07/01/2019 | Yazar: Özen B. Demir

AIDS krizi, besbelli ki, aynı zamanda bir kimlik(lendirme) krizidir; tam da bu yönüyle cinsel politika tarihinin özgül bir momentine karşılık gelir.

AIDS krizi, besbelli ki, aynı zamanda bir kimlik(lendirme) krizidir; tam da bu yönüyle cinsel politika tarihinin özgül bir momentine karşılık gelir.

[IX] Queer Çokluklar ve İttifaklar

Beynimden içeri bir mermi girecek olursa, o merminin ülkedeki tüm dolap [closet] kapaklarını kırıp geçmesini sağlayın.

Harvey Milk, 1977.[1]

AIDS krizi, besbelli ki, aynı zamanda bir kimlik(lendirme) krizidir; tam da bu yönüyle cinsel politika tarihinin özgül bir momentine karşılık gelir. Gerçekten de AIDS, öznenin iptali ile kimliklerin dışsallığı arasındaki çağdaş gerilime öncü sahne olmuştur. Artık cinselliğin, cinsel kimliklerden (olmak) ziyade, cinsel edimlere (yapmak) gönderme yapılarak anlaşılmaya başlanması da yine AIDS krizine tarihlenebilir. Mücadele nâmına bellettiği politik-aksiyoner nokta ise şu olmuştur: Cinsel pratikler ile cinsiyet kimliği/durumu/yönelimi birbirinden bağımsızdır; cinsel politika meselesinde ise, tözlerden ziyade yakınlıklardan (affinity) söz edilebilir. Seks işçisinin, transgender öznelliğinin ve biseksüalitenin eşcinsellerle kesiştiği bir hegemonik kader vardır. Üstelik bu, bütün bu öznellikler yelpazesinin dostlarının/yoldaşlarının da dâhil olabileceği bir koalisyona açılma umudunu taşıyacaktır. Ezcümle, bütün bu süreç, bir birlik veya ittihat ufkundan ziyade, bir “afinite” (yakınlık, benzeşme, çekim), ittifak yahut siyasal akrabalığı temel alan bir kolektif bilincin olanaklı uzamlarını soruşturmaya fırsat sağladı. Anımsanırsa, değil mi ki Judith Butler’ın temel niyeti de, sonsuz bir cinsel kimlikler/pratikler/söylemler/alanlar koalisyonu adına özgürleşmenin olanaklılığıydı; ve nitekim queer projesinin de, normativiteye meydan okuyan bir “anti-kimlik” projesi olarak esnek ve sınırsız bir potansiyelle sonsuzluğa yayılmasına niyet edilmekteydi. Böylelikle, AIDS krizi vesilesiyle cinselliğe ilişkin yeterince sorgulanmamış pek çok aksiyomatik dizge, yeniden formülasyona kavuşturulmuş olacaktı.[2] Yine Butler'a göre, kimlikleştirmeyen ve çok-bileşenli bir ittifakı betimleyen, kısacası bir bağlantılı olma hâline gönderme yapan “queer”in belirli toplumsal cinsiyet [genel ölçekte kimlik] kategorilerini sahiplenmekten çok, o kategorilerinin hangi amaçlar ve hangi iktidar ilişkileriyle bağlantılı olarak kurulduğunu düşündürmesi, daima normal olanı baltalamakta ısrar eden amacını, dahası, tam da müşterek bir mücadele sahası olarak “bir dizi tarihsel düşüncenin ve gelecek tahayyülünün başlangıç noktası” olmaya soyunduğunu bize hatırlatır. Dolayısıyla da, kimlik kategorilerine başvurarak siyasî talepler ileri sürmek gerekli olduğu kadar, söylem içinde bu kategoriler üzerinde hâkimiyet kurmayı sürdürmenin imkânsızlığı da iyi kavranmak zorundaydı.[3] Aslolan, normun askıya alınmasıdır. Bu kalkış noktasından hareketlenen politik strateji, her birimizin düşüncesini yapılandıran normları ve toplumsal heteroseksüel söylemi yıkmaya, parçalamaya dönük olacaktır. Yıkıcı politika ile Butler’ın vurguladığı, bugünkü baskıcı normların, sözde daha ideal normlarla yer değiştirilmesi değil, bugün için henüz bilmediğimiz bir gelecek için sürekli bir açıklıktır. Nitekim Butler’a göre ise “cinsiyet”, zaman içinde zorla maddeselleşen bir ideal inşadır. Ancak bu, bedenin statik bir koşuluna ve değişmez bir olguya değil, bir sürece işaret eder. Cinsiyetin maddeselleşmesi bir dizi zorlayıcı tekerrürle kotarılırken, tekerrürün kendisi ise maddeselleşmenin asla tamamlan(a)madığının göstergesidir. Bedenler, kendilerini zorunlu bir maddeselleşmeye sevk eden normlara hiçbir zaman tam olarak boyun eğmez. Dahası, yeniden-maddeselleşme [rematerialization] sürecinde düzenleyici yasanın uyguladığı kuvvet kendisine dönebilir. Bu da düzenleyici yasanın hegemonik gücünün sorgulanmasını beraberinde getiren yeni bir eklemlenme anlamına gelir. Tekrar eden söylemleriyle her türlü sabitleştirme ve normatif dayatma, tekrar eden karşıt-söylemlerle ve yeniden-anlamlandırmalarla [resignification] tersine çevrilebilir.[4] Dolayısıyla her yürlü kimliğin ve giderek normların sürekli saptırılması, normların yeniden-üretimine karşı direnişe çağıran, tekrarı bozan ve kesintiye uğratan yıkıcı politikayı inşa edebilmek, Butler'ın altını çizdiği gibi, “normalleşmek”ten daha kuvvetli bir amaç olarak serpilmekten, “meşru olmak için normalleşmenin gerekmediğinin” bilincinde olmaktan geçer. Üretilen ve yeniden-üretilen, yeniden-üretim sürecinde bazen krize giren, fakat ne olursa olsun iktidar ve tarihin vektörleri olarak toplumsal normlarda radikal bir dönüşüm özlemini güderken, Butler, yüksek sesle haykırmak, görünür olmak, açılmak ve ortaya çıkmak, saptırmak ve yerinden etmek gibi edimleri, ezcümle kamusal alanı dönüştürme çabasının kendisini bir radikal-demokratik özgürleşme politikasının esaslı adımları olarak sayıyordu.[5]

