21/02/2014 | Yazar: Karin Karakaşlı

Bireyliği yok sayılan, şu ya da bu gerekçe ile nesne konumuna getirilen kadın, her tür siyasi tartışma programı ve köşe yazısı savaşlarının baş konusu.

Başörtüsünden rahmine sürekli malzeme edilen, başörtülü kadına karşı şortlu kadının mağduriyeti gibi bir eşleştirmelere konu edilen kadınlar bu erk oyunlarından da o eril dilden de ikrah getirmiş durumda. Kadına kulak kesilin, bakışınızı bacağına, kalçasına, memesine değil bir kez de varlığına yöneltin. Ola ki, şaşırırsınız.
 
Kadın bedeni üzerinden en kaba, en eril söylemlerin üretildiği zamanlardan geçiyoruz. Bireyliği yok sayılan, şu ya da bu gerekçe ile nesne konumuna getirilen kadın, her tür siyasi tartışma programı ve köşe yazısı savaşlarının baş konusu. Son olarak Zehra Develioğlu’nun Gezi direnişi sırasında Kabataş’ta kalabalık bir grup tarafından saldırıya uğradığı iddiasına ilişkin tartışmalar, insanı orta yerinden çatlatacak düzeysizlikte.
 
Bu son tartışma, hoyratlık, kötücüllük ve siyasi kutuplaşma adına çok acıklı verilerle dolu ama herhalde en fecisi kadının, gıyabında bahsedilen bir konu başlığına dönüşmesi. O kadar ki uğruna nice mücadele verilen “Kadının beyanı esastır” ilkesi bile ucuz polemiklere, hınç dolu restleşmelere peşkeş çekilebiliyor. Ve tabii, kadın mücadelesi ısrar ve inatla yok sayılıyor.
 
Kabataş’ta tacize uğradığını beyan eden kadın o günden bugüne türlü siyasi dengelerin nesnesi kılındı. Zaten sorun da bu değil mi temelde? Erkin dilinde, sistemin çarkında kadın kendi sesi, varlığı kaale alınmayan, edilgen bir obje. Başbakan’ın “Benim başörtülü bacımı yerlerde sürüklediler” söylemleri manşetlere taşınırken de bugün ortaya çıkarılan kayıt görüntülerinde herhangi bir saldırı emaresine rastlanmaması üzerinden ilkenin kendisi hedefe oturtulurken de yapılan esas olarak aynı. Üstelik ardımızda bıraktığımız Gezi direnişinin kendisi cinsiyetçi ifade ve küfürlerden arınmış, mizah dolu ve doğrudan teması öngören yeni bir dil ve ilişkilenme biçimi ilham etmişken...
 
Bir kadının taciz ya da tecavüze uğradığını beyan etmesi, her tür tahakküm, aşağılanma karşısında bir mücadeleyi göze alışıdır. Erke karşı verilen savaşta, o en yalnızlaştırıcı anda bu ilke, toplum ve aile yapısı ile kanun sitemi daha en başından kadını sorgulamak ve hatta yargılamak üzerine kurulu bir düzende kadının ayağının altına zemin verir.
 
Biz halen boşandığı ya da ayrılma aşamasında olduğu eski koca ya da sevgilisi tarafından ya da aile meclisi kararıyla ’namus’ kisvesi halinde sokak ortasında öldürülen kadınların ülkesiyiz. Biz halen tecavüze uğradığında içtiği bira, üzerindeki kıyafet mazeret gösterilen kadınların ülkesiyiz. Üzerine titrenmesi gereken bir ilkenin bu denli kolay harcanabilmesi de o erk dilinin ve zihniyetinin etkisini kanıtlamaz mı sahi? 
 
Bugüne kadar hiçbir cinayet ya da tecavüz karşısında kılını kıpırdatmamış, aksine kadına kaç çocuk doğurması gerektiğini, neden doğum kontrol, sezaryen ve kürtajdan kaçınması gerektiğini en eril dille söylemekten çekinmemiş bir Başbakan, birden “Kadının beyanı esastır” ilkesini cansiperhane savunuyor diye, bir doğru heba mı edilecek? Taciz ve tecavüze uğrayan kadınlardan halen görüntü istenen bir mahkeme sisteminde bu ilke uğruna verilen koca mücadele yok mu sayılacak?
 
Burası rızadan, haksız tahrikten bahsedenlerin ülkesi. Aksini ispat erkeğin yükümlülüğündedir diyen, hüküm değil esas kabul edilen kadın beyanı, bu haliyle başka türlü bir hayatın ihtimali. Dolayısıyla pragmatizme, demagojiye, kaypaklıklara kurban edilemeyecek kadar kıymetli.
 
Her şeyin fazlasıyla kirletildiği, psikolojik savaş uğruna nice kirli oyuna tenezzül edildiği bir dönemde elbette bu görüntüler eğer beyan edilen sürenin tamamı ise, kadını yalanlıyor. Bu noktada ise öncelikle konuyu siyasi malzeme haline getiren iktidara, medyaya ve bizzat olayın ortasındaki kadına dönüp sorulacaklar var. Ama aynı aşağılayıcı, hedef gösterici dili kullanarak içi boşaltılmaya çalışılan ’kadının beyanı’ ile varılabilecek hiçbir hayırlı son yok. Daha fazla taciz, daha fazla tecavüz, daha fazla cinayet dışında...
 
Ataerkil ve heteronormatif düzeni üreten, aileyi ise ’genel ahlâk’ düsturuyla kutsayan yeni dönem muhafazakâr politikaların faşizme kadar uzanan tehlikeli bir yolculuğu var. Bu istikamet alternatif bütün hayat arayışlarına kapalı. Oysa hayatın hakikati bu değil. Feminist, LGBTİ hareket ve queer politika her bir koldan hakikati kapsayıcı kılacak yeni bir düzenin inşası için çaba veriyor.
 
Bu çaba bütün önyargılardan arınmayı, mağduriyetler hiyerarşisi yaratmadan, birbirinin üzerine basmadan, gettolara mahkûm olmadan yaşamayı öngörüyor. Yazın Kabataş’tan Gezi Parkı’na yapılan kadın yürüyüşü, kadına yönelik şiddete karşı ortak bir tepkiydi. Elbette o zaman da bütün siyasi hesaplar apaçıktı ama bunlara meze edilemeyecek bir ortak payda ağır bastı, birleştirdi. Tıpkı son Onur Yürüyüşü’nde bir araya gelen onbinlerce insanın LGBTİ haklarını kendi hayatlarının genişlemesi açısından da payda kabul edişleri gibi.
 
Başörtüsünden rahmine sürekli malzeme edilen, başörtülü kadına karşı şortlu kadının mağduriyeti gibi bir eşleştirmelere konu edilen kadınlar bu erk oyunlarından da o eril dilden de ikrah getirmiş durumda. Kadına kulak kesilin, bakışınızı bacağına, kalçasına, memesine değil bir kez de varlığına yöneltin. Ola ki, şaşırırsınız. (Agos)    

Etiketler: kadın
İstihdam