22/04/2010 | Yazar: Alper Görnüş

Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf&r

Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf’ın eşcinselliğin “hastalık” olduğu yönündeki beyanı, tepkilerinde İslami referansların önde olduğu bir dizi kuruluş tarafından sahiplenildi. Aralarında Mazlum-Der, İHH, Özgür-Der gibi, siyasi özgürlükler söz konusu olduğunda ayrımsız ve ilkeli bir özgürlükçü tutum sergileyen kuruluşların da bulunduğu grubun yayımladığı bildiri üzerine yazmak istedim bugün. Çünkü, kanımca bu bildiri, dindarlardaki “başkalarının günahıyla ilgili sorumluluk duygusu taşıma”nın bazı biçimlerinin varabileceği yeri işaret etmesi açısından dikkatli bir biçimde ele alınmayı hak eden bir içeriğe sahipti.
 
Bu “sorumluluk”  biçimi, dinden ve dindarlardan söz ettiğinde Ahmet Altan’ın da sık sık şikâyet ettiği bir tema... En son “Din ve cinsellik” başlıklı 11 Şubat 2010 tarihli köşesinde şöyle yazmıştı:
 
“(...) O zaman, kendi günahının bedelini ödemeye razı olan, kendi ‘günah işleme özgürlüğüne’ sahip çıkan, kendi hayat tarzını dindarların günahkârca bulduğu bir anlayış üzerine oturtanlar, ‘bu dindarlar bir gün hepimizin özel hayatına, yaşama biçimine, içkisine, cinselliğine karışmak isteyecek’ diye endişelenmez mi? Böyle kuşkular belirdiğinde, dindar olmayanlar, dindar olanlara güvenirler mi?” 
 
“Tebliğ”le kalsa fazla sorun yok ama...
Bildirinin iki ana teması  var. Bir: Eşcinselliğin mahiyetine ilişkin olarak imzacıların yaklaşımları... İki: İslam inancı nokta-i nazarından eşcinselliğe karşı takınılması gereken tutum...
 
Bildiri sahiplerinin “eşcinselliğin mahiyeti”ne ilişkin yaklaşımları (kabaca: “eşcinsellik hastalıktır”) kişisel bilgime, algıma ve vicdani kanaatime tamamen ters... Fakat onların bunu açıklamalarında ve hatta Bakan Kavaf’a açık destek vermelerinde ben hiçbir problem görmüyorum. Keza, meseleye inançlarının belirlediği çerçeveden bakıp, eşcinselliğin bir “günah” olduğunu açıklamaları için de “haklarıdır” diyorum.
 
Fakat “günah”a karşı takınılması gereken tutuma gelince (daha doğrusu “başkalarının günahı” karşısında kendilerini sorumlu hissedip tavır alınca) mesele birdenbire çetrefilleşiyor.
 
Benim “Faşizme kapı aralayabilecek bir dinsel sorumluluk algısı” dediğim şeyi bu bildirinin şu satırlarında görmek mümkün:
 
“Müslümanların –İslam barış ve müsamaha dini olmakla beraber her iki normun da sınırları vardır- ve diğer ilahi inanışlara sahip insanların, inanışlarına göre ayıp ve günah olana karşı durmaları çok normal ve sorumlulukları gereği olup bu sorumluluk sadece Müslüman toplumlar için değil tüm insanlık içindir. Bu nedenle ahlaki olmayanın ve günahın hukuki kural olmasına ve meşruiyet kazanmasına asla destek verilemez.”
 
Ne var bunda, diyebilirsiniz bana: İnanan birinin, kendisi için günah gördüğü bir edimden başkalarını da sakınmasında, başkalarına karşı da sorumluluk hissetmesinde ne gibi bir kötülük var? Davranışlarını, kendince doğru bildiği bir seküler ahlakla belirleyen bir “laik”in başkalarını da bu ahlak doğrultusunda etkilemeye çalışmasında bir sorun görmüyorsun da, neden inanan insanlar söz konusu olduğunda bu sorumluluk duygusu bir sorun haline geliveriyor?
 
Hemen cevaplayayım: Bu sorumluluğun dindara yüklediği görevin “tebliğ”den ibaret kalması durumunda bence de bir problem yok. Fakat biz biliyoruz ki, çoğu zaman bununla yetinilmiyor. Fırsatlar ve güç dengeleri elverdiğinde, devreye zorun ve zorbalığın girebildiğini, girdiğini biliyoruz. Bildirideki, “eşcinselliği yasaklayan” İslam ülkeleriyle ilgili şu onaylayıcı cümleler, en demokrat dindarların bile, “başkalarının günahı”ndan peydahladıkları sorumluluk duygusunun kendilerini nerelere kadar götürebileceğini gösterir nitelikte:
 
“Birçok İslam ülkesinde de ‘eşcinsellik’ yasal olarak yasaktır ve bu yasaktan amaç toplumun ve insan neslinin korunması ile bu anomalinin yaygınlaşmasının önüne geçilmesidir. Tarihte bu tür sapkınlıklar yaşayan topluluklar, ilahi kitaplara göre ‘çirkinlik ve kötülük üzere oldukları, saptıkları’ için azap görmüş ve helak edilmişlerdir.” 
 