Fotoğraf: 1980’lerde Toronto Pride sırasında 

Bu noktayı düğümlemek üzere, son olarak sözü Beatriz Preciado'ya bırakalım:

Queer çokluğun bedeni [...] heteroseksüelliğin 'yersiz-yurtsuzlaşması'[dır]. Bu [süreç] 'normal' oluş sürecine direnmeyi zorunlu kılar… [Q]ueer çokluk, bedeni normalleştirme teknolojileri tarihini, bir yenilgi ya da bir tortu gibi, kendinde taşır ve bunu taşıdığı oranda da cinsel öznelliğin üretimine hizmet eden biyoteknolojik dispozitiflere çomak sokma olasılığına sahiptir. [...] Queer çokluk ne 'üçüncü cins'i ömnemser, ne de 'cinsiyetler-ötesi bir dünya'yı. Kendini, cinsiyete yönelik bilgi/iktidar disiplinlerini yeniden-kendine-mal-etmekte, 'normal' ve 'sapkın' bedenler üreten seksopolitikanın belirgin teknolojilerini saptırmakta ve onlara yeniden ifade kazandırmakta bulur. [Q]ueer çokluğun politikası ne doğal kimliklere (erkek/kadın) dayanır, ne pratiklerin bir tanımına (heteroseksüel/homoseksüel); fakat onları 'normal' ve 'anormal' olarak inşa eden rejimlere karşı çıkan bir bedenler çokluğuna yaslanır.”[6] 

Doğrudur ki AIDS krizinin kimlik, iktidar ve bilgi kategorileri üzerinde yarattığı çok-yönlü baskılar, öznelliklerin ve cinsel kimliklerin, sabit kimliklere meydan okuyan bir itirazla, radikal ve farklı bir şekilde nasıl yeniden betimleneceğine ve de yeniden yapılandırılacağına ilişkin tetikleyici bir forsmajör etkisi yaratmıştı. Larry Kramer da, krizin öğretici potansiyeline vurgu yapacaktı nitekim: “LGBT hareketinin, AIDS meselesinin yakıcılığı olmasaydı, bu kadar yol kat edemeyeceği ve böylesine sebat edemeyeceği gerçeği tartışma götürmez. Ama ölümle ve muhtemel yok oluşla bu denli yüz yüzeyken, başka hangi mesele olabilirdi ki bu?”  

