09/10/2007 | Yazar: Kaos GL

Hande Öğüt'ün eleştirmen olarak ayırt edici özelliği, çokboyutlu kavrayışı içinde, edebiyata feminist açıdan bakmak konusunda da esaslı bir atılım içinde olması.

Hande Öğüt'ün eleştirmen olarak ayırt edici özelliği, çokboyutlu kavrayışı içinde, edebiyata feminist açıdan bakmak konusunda da esaslı bir atılım içinde olması. Hataları, sevapları ve iç tartışmalarıyla feminist eleştiri, cinsiyetçilik karşısındaki başlıca düşünme kanallarından biri. Öğüt'ün bazen feminist eleştiri odağında, bazen de edebiyat odağında karar kıldığı görülüyor. Bu ikisinin birleştiği noktada ise son derece parlak edebiyat eleştirisi örnekleri koyuyor önümüze. Necmiye Alpay, Öğüt’le konuştu.

Hande Öğüt de A. Ömer Türkeş gibi kendi kitabını yayıma hazırlamak için vakit ayıramayan, üretken bir yazar. Radikal Kitap'ın yanı sıra, Eşik Cini, Mesele ve Varlık başta olmak üzere çeşitli dergilerden izliyoruz onu. Öğüt'ün eleştirmen olarak ayırt edici özelliği, çokboyutlu kavrayışı içinde, edebiyata feminist açıdan bakmak konusunda da esaslı bir atılım içinde olması. Hataları, sevapları ve iç tartışmalarıyla feminist eleştiri, cinsiyetçilik karşısındaki başlıca düşünme kanallarından biri. Öğüt'ün bazen feminist eleştiri odağında, bazen de edebiyat odağında karar kıldığı görülüyor. Bu ikisinin birleştiği noktada ise son derece parlak edebiyat eleştirisi örnekleri koyuyor önümüze. Sonuçta Öğüt de topluma bakışla edebiyata bakış arasında gidip gelen ve dünya düşüncesinden alabileceklerini alan eleştirmenlerden.

Hande Öğüt bu arada Türkçeyi olduğu kadar, dünyanın ortak kültür dilini de serbestçe kullanıyor: "Prolepsis, analepsis ve olay örgüsü ile zaman örgüsü uyuşmaz, anakronik biçimde ilerler anlatı" vb. Sözlük eskitmeyi seven her okura Öğüt'ün kalıcı katkıları olacaktır, çünkü bu dil serbestliği onda özentinin değil, okuma yazma, merak ve ürün bolluğunun sonucu. Yakın zamanlara kadar "içkin" demek istediği yerde "içrek" demiş olduğuna dikkat etmek, ama takılmamak gerekiyor; bu türden çok fazla hatası yok aslında. Bana kalırsa Hande Öğüt'ün yazarlığında öne çıkan, getirdiği kavram bereketi ve ufuk genişliğidir. İslim arkadan geliyor.

İlk soru: Eleştiri nedir sence?

Eleştiri... Öncelikle şunu söyleyeyim, kendimi eleştirmen olarak hissetmiyorum (sonundaki "- men" takısı dahi itici geliyor hatta), birtakım metinler, denemeler yazıyorum, çözümlemeler yapıyorum, tanıtım yazıları yazıyorum. Radikal Kitap yayımlanmaya başladığı sıralar, Liz Jensen'in Yumurta Dansı'nı okuyordum. Küreselleşme, genetik devrim, kürtaj, feminizm, delilik ve biyopolitikalardan söz eden bir romandı ve ilgi alanlarımdan çoğunu karşılıyordu. Bunun üzerine, kitabı anlatan değil de -çünkü kitabı okumayı okurlara bırakıyorum-, kitaptan kısaca bahseden ve mesele ettiği kavramların izinden giden bir yazı yazmakla bu "işe" başladım. Radikal Kitap'ın eski editörü feminist Ümran Kartal ile birbirimizi karşılıklı "kışkırtarak" fikir alışverişlerinde bulunduk ve ilgimi çeken kitaplar üzerine yazmaya devam ettim. Eleştiri mi bunlar, bilemiyorum, tabii bu, okurun değerlendireceği bir şey. Ama, eleştiriyi bir kalıp ya da tanımın içine yerleştiremiyor, bunu tercih de etmiyorum pek. Mesela yıllar önce öykü yazarken, yeniden yazım üzerine çok düşünmüştüm. Hayli Borges, Calvino, Queneau, Fowles okuması yapmıştım. Margaret Atwood'un 'Bir Zamanlar...' adlı bir öyküsünü okumuştum yine o sıra. "Bir zamanlar ormanda bir evde, kötü kalpli üvey annesiyle yaşayan, iyi olduğu kadar da güzel, yoksul bir kız vardı" şeklinde başlıyordu metin ve onlarca masalın yanı sıra pek çok melodramdan, romanstan farksız, iyinin, güzelin, masumun kutsandığı, ötekinin karalandığı bir metin, bir yeniden yazımdı. Masalın verilerine karşı, yazarın soruları ve değillemeleriyle ilerliyordu; meşru bir kabul dünyasının içindeki örtük cinsiyetçiliği, sınıfsallığı, ırkçılığı sorgulayan bu metin bir masal değil, bir eleştiriydi bence.

Neden masal değildi? Çünkü çok mu akıl karışıyordu işin içine?

Evet, akıl biraz fazla karışıyor, edebi hazzı eksilten didaktik tonlama giderek ağır basıyordu. Çağını eleştiren ve bunu tüm zamanlar için geçerli kılabilen, muradını anlamamız için o masalı okumuş olmayı değil de masalın konumlandığı dünyayı anlamamızı gerektiren bir makale, belki de bir röportaj...

Arada bir tür olmuş.

Belki eleştiri de arada bir tür; yani kendi yazdığım metinlerde durumun böyle olduğunu düşünüyorum. Metinlerarasılıktan, disiplinlerarasılıktan yararlanan, bazen birkaç kavram üzerinden, bazen tematik ve poetik kurgudan yola çıkan yazılar bunlar. Çevreci eleştiriden, sosyalist eleştiriden, anarşist eleştiriden de faydalanan ve kavramların bende uyandırdığı çağrışımlar-tabii ki metinden de kopmadan-, üzerine yazılar... Meraklı bir dedektif gibi metinlerin peşi sıra gitmek, parçadan bütüne ulaşmak beni çok mutlu ediyor, kitapların evreninde, onlarla konuşmak, yazarın söylemi üzerine söