir Kuram Üzerine Notlar’, KaosQueer+, sayı 1, 2014, 23-52; s. 41. 

[23] Bkz. L. Bersani, ‘Rektum Bir Mezar mı?’, çev. N. Kızıltuğ, Queer Temaşa içinde, der. L. S. Darıcıoğlu, İstanbul: Sel, 2016, 45-82; özellikle, s. 53-54, 58, 65-66, 72, 77, 79 vd. 

[24] Susan McKinnon, o özlü eserinde, evrimsel psikolojinin doğal, evrensel varsaydığı üreme mantığını duruşmaya çıkarır. Evrim psikologlarının genetik çıkar ile temellendirilmiş “doğal erkek çapkınlığı” mitine itiraz eder. Erkeklerin “önüne gelenle yatmaya meyilli bir cinsel zihni” olmadığını gösteren bilimsel örnekler sıralar. Kadınların ya da erkeklerin kültürden kültüre değişen göreli cinsel serbestliğe işaret eder. BkzNeo-Liberal Genetik: Evrim Psikolojisinin Mitleri ve Meselleri, çev. M. Doğan, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2010; s. 77-83.

[25] Buna Simon Watney de değiniyordu. Bkz. ‘The Spectacle of AIDS’, AIDS: Cultural Analysis/Cultural Activism içinde, ed. D. Crimp, October Journal, cilt 43, 1987, 71-86; s. 82.

[26] Bkz. ‘Rektum Bir Mezar mı?’, aynı yer, 2016; s. 55. 1985'te aktör Rock Hudson [1925-1985] hastalanıp Paris'te bir hastaneye kaldırıldığında, bir yayın ajansı önce onun karaciğer kanserinden muzdarip olduğu hikâyesini yaydı. Bir süre sonra yaşamını yitirdiğinde, Pasteur Enstitüsü'nde AIDS tedavisi almak için oraya gittiği gerçeği, kamudan saklanan eşcinsel yönelimiyle birlikte, ortaya çıkmış oldu. 

[27] Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi, çev. B. Ertür, İstanbul: Metis, 2014; s. 218 vd.

[28] BkzBaşka Yer: Seçme Yazılar, haz./çev. G. Pusar, İstanbul: Metis, 2010; s. 68-69 veya bkzSiborg Manifestosu, çev. O. Akınhay, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2016; s. 36-37.

[29] Richard Canning’in ‘AIDS Edebiyatı’ [Gey ve Lezbiyen Yazını içinde, haz. H. Stevens, çev. K. Tanrıyar, İstanbul: Sel, 2011; s. 178-198] başlıklı makalesinde belirttiği gibi, bu konuda yazan pek çok yazarı zayıf düşüren korku motifi, erken dönem AIDS edebiyatında belirleyici bir mecaz haline gelecekti. Canning’e göre, Larry Kramer’ın ilk kez 1985’te sahnelenen (ve 2014 yılında filme alınan) The Normal Heart adlı erken dönem AIDS’le ilgili oyunu kadar korkunun sindiği, önemli ve etkili bir metin yoktur. - Bkz. Hande Öğüt, ‘Salgından Korkuya, Sessizlikten Aydınlanmaya: AIDS Edebiyatı’, Kaos GL Dergisi, 122. sayı, Ocak-Şubat 2012; s. 12-13.

[30] Türkçede bkzÖlüm ve Ölmek Üzerine, çev. E. Uşşaklı, Ankara: APRIL; 2010.

[31] Esinleyici bir çağrışımla: “Sakatlık çalışmalarının ve sakat hakları hareketinin eleştirel içgörüleriyle queer aktivizmi ve AIDS’e ilişkin kültürel kuramın karşılıklı olarak birbirilerine dâhil edilmesi gerektiği” öncülüyle yola çıkan, nihayet AIDS’in sakatlık üzerinden, sakatlığın da AIDS üzerinden anlamlandırılması meselesine odaklanmaya niyetlenen bir metin için bkz. Robert McRuer, ‘Eleştirel Yatırımlar: AIDS, Christopher Reeve ve Queer Sakatlık Çalışmaları’, çev. G. İrfanoğlu, Queer Tahayyül içinde, der. S. Yardımcı ve Ö. Güçlü, İstanbul: Sel, 2013; s. 255-282. Orada, bir sakat-queer ittifakına varmak adına, sağlamlık ile sakatlık bağlamında gerçekleşen tahakküm ve tâbiyet oyununa dikkat çekilirken, sakatlık perspektifinin AIDS üzerine düşünme faaliyetine (adını da koyarak) dâhil edilmesi gerektiği savunuluyor, her ikisinin de “tedavi ile tasfiye”den oluşan iki kutup etrafında benzer dolaşımları nedeniyle birbirine bağlandığı ileri sürülüyor ve sakatlığı olanların da, AIDS’le yaşayanların da sağlam-bedenli, heteroseksüel kimliği güvenceye alan bir kültür tarafından kullanıldığı ve nihayet “kültürel yönetim”lerinin nasıl da örtüştüğü açığa çıkarılıyordu. Yine, kuramsal olanı Türkiye özelinden devşirilmiş etnografik desenlerle süsleyen Sibel Yardımcı'nın “Sakatlık Çalışmalarında Queer Ufku” başlıklı metnine bakılabilir (Cinsellik Muamması: Türkiye’de Queer Kültür ve Muhalefet içinde, İstanbul: Metis, 2012; s. 223-247).

[32] Bela Bedenler, 2014; s. 328-329.

[33] D. M. Halperin, aynı yer, 2010.

[34] Hekim ve Heybesi: Tıp, Bilim, İdeoloji, 2017; s. 91-92.

[35] Bkz. ‘Büyü ve Büyücü’, Yapısal Antropoloji içinde, çev. A. Kahiloğulları, Ankara: İmge Kitabevi, 2012; s. 235-260.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: insan hakları, sağlık hakkı
İstihdam