Gerçekten de AIDS, seksenlerin muhafazakâr cinsel siyasâsına, cinsellikle ilgili korku ve öfke ile bezeli önyargılarla dolu bir siyasal rejime ilişkin ideal bir simge oldu.[7] Ancak ironik biçimde hastalık aynı zamanda, yenilenmiş, eğitimsel ve ilerici bir cinsel politikanın da simgesi olmuştur. Başlangıçta Kuzey Amerika’daki eşcinsel erkeklerin öncülük ettiği bu politika, Stonewall sonrasında çatışan ve ayrışan kimlikleri ve grupları bir araya getirerek yeni bir ortak mücadele alanı yarattı. Geyler, lezbiyenler, biseksüeller ve trans kimlikler, AIDS krizine karşı savaşmak üzere bir araya geldiler; bu koalisyonun içinden pek çok aktivist, “farklı bir topluluğu” tanımlamak üzere, geniş bir cinsel kimlik ve davranış çeşitliliği içeren queer kavramını kullanmaya başlayacaktı.[8] Yaygın kanıya göre, 1993'teki meşhur Washington yürüyüşü (Lezbiyen, Gey ve Biseksüellere Eşit Haklar ve Özgürlük İçin Washington'a Yürüyüş), AIDS krizinin LGBTQ politik gündemini dikte etmesinden kurtuluşun başlangıç fişeğini ateşlemişti. Diğer taraftan bu, sadece cinsel azınlıklarla, cinsel politikayla ilgili bir şey olmaktan çıkmış oldu. Batı tarihinde erkek eşcinselliğinin serüveninin dört ayrı devrimsel safhadan geçtiğini ve bunların dördünün de bir süreklilik çerçevesinde varlığını sürdürdüğünü saptayan Theodore Zeldin, AIDS’in sökün etmesiyle eşcinsellerin yeni ilişkilenme ve erotizm tarzlarına yöneldiğini yazıyordu: “Eşncinsellerle heteroseksüeller arasındaki dostluk, arzunun saldırganlıktan [dürtüsel şehvetten] sıyrılmasıyla, yeni ve önemli bir ilişki türü olarak ortaya çıkmaktaydı.”[9] Nitekim queer antropoloji üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Martin F. Manalansan da, bir “kesişimsellik” ufkuyla, AIDS meselesinin renklilerdeki, siyahlardaki, melez insanlardaki, göçmen/mülteci/sığınmacı cemaatlerdeki yankılarına ilişkin ferah bir kavrayış sunduğu metninde,[10] hastalığa ilişkin epidemiyolojik anlayıştaki radikal dönüşümün izlerini takip ederek şunu öne sürüyordu:

“İnsan seyahati ve hareketi hastalığın yayılmasında kritik vektörler olarak seçildi. Basit ve sorunsal olmasına rağmen, bu hastalığın 'hareketlilik' nosyonu cinsel ideolojiler, pratikler ve kimliklerin kapsam ve alanını geliştirmiş yeni bir araştırma için faydalı oldu. AIDS, hem kamusal sağlık çalışanları hem de akademik uzmanlar tarafından araştırma gündeminin dönüşümünde bir katalizör oldu. [...] Hastalık ve çeşitli cinsel azınlıklar etrafında örgütlenme, geyler, lezbiyenler, seks işçileri de dâhil olmak üzere, sadece göçün kültürel ve ırksal farklılıkları karıştırması fikrini vurgulamakla kalmadı; ancak aynı zamanda insanların dünya çapındaki hareketi ve kültürel, ekonomik ve politik kuramların küreselleşmesi de farklı cinsel ideolojiler ve ırksal farklılıkları da keskin bir şekilde rahatlatmış oldu. [...] Anlayıştaki bu kayma, yetmişlerin sonlarında ve erken doksanlardaki renkli ve üçüncü dünya feministlerin durumuyla yakından bağlantılı olabilir. Bu nedenle, cinsel yönelimin evrensel kategorilerinin popüler ve ana-akım bir kavrayışından ayrılmakla, erken seksenlerden doksanların ortasına kadar devam eden araştırmalarda nihaî olarak cinselliğin kültürel 'durumsallığının' savunusunu güçlü şekilde yapıldı. [Böylece] melezlik karşıtı yasalar ve göçmenlerin vatandaşlık mücadelesinden ayrı olarak, mülteciler ve iltica davaları eksenli araştırmalar, cinsellik literatürünün önemli bir parçası hâline geldi.”

