31/01/2011 | Yazar: Erdal Partog

Sanat eserleri karşısında insanların en çok kullandığı kelimeler güzel ve çirkin ya da iyi ve kötü kelimeleridir.

Sanat eserleri karşısında insanların en çok kullandığı kelimeler güzel ve çirkin ya da iyi ve kötü kelimeleridir. Bir romanı okuduktan, bir müziği dinledikten, bir filmi izledikten ve bir heykeli gördükten sonra ilk yargı güzel ve çirkin ya da iyi ve kötü üzerine kurulur. Güzel ve çirkin ya da iyi ve kötü yargısı toplumların tarihsel arka planına ışık tuttuğu gibi kişilerin de tarihselliğine ışık tutar. Ancak bu tarihselliğin ne kadarı duygusal, ne kadarı duygusal akıl ve ne kadarı düşünsel akıl süreçlerini yansıtır bu konu oldukça tartışmalıdır.
 
İnsanlık tarihi bize insanların sanat eseri ve politika karşısındaki tutumunun duygusal ve duygusal akıl yargılarından ibaret olduğunu gösterir. Bunun için de insanların ağızlarından çıkan ilk yargı güzel ve çirkin olur. Çünkü güzel ve çirkin sanki somut tanımlı yargılarmış gibi düşünülüp devreye sokulur. Genellikle de toplumun çoğunluğunun da aynı değerleri savunması ister istemez o toplumun da düşünsel seviyesini gösterir. Bu anlamda sıradan vatandaşlar için güzel ve çirkin meselesi sanatta estetik, politikada ise etik bir düşünsel aklın üzerinden değil de duygusal aklın üzerinden okunur. Estetik ve etik değerlerin düşünsel aklın türevleri olduğu farkına bile varılmaz. Bu tavırlar ister istemez duygusallaştırılmış aklın gerilime açık siyasi yanını bize gösterir.
 
Güncel olaylar üzerinden biraz daha konuyu açmaya çalışırsak Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Kars’taki heykel için kullandığı ‘ucube’ ya da Ankara Büyük Şehir Belediye Başkanı Melik Gökçek’in bir heykel için kullandığı ‘böyle sanatın içine tüküreyim’ cümleleri reel politik duygusal aklın yargılarını bize anlatıyor. Kültürel belirlenimleri düşüncenin önüne koyarak sanat eserini ya da güncel olayları güzel ve çirkin ya da iyi ve kötü olarak tanımlamak insan çabasının sınırlandırıldığının bir gösterisi olarak okunur. Bu anlamda sanat ve siyaset algısının düşünsel insan aklının yaratıcı ve eleştirel yanını içermemesi ister istemez reel politikada gerilimlere ve çekişmelere neden olur.
 
Bir politikacının sanat eseri karşısındaki konumu ister istemez bize bu politikacıların siyaset felsefesindeki yerini gösterir. Bu anlamda bizim politikacılarımızın sanat eseri karşında estetik bir düşünsel akıldan uzak yargıları, özgürlük konusunda da bu politikacıların sınırlarının ne olduğunu açıkça ortaya koyar. 
 
AKP’nin özgürlükçü olduğunu söylemesi ile CHP’nin özgürlükçü olduğunu (CHP’den son zamanlarda hiç duymadım) söylemesi bu partilerin bulundukları tarihsel düşünsel birikimin nereye evirilemeyeceğini gösterir. Çünkü her iki siyasi parti de özgürlük zeminin duygusal aklın bir türevinden kaynaklandığına inanır. Çünkü muhafazakârlık duygusal aklın yargılarına sıkı sıkıya bağlanmayı gerektirir. Bu yargı iman üzerine kurulu bir yargıdır. Reel politik doğruların değişmezliği üzerine kurulan siyaset anlayışı ister istemez muhafazakâr liberal ve demokrat kimliği kendi için bir gerçeklik olarak konumlar. 
 
Türkiye siyasetinde duygusal akıl seviyesinde politika yürütenler maalesef özgürlükçü değil muhafazakâr çizgiye oturmuş partileridir. Bugün sol ve sağ arasındaki farkın kalmaması solun rasyonel duygusal akla iman etmesi ile sağın dine dayalı duygusal akla iman etmesinden kaynaklanır. Her iki siyasi yaklaşım da kendilerini duygusal aklın sınırları ile tarif eder, bu tarif üzerinden insanların yaşam biçimlerini reel politika üzerinden biçimlendirmeye çalışır.
 
Türkiye’de AKP duygusal akıl seviyesindeyken CHP ve MHP de duygusallaştırılmış akılın yargısı altında benzer bir kaderi paylaşır. Bu durum her üç partiyi de muhafazakâr kılar. Çünkü özgürlük meselesini savunmak düşünme seviyesinin birinci ve ikinci seviyesinde değil üçüncü seviyesinde gerçekleşir. Bu seviye ise düşünsel aklın özgürlük anlayışı ile mümkündür.
 
Üçüncü seviyeden reel politikayı ele almak ister istemez anlaşılmayı zorlaştırır ama bu üçüncü seviyeden düşünme biçimi özgürlük meselesinin temelindeki var olma çabasıdır. Birinci ve ikinci seviyede dile getirilen özgürlükler her zaman iktidarı besler. İktidarı aşmak yerine kendini iktidar olarak servis eder. Duygusal akıl siyaseti kendi engeline takılır kalır. Üçüncü seviyedeki siyasi yaklaşımlar ise iktidarı hep aşmayı, değişimi ve dönüşümü dile getirir.
 
Hegel’in ifade ettiği gibi bir çocuğun suda taş sektirmesi ve kendi çabası karşısında büyük bir haz duyması düşünsel aklın bir ürünüdür. Oysaki muhafazakârlar için taşı suda üç kere sektirmek bir geleneğe ya da kurala dönüşür ve düşünsel aklın yaratıcılığı baskılanmış olur.
 
Sanat da bireysel çabanın iktidar engeline takılmadan üretilebilecek bir özgürlük çabasıdır. Bu çaba reel politik alanda oldukça zor görünse de sanat alanında bireysel olduğu için daha özgürlükçüdür.
 
Sanatta bireye dayalı kendini aşma çabası ile siyasette toplumsal değerleri aşma çabası arasında paralellik her zaman vardır. Reel politika zemininde kendinizi aşarsanız ya da aşmaya niyetlenirseniz özgürlükçü olursunuz. Ancak kendi değerlerinize sıkı sıkı bağlı kalıp siyaset yapmaya çalışırsanız özgürlükçü değil duygusallık karşısında duygusal aklın özgürlüğünü sadece savunmuş olursunuz. Bunu da gerçek özgürlük gibi sunmak ancak duygusal akıla sahip bir siyaset anlayışının işi olabilir. Bu anlamda üçüncü aşamaya geçmek muhafazakâr değerlerden uzaklaşmak ile olur ki özgürlükçü olmakla muhafazakâr olmak yan yana gelemez.
 
Cehalete karşı duygusal akla dayanan bir dini savunan AKP ile rasyonelliği duygusal aklın üzerinden imana dönüştüren CHP ister istemez aynı düşünce seviyesinde buluşur. Ancak AKP’nin daha özgürlükçü görünmesi tamamen Türkiye’de çoğunluğu cehalet seviyesinden duygusal akıl seviyesine taşımasından başka bir şey değildir. Bu AKP’nin mucizesi değil akıl seviyelerinin reel politikaya sağladığı imkânlardır. Ancak bu imkânın bir sonraki adımında AKP’nin gerçek anlamda özgürlükçü bir siyaset anlayışını savunabileceğini söyleyemeyiz. 
 
Duygusal seviyede (cehalet seviyesi) sanatı yargılamak ile duygusal akıl seviyesinde sanatı yargılamak arasında özünde düşünsel bir fark olsa da bu farkın fark olduğunu anlamadan siyaset yapmanın insanlığı gerilimden ve çatışmadan uzak tutması oldukça zordur.
 
Bu nedenle sanat ve siyaset arasındaki çizgi yok denecek kadar ince bir çizgidir. Sanattan anlamamak siyasetten anlamamak anlamına gelir. Reel politikada duygusal aklın iktidarında başarılarının çok olduğunu düşünen politikacılar insanlık tarihinde pek de önemli yer edinemezler. Siyasetçilerin aksine başarının sahipleri hep değişimden ve dönüşümünden yana olan çalışanlardır. İnsanlığın mirası duygusal aklın iktidar dolu tarihsel mirası değil değişim ve dönüşümün öznesi çalışanların düşünsel mirasıdır.
 
Erdal Demirdağ / Gazeteci-Yazar
 

Etiketler: yaşam, siyaset
İstihdam