05/04/2011 | Yazar: Yavuz Cingöz

İnsanın kültürel varoluşunun en önemli yapıtaşlarından biri olan müzik, özellikle 20.

İnsanın kültürel varoluşunun en önemli yapıtaşlarından biri olan müzik, özellikle 20. yüzyıldan itibaren somut pratikleri ile gün yüzüne çıkan avangart çalışmalarla -başta Batı Sanat Müziği olmak üzere- pek çok popüler müzik türünde devrimlere imza attı; deneyler evresi olarak da literatüre geçen bu dönem, yeni bir politik alanın da kapısını aralamış oldu. John Cage'in efendisiz seslerin kaosuna atıfta bulunan 4:33'ünden Steve Reich'ın City Life'ına kadar pek çok deney, müziği yeniden tanımladı. Arnold Schönberg'in 12 ton müziği, notalar arası hiyerarşiyi kaldırma gayreti ile yeni bir döneme girildiğinin sinyallerini verirken, William Burroughs, sistemin ninnisi olan müziğin gürültüye dönüşmeden kurtarılamayacağını savunuyordu. Yıllar sonra John Zerzan'ın atonal üzerine geliştirdiği modern, sınıflı toplumla tonal müzik arasındaki ilişkiye dair yaptığı farklı bir okuma ile müziğin bir araç olarak gücü konusunda yeni bakış da edinilmiş oldu.
 
Popüler müzik, Tin Pan Alley dönemi ile birlikte inanılmaz bir ivme kazanınca, Adorno da buna sessiz kalamadı ve “Popüler Müzik Üzerine” isimli makalesini kaleme aldı. Tüm popüler müziklerin -caz dahil- nasıl kalıplaştığını, parçaların içindeki bölümlerin birbirlerinin yerini alabilecek ve anlaşılmayacak ölçüde de birbirinin yerini tuttuğunu anlatıyordu. Adorno'nun 1941 yılında yayınladığı bu makalesinde, üzerinde durduğu önemli yerlerden biri de sahte bireyselleşmeydi; dinler-kitlenin tüketimine sunulan parçaların, aslında onlar için önceden dinlenmiş, sindir(t)ilmiş ve aynılaştırmanın devamı adına birkaç makyaj farklılığıyla tekrar sunulmuş ürünler olarak gördüğü popüler müzik, ona göre kitle kültürünün inşasındaki en önemli bileşendi. Tüm bunların karşısına ciddi müzik dediği Batı Sanat Müziği'ni koyan Adorno, Vivaldi için söylenen, aynı konçertoyu 450 kez bestelemiştir sözünü es geçmiş olmalıydı.
 
İngiliz Kültürel Araştırmalar Merkezi'nin, Gramsci'nin hegemonya tanımından yola çıkarak yorumladıkları popüler müzik verileri, insan ile müzik arasındaki ilişkinin sanat ile açıklanamayacak, birçok disiplinin, araştırıp anlamaya çalışacakları kadar çok biriktirmiş bir pratik olduğunu gösterdi.
 
Soğuk savaş, Vietnam, Beat kuşağı derken, müzik protestoların vazgeçilmez aracı haline gelmiş ve cinsel özgürlük dalgasının da kalbine oturmuştu. Tüm dönemlerde heteronormatif öğelerin parsel parsel kapladığı ahlakçı yaklaşımlar özellikle Heavy Metal'de en belirgin halini almıştı. Guns'n Roses gibi kadın kıyafetleri giyip, ağır makyajla şovlar yapan, glam rock imajını benimsemiş gruplar maşist tavırlar sergilemeyi de ihmal etmiyorlardı. Şarkılarından konserlerine, eşcinsellere sövmeyi görev bilmiş Guns'n Roses'ın vokalisti Axl Rose, One in A Million isimli ırkçı ve homofobik parçasının günahını çıkarırcasına Freddie Mercury'nin anma konserinde Queen ile bir performans sergilemişti; üstelik sahneyi paylaştığı bir diğer isim de Elton John'ken... Heavy Metal'in öncüsü kabul edilen gruplardan biri olan Judas Priest'in vokalisti Rob Halford'un, 1998 yılında MTV'de eşcinsel olduğunu açıklamasının ardından birçok eski hayranı “half-man” sloganlarıyla yaşadıkları kızgınlık ve hayal kırıklığını haykırıyorlardı; çünkü çok sevdikleri ve ezbere söyledikleri A Touch of Evil bir kadına değil, bir erkeğe yazılmıştı.
 
Punk ise bir ütopyayı gerçekleştirmek için mücadele verirken sekteye uğrar gibi olsa da, popüler müzik içinde, gerek kendini sorgulayan yapısı gerekse de devinimi ile -kısacası doğası gereği- cinsiyetçiliğe karşı mücadelede başı çekmişti. Her ne kadar cinsiyetçi tutumların önüne geçmek zor, küfürleri engellemek ise neredeyse olanaksız olsa da, bazı fanzinler bu tarz grupları kıyasıya eleştirirken, konserlere cinsiyetçi oldukları için çıkarılmayan gruplar da oluyordu. Sistem ile her alanda burun buruna gelen ve çatışmaktan da çekinmeyen punkların bir kısmı, eşcinsellik söz konusu olduğunda sistemle ortaklaşabiliyordu. Eşcinsellik için, hiçbir koşulda meşrulaştırılamayacak bir ahlaksızlık olarak tarihe olduğu gibi akıllara da not düşülmüştü bir kere.
 
Ultra-Red'den Matmos'a uzanan kavramsal müzik, semiyolojinin işitsel donelerinin cinsiyetçilik, homofobi ve transfobi ile mücadele gibi alanlarda nasıl kullanılacağına dair örnekler sunarken Björk'ün de Vespertine albümü sırasında çalıştığı “feminist arpist” Zeena Parkins, yaptığı müziğin toplumsal cinsiyet ve iktidar ilişkilerine ilişkin çalışmalarda en iyi ifade aracı olduğunu savunuyordu.
 
Niceliksel değerlere göre daha az popüler olan bu isimler gibi, Washington DC'de ortaya çıkan bir punk akımı olan Riot Grrrls, punk'a anarko-feminist perspektiften yaklaşarak, hem LGBT'nin ve kadınların sesi, hem de punk içindeki pürüzlerin feminist törpüsü oluyordu. "Bu yaz, bir kız isyanı olacak" cümlesinin isim annesi olduğu, kadın kimliği üzerine yoğunlaşan üçüncü dalga feminist hareket içinde değerlendirilebilecek akım, Kurt Cobain'in de yakın dostu olan, Bikini Kill grubundan Kathleen Hanna'nın yazdığı manifesto ile 1990'ların başlarında seslerini en net biçimde duyurdu. Akıma mensup bir dizi grup, çıkardıkları fanzin, demo ve albümlerle kısa sürede ilgi görmeyi başardı. Queercore gruplarına da öncülük eden asi kzzzlar, queer punk'lar tarafından da oldukça ilgi görmüştü. 
 
Eşcinsel hareketin anaakıma eklemlenmiş olduğunu ve bu haliyle patriyarka için mücadelede yetersiz kalacağını öngören queer punk'lar, eşcinseller için yaratılan pembe pazarın içeriğine bakılacak olursa kapitalizmin de eşcinsellikten, sadece geyliği anladığını belirtiyor. LGBT hareketinin hak mücadelesinde lobiciliği tercih etmesi ise birçok queer punk'ın pejoratif yaklaşımlarına maruz kalıyor.
 
Riot Grrrls'ten önce de sonra da, patriyarkaya edecek düzinelerce lafı olan gruplardan biri olan Sonic Youth ise faaliyetlerine hiç ara vermedi. Müziğin sözler ile birleştiğinde ifade ettiklerinden ziyade salt sesin de bir araç olabileceğini, yazdıkları radikal liriklere, gerek gürültü, gerekse de atonal tınılarla oluşturdukları kompozisyonların nasıl eşlik edeceğinin sayısız örneğini sundu.
 
Punk'ın eklektik harmanı içinde yaratılan homojen dokunun bir parçası olan eşcinselliğin, akım içinde okunan kodlarına bakıldığında, punk kelimesi yerine “eşcinsel”in konulmasının oksimoron bir tamlama yaratmayacağını görebiliriz.
 
Milli marşlardan ilahilere, ninnilerden ağıtlara kadar genellikle sanat dışı anlamıyla, yaşamın hemen her alanında kulaklarımıza vuran müzik, sahibinin sesi olmakla kalmıyor, bu yolla sahiplenmeye de her daim kararlı görünüyor. Zaman zaman kıyafetlere kadar yansıyan müzik tarzları, sosyal bir ifadenin de kaynağı olabiliyor. Heteroseksizmin eleğinden geçmeyecek örgütlü ve büyük parçalarla, şekilleri farklı olduğundan dolayı elekten geç(e)meyecek tüm “farklılar” için alternatif mücadele alanlarını kullanmak, dolaylı da olsa, eylem adına yapılmış etkili bir pratik olarak değerlendiriliyor. Fanzin çoğaltmak için fotokopi makinesini icat eden Chester Carlson ve Riot Grrrls demolarını kaydetmek için fonografı tasarlayan Edison'ın buluşlarının öncülüğünde, aktif ve özgür bir mücadele alanı için tüm olanaklar sağlanmış görünüyor.

Yazıda bahsi geçen bir kaç müzisyen ve videoları:
http://www.youtube.com/watch?v=hUJagb7hL0E
http://www.youtube.com/watch?v=OY5_cwN1i74
http://www.youtube.com/watch?v=SlnAYeWWwt8
http://www.youtube.com/watch?v=sGW1tP8Hh6k
http://www.youtube.com/watch?v=PW-6FKFnHx8
http://www.youtube.com/watch?v=bfRD33vGy9s
http://www.youtube.com/watch?v=4z_ipRtcnqM



Etiketler: kültür sanat
İstihdam