Benzer şekilde, sağlık da bundan nasibini alacaktı. LGBTİ toplulukları özelinde sosyal hizmet branşında çalışmalar yürüten Tyler M. Argüello, bir makalesinde[11] queer teorinin, içinden serpilip geliştiği HIV/AIDS krizini nasıl da yapı-söküme uğrattığına değinirken, bunun, bütün bir sağlık hizmetleri açısından dönüştürücü potansiyeline de vurgu yapıyordu:

“[...] Bu nedenle, queer teori, riskten uzaklaşmayı men eder, klinik bakışı bizatihi sağlık bilimlerine ve onun uygulayıcı profesyonellerine doğrultur, onların söylemlerini ve elbette vatandaşlara sattığımız inceltilmiş güvenliği ifşâ eder. Queer teori, o hâlde, sağlık profesyonellerini ve disiplinlerini, tedavi ya da şifadan ziyade, enfeksiyonun bir parçası olarak, tam da risk merkezinde yeniden diriltir. Temel olarak, bu konumlanış, pratikte nasıl çalıştığımızı, hangi saiklerle kime hizmet ettiğimizi, tehlikeye atılanın gerçekte ne olduğunu sorar bize. Daha da önemlisi, bir queer analitiği, sağlık bilimlerini, kendisini zehirleyen ve sanki bir küresel salgında tüm 'riskli' ve 'pis' özneleri kendi türlerinden kurtardığına inandıran bütün o ayartıcı ve gizil anlatılardan özgürleştirerek kurtarır [decolonize]. Bu bağlamda, queer teorisi, bir eleştirel yönelimin yanı sıra, yaşamsal bir müdahâle olduğunu da ispat eder. ”
Gerçekten de, bütün bu dönüşümlerin kökeninde yatan tetikleyici bir motif olarak, AIDS’in dolaylı meyvelerinden biri olarak “queer/lenen akrabalık ve soydaşlık” [queer/ing kinship or filiation] meselesini önemsemek gerekir. Alternatif aile örgütlenmeleri, seçilmiş yakınlıklar, toplumsal aidiyet kodlarını esneten bir yaşam stratejisi olarak örgütlenmiş sivil akrabalıklar [queer intimate kinships], destek grupları [support/care groups] şeklinde bir silsiledir bu.[12] Verili statülere itiraz eden alternatif ortaklaşmalar ile iktidarın kapsama alanının ve ehlîleştirme mekanizmalarının dışına taşabilen bu tarz antagonistik konumlanmalar, bir bakıma Victor Turner'ın eşiksellik (liminality) veya karşı-yapı (communitas) kavramsallaştırmaları eşliğinde nefasetle okunası bir sosyolojik topos kurar.[13] Dahası, bizatihi “aşk” kavramına bakışımızı dönüştürme potansiyeli içerdiği için; tutku, bağlılık, dostluk, arzu, erdem, sevme sevinci, sonsuzluk ve sevgi, kısacası erosphilia ve agape üçlüsü çerçevesinde değerlendirilmeyi hak eder.

Harvey Milk

Hem Judith Butler hem de Douglas Crimp, AIDS dönemine tarihlenen eşcinsel melankolinin sesini, sonu gelmek bilmeyen genç erkek ölümlerinin yasını tutabilmek için gereken kolektif dili kaybetmesiyle ilişkilendiriyorlardı. Bu durum, melankoli ile aktivizm ikilisini tefekkür etmek için kaçınılmaz bir gereksinimi düşündürüyordu. Crimp, 1989'da yazdığı Mourning and Militancy başlıklı denemesini, yasın ve hüznün, militanca bir duygulanım olduğunu zikrederek sonlandırıyordu. Yas tutmayı yasaklamaya ve geylerin insanlık-dışılaştırılmasına yönelik onca çağdaş gayretin karşısında, militan hüzne doğrudan bir çağrıydı bu. Ne olursa olsu, çağdaş liberal demokrasilerde siyasal öznellik gibi oluşumlarına dair güçlü değinileriyle de bilinen siyaset bilimci Wendy Brown'ın “yaralı ilişiklikler” [wounded attachments] kavramı imdada çağrılırsa, bir toplumsal aidiyet ve kamusal içerilme olanağı olarak gey kimliğinin oluşumunda, söz konusu “kayıp(lar)” motifinin imzası yadsınamaz.[14] 