“Ben bu şehrin imamıyım”
Vaziyet böyleyken, başkalarını  (da) günahtan ve kötülüklerden sakınma duygusuna sahip Müslüman bir bireyin yönetici mevkiine gelmesinin yol açacağı bireysel özgürlük problemlerini tahmin edebilirsiniz. Başbakan Tayyip Erdoğan, belediye başkanlığının hiç değilse başlangıç dönemlerinde böyle bir anlayışa sahipti ve ben bunu bizzat müşahede etmiştim. Aktüel dergisi için 2008’de kaleme aldığım Tayyip Erdoğan portresinde bu tecrübemi şöyle anlatmıştım:
 
“(...) Recep Tayyip Erdoğan’la bu ilk ve son karşılaşmamızı da anlatmalıyım size. (Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na seçilmesinin altıncı ayında –Aralık 1994- Kanal 7’de düzenlenen toplantıda, başkana soru soran gazeteciler arasında ben de vardım. –A.G.) Sorumu sormadan önce, meslektaşlarım adına bir özeleştiri yapmak istediğimi belirttim: Başkan seçilmesinin öncesinde ve sonrasında kendisine en fazla sorulan sorunun ‘Genelevi kapatacak mısınız?’ olmasından ve bunun da ‘laiklik ve yaşam tarzı’ hassasiyeti çerçevesinde dile getirilmesinden duyduğum rahatsızlığı dile getirdim. Çok memnun oldu. ‘Böyle gazetecilere canım feda’ falan dedi ama, sorumu sormamla birlikte hava birden değişti. O günlerde, Fransa’da yaşayan bir kadın ressamımızın sergisiyle ilgili bir tartışma vardı. Sergi için belediyenin bir mekânı kiralanmış, fakat kokteylde konuklara içki sunulmasına izin verilmemişti.
 
“Ben, çiçeği burnunda belediye başkanına, ‘kendi davetlerinde içki sunmama haklarına saygı gösterdiğimi, fakat sırf mekânın sahibi diye başkalarının davetinde kendini söz sahibi sayma tavrının tehlikeli bir özgürlük kısıtlaması olduğunu’ hatırlattım ve şöyle sordum: ‘Günah olduğuna inanıyorsunuz, peki neden insanları kendi günahlarıyla baş başa bırakmıyorsunuz?’
 
“Gelen cevap biraz ‘kan dondurucu’ türdendi: ‘Çünkü ben aynı zamanda bu şehrin imamıyım. İnsanların günah işlemesine engel olmak da görevlerim arasındadır.’ Bereket, ‘korku’dan başka tahlil araçları da olan bir insan ve bir gazeteciydim. Aksi takdirde bu feci cümleyi beynime nakşedip, ‘bunlar yakında hepimizi keser’ çizgisine gelmem işten bile değildi.” 
 
Derin ve değiştirilemez kökler mi var?
Meseleyi daha iyi anlatabilmek için verdiğim Tayyip Erdoğan örneğiyle ilgili söyleyeceklerimi burada kesersem, “imam”lık mevzuunda onun 16 yıl önceki pozisyonunu değiştirmediğini ima etmiş olurum. O nedenle bu faslı kapamadan belirteyim: Erdoğan hiç kuşkusuz başbakanı olduğu ülkede “içki içme günahı” işleyen yurttaş sayısının mümkün olduğu kadar az olmasını ister. Hatta mümkünse hiç içki içilmesin ister. Fakat bugün artık kendisini “ülkenin imamı” olarak görmediğini, “herkesin günahı kendi boynuna” noktasına geldiğini düşünüyorum.
 
Bildiriye dönerek ve derdimi özetleyerek bitiriyorum:
 
Müslümanların başkalarını “günah”tan sakınma konusunda yoğun bir enerjiye sahip oldukları ortada. İslam akidesinde bu sonuca yol açan derin ve değiştirilemez köklerin olmadığını, dolayısıyla faşizan eğilimlere kapı aralayan bu enerjinin kırılabileceğini ummak istiyorum.
 
Bu konuları  tartışacak bilgiye vâkıf değilim, dolayısıyla elimden temennide bulunmaktan başka bir şey gelmiyor.
 
Dindar aydınların bu çerçevede yürütecekleri bir tartışmanın, geleneksel İslam’da mündemiç bazı otomatik baskı mekanizmalarının gevşetilmesi hususunda çok kıymetli bir rol oynayabileceğine inanıyorum.
alpergormus@gmail.com


Etiketler: yaşam, din/inanç
nefret