Beri yandan José Esteban Muñoz, söz konusu aktivizm projesinin komünal doğasına ışık tutuyordu. Tek tek bireysel kayıplardan ziyade, topluluk yönelimi çerçevesinde biçimlenen bir grup kavrayışına vurgu yaparken, komünal yasın, doğası gereği, okunmak için son derece karmaşık bir metin olduğunu; zira şu veya bu kayıp için değil, daha ziyade bir “bütün” olarak yas tutulduğunu söylüyordu: “Başka bir şekilde ifade edilirse, parçaların olumsal ve geçici bir koleksiyonu olarak, tam da o o parçaların kaybının deneyimini idrak ediyoruz.” Bir dizi ayrışmamış parça olarak, olumsal bir bütünlükte kavuşuluyordu ve tam da toplumsal tanınma, bu komünal kaybın suretinde edinilen bir şeydi. Muñoz, melankolinin, queerler için olduğu kadar renkli/siyah insanlar için de, bir patoloji değil ama gündelik varoluş ve hayatta kalım mücadelesinin tamamlayıcı bir cüzü olduğunda ısrarcıdır. Bu anlamda Freud'a şerh düşerek olumlayıcı politik potansiyellerini teslim edecektir. Ona göre melankoli bir yıkıcı güç, içinde diğer her şeyi masseden bir hâlet-i ruhiye değildir. Kendimizi yeniden ve başka biçimlerde kurmamıza yarayacak bir kolektif mekanizmadır aynı zamanda.[15] 

1980'lerin sonlarında uç veren ve dayanışmacı-özverili direngenliğin yıldızlı nişanelerinden biri olarak ACT UP oluşumları da, yaşamsallaştırdığı kolektif-komünal nosyon itibarıyla sivriliyordu.[16] Nitekim Donna Haraway, söz konusu dayanışma grubunda somutlaşan o yaratıcı örgütlülük tarzını şu şekilde tasvir edecektir:

ACT UP, birbirine hiç benzemeyen türden aktörler arasındaki türlü eklemlenmeden inşa edilmiş bir kolektiftir; bu aktörler arasında aktivistler, biyotıbbî makineler, devlet bürokrasisi, gey ve lezbiyen dünyaları, renkli ırktan kimselerin cemaatleri, bilimsel konferanslar, deneysel organizmalar, belediye başkanları, uluslararası enformasyon ve eylem ağları, prezervatifler ve diş izolasyon lastikleri/oral seks kondomları, bilgisayarlar, doktorlar, damardan uyuşturucu kullananlar, ilaç şirketleri, yayıncılar, virüs bileşenleri, danışmanlar, yaratıcı cinsel pratikler, dansçılar, medya teknolojileri, alışveriş kolektifleri, grafik sanatçıları, bilimciler, sevgililer, avukatlar ve daha pek çok başka şey yer alır. Ne var ki bu aktörlerin hepsi eşit değildir. ACT UP'ın canlı bir merkezi vardır; AIDS'in verdiği hasarla ve dünya genelinde sağlık koşullarının iyileştirilmesiyle ilişkileri, Amazon'un yerli halklarının orman yıkımıyla ve çevrecilikle olan ilişkilerine benzeyen AIDS'li kimseler oluşturur bu merkezi. Diğerlerinin eklemlenmesi gereken aktörlerdir bunlar. Bu eylem yapısı, vizyonumuzu 'doğayı kurtarma'ya ve özerk benlik denen o el değmemiş organik cennet bahçesinden yabancı istilâcıları defetmeye hapsetmek yerine, 'toplumsal doğa'mız olan heterojen yapay bedeni tahayyül etmeyi öğrendiğimizde vardığımız önemli bir sonuçtur...”[17]

Kendisiyle yapılmış bir mülâkatta[18] Douglas Crimp de, ACT UP'a katılmasının, onun AIDS kavrayışına olan etkisinin merak edildiği bir soruyu, şöyle yanıtlayacaktı:

ACT UP deneyimi, benim için her şeyi değiştirdi. Hepsinden öte, AIDS kişisel bir kriz olduğu kadar kamusal da olan bir meseleydi ve beni tam da duygusal bir çekimle yakaladı. Harekete dâhil olduğum sırada [1987 yaz aylarında], miting ve gösterilere düzenli olarak katılmam, AIDS'le bambaşka ilişkilenmeme sebep oluyordu. Alabildiğine farklı bir toplumsal art-alandan, yani sanat alanından (kısmen [1977'den 1990'a dek editörlüğünü yürütmüş isimlerden biri olarak] October dergisi deneyimi de buna dairdir) geliyor olsam bile, zamanla, şimdilerde 'kimlik siyaseti' olarak adlandırılan şeyin içine girmeye başladım. Teorik idmanımı, AIDS'e adanmış bir sayının hazırlanmasına taşımaya karar verdim. Meselelerin daha çok ayırdına varmaya başladım ve kültürel-kimliksel boyutların bunun yalnızca kısıtlı bir yanını oluşturduğunu kavradım. Bu aynı zamanda (çok daha fazla müdâhil olunması gereken) politik bir meseleydi. O nedenle de, akademik söylemin içinde olmayan, fakat aktivist mücadeleye göbeğinden angaje olan çok farklı perspektiflerden insanlarla hemhâl olmaya başladım. [...] ACT UP, yenileşimci ve yaratıcı bir aktivizm politikası yürütüyordu, çünkü geleneksel solcu unsurlarla arasında bir mesafe vardı.”

ACT UP'ın önde gelen simalarından Peter Staley'in, How to Survive a Plague [2012] filminin sonlarına doğru sarf ettiği cümleler, bu yönüyle, pekâlâ Nietzsche'yi yankılar ve bir kolektif özgürlük ütopyasına kulaç atar gibidir: “Yok olma ve imha tehdidi karşısında, öylece teslim olunmaması için, bilakis ayağa kalkmak ve tıpkı şimdiye dek hep yaptığımız gibi dövüşmek için, kendimizle ve birbirimizle ilgilenmek, dünyaya inanılması güç şekilde gösterdiğimiz o insanlık ve iyilik adına mücadele etmek için...”

 


[1] Randy Shilts, The Mayor of Castro Street: The Life and Times of Harvey Milk, New York: St. Martin's Griffin, 2008; s. 372.

[2] Annamarie Jagose de, AIDS salgınının muhalif hareketleri doğrudan etkileyen bir kurucu olay olarak değerlendiriyordu. 1980 sonu ile '90 başlarında queer siyasetin olgunlaşmasında en önemli politik uğrak olarak AIDS salgınının önemine sıklıkla işaret edildiğinden söz ediyordu; bkzQueer Teori: Bir Giriş, çev. A. Toprak, İstanbul: NotaBene, 2015/2017; s. 115-118. Bu meselenin kuruculuğuna ilişkin maddî bir detay da şu sayılabilir belki: 1993'ten bu yana senede dört sayı olarak yayımlanan GLQ: A Journal of Lesbian and Gay Studies dergisinin tam tamına 83 cildi içinde, içinde “AIDS” geçen metin sayısı 580 civarındadır. Ki bu, ortalama itibarıyla, dergide bugüne dek çıkan kabaca her iki ilâ üç metinden birinde AIDS/HIV ifadesinin zikredildiği anlamına gelir.

[3] BkzBela Bedenler, s. 320-321. Yahut bkz. 'Kritik Queer', çev. C. Çakırlar, Queer Tahayyül içinde, der. S. Yardımcı ve Ö. Güçlü, İstanbul: Sel, 2013; s. 121-148, s. 127.

[4] E. Çaylı Rahte, 'Butler'ın İddiası: Bedenin Yeniden-Maddeselleşmesi, Olumsallık ve Hegemonya', FelsefeYazın, 16. sayı ['Beden'], Nisan-Mayıs 2010; s. 22-29.

[5] 'Queer-Yoldaşlığı ve Savaş Karşıtı Siyaset', çev. E. Yılmaz, Anti-Homofobi Kitabı [II] içinde, haz. A. Erol ve N. Öztop, Ankara: Kaos GL, 2010; s. 19-28.

[6] 'Queer Çokluklar: 'Anormal'lerin Politikası İçin Notlar', çev. L. S. Darıcıoğlu, Queer Tahayyül içinde, der. S. Yardımcı ve Ö. Güçlü, İstanbul: Sel, 2013, 323-334; s. 327-330.

[7] Bkz. Lynne Segal, ‘AIDS Çağında Homofobi ve Kadın Düşmanlığı’, aynı eser, 1992; s. 202-210.

[8] H. Öğüt, aynı yer, 2012.

[9] İnsanlığın Mahrem Tarihi, 2010; s. 125-130.

[10] Martin F. Manalansan IV, ‘Queer Kesişmeler: Göç Çalışmalarında Cinsellik ve Toplumsal Cinsiyet’, çev. B. Yıldırım, KaosQueer+, sayı 4, 2016, 7-21; 9-11. Ekleyelim ki, eşcinsel hakları mücadelecisi eğitimci-şair ve yönetmen Marlon Riggs'in 1992 senesinde çektiği Non, Je Ne Regrette Rien [No Regret] belgeseli de, beş siyah erkek eşcinseli odağına alarak, onların deneyimledikleri ikili stigma üzerinden bir kesişimsellik ufku çiziyordu.

[11] 'Fetishizing the Health Sciences: Queer Theory as an Intervention', Journal of Gay & Lesbian Social Services, 28/3, 2016; s. 231-244.

[12] AIDS ve Reagan hükümetine olan atıflarıyla, bu konudaki en vurucu sinema yapımı, belki de Bill Sherwood'a ait olan Parting Glances (1986) filmidir. Filmde, PWA [People With AIDS] oluşumu özelinde kentsel uzamdaki (New York) queer yaşamına ilişkin bir panorama çizilir. Michael, Robert ve AIDS'e bağlı komplikasyonlardan ölmekte olan Nick'in oluşturduğu duygusal bir ménage à trois dolayımında, filmin ana çatışmasını karakterlerin akışkan ilişkileri oluştururken, AIDS'in her yerde var olması da, bu ilişkileri hassas bir yükümlülük, sorumluluk ve bakım/ilgi [caregiving] ağı çerçevesinde yeniden düzenlemektedir. Neticede bir aile-olmayan “aile”ye ilişkin müzakereler, yoldaşça bir adanmışlıkla yürütülmektedir. Filmde, aşk-dostluk geriliminde bakımın sorumluluğunu üstlenmek motifi, Tom Roach'un meşhur eserinde [Friendship as a Way of Life: Foucault, AIDS, and the Politics of Shared Estrangement, 2012] zikrettiği türden, eşzamanlı olarak (i) çift olma ve eşleniklik [conjugality] üzerinden özel ve yine (ii) dostane bir toplumsallık öbeği olarak komünal unsurları bünyesinde taşıyan bir-arada olma hâline yaraşırcasına resmediliyordu. 

[13] Turner'ın [1920-1983] açtığı olanaklı düşünsel patikada, rütbe ve statülerin gözden kaybolduğu hiyerarşi-dışı geçişler, deneyimler ve durumsallıklar söz konusudur. Bunlar sıklıkla mitlerle, sembollerle/simgelerle, imlerle/göstergelerle, ritüellerle, felsefî sistemlerle ve sanatsal üretimlerle (ama evvelâ bir temel birim olarak sembollerle) ilgili olup, genellikle çok şeyi imleyen, çok-sesli (multivocality) ve çok-anlamlı (polisemy veya significata) karakterdedir; her biri eşzamanlı olarak insanları başka psikobiyolojik seviyelere taşıma potansiyelindedir. Turner'ın esas olarak Ndembu ayinlerine (Zambiya) dayalı analizlerinde ortaya koyduğu şekliyle, eşiksellik, toplumsal yapının “yapısız”, hatta “anti-yapı” alanıdır. “Anti-yapı”nın ayinselleşmiş “kaos”u, “normal” kimlik ve rollerin tersyüz edilmesini getirir. Latince comitatus (yoldaşlık) teriminden türettiği communitas ise, eşiksellik evresindeki grubun “yapılanmamış ya da ya da ilksel biçimde yapılanmış ve göreli farklılaşmamış” cemaat hâlini betimlemektedir. Communitas, bir kökensel toplumsallığa, dışarıya açılmaya, dahası dışarıya maruz kalmaya, ödev ve sorumluluğu kapsayan bir mütekabiliyete, karşılıklı yükümlülüğe, kısacası kendiliğin başkası uğruna harcandığı bir armağan etme ilişkisine karşılık gelir. Bu, Roberto Esposito'nun görüşüne göre, her özneyi önceleyip kat eden, onların kendileriyle özdeşleşmelerine [self-identity] engel olan ve onları indirgenemez bir başkalığa açan şeydir.

[14] Brown, bu kavramla, psişik mağduriyetin veya sakatlık hâllerinin [states of injury], yani marjinalizasyon ve dışlama formlarının geç-modern liberal demokrasilerde ırksal, etnik ve toplumsal cinsiyet kategorilerine/kategorilerini hem eşlik hem de idame edeceğini, bunun da özgül olarak devlet hukuku ve söylemsel oluşumlarla ilişkili bir seyir izlediğini iddia ediyordu. BkzStates of Injury: Power and Freedom in Late Modernity, Princeton University Press, 1995; özellikle bkz. s. 52-76. Kimlik formasyonları, iktidarın disipliner ve liberal/yönetimsel modaliteleri olmasının yanında, siyasallaştırılmış kimliklerin üretiminin, güncel politik-kültürel ahvâlin koşulladığı tarihsel bir boyutu da vardır (s. 59). Liberalizmin evrensel “biz” kipi, tarihsel açıdan hegemonik grupların stratejik bir kurgusudur ve evrensel devlet topluluğu tarafından temsil edilir; bu temsiliyet, liberalizmin “ben” kipini toplumsal kılarken, aynı anda politik içeriğini boşaltır (s. 56 ve s. 64-65). 

[15] David L. Eng ve Shingee Han, 'A Dialogue on Racial Melancholia',  Loss: The Politics of Mourning içinde, ed. D. L. Eng ve D. Kazanjian, University of California Press, 2003, 343-371; s. 363-366. Ayrıca bkz. J. E. Muñoz, 'Photographies of Mourning...', Disidentifications: Queers of Color and the Performance of Politics içinde, University of Minnesota Press, 1999, 57-74; s. 73-74.

[16] Yaygın kanıya göre, ACT UP'ın tarihçesine (doğuşundan sönümlenişine) ilişkin en yetkin ve de en meşhur eser, Deborah B. Gould imzalıdır: Moving Politics: Emotion and Act Up's Fight Against AIDS, University of Chicago Press, 2009. Orada Gould, hareketin güzergâhını, “duygu” anahtar motifi üzerinden okumayı dener. Benzer şekilde, PWA hareketine ve onun yaşam eksenli bir “öz-güçlendirme” (self-empowerment) kavrayışına, neşeli birlikteliği inatla idame ettiren tutkusuna da dikkat çekilebilir. Bkz. M. Callan ve D. Turner, ‘People with AIDS: Öz-Güçlendirme Hareketinin Tarihi’, çev. A. Arıkan, Queer Temaşa içinde, der. L. S. Darıcıoğlu, İstanbul: Sel, 2016; s. 33-44. Bobby Campbell ve Michael Callen ikilisinin, bir grup AIDS’le yaşayan bireyin iradesiyle 1983’te kaleme aldıkları Denver İlkeleri, sağlık hizmeti profesyonellerine tavsiyelerden, AIDS’le yaşayanların haklarına uzanan farklı konularda ilkeler içeriyordu. 1985’te New York’ta kurulan PWA Koalisyonu da, söz konusu Denver İlkeleri sürecinden ilham almış, AIDS’le yaşayanlar için özbelirlenim talep eden bir örgüttür.

[17] ‘Ucubelerin Vaatleri: Uygunsuz/laşmış Ötekiler İçin Bir Yenilenme Politikası’, Başka Yer: Seçme Yazılar içinde, haz./çev. G. Pusar, İstanbul: Metis, 2010, 120-195; s. 184.

[18] T. Takemoto, 'The Melancholia of AIDS: Interview with Douglas Crimp', Art Journal ['Aesthetics and the Body Politic'], 62/4, 2003; s. 80-90.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: insan hakları, sağlık hakkı
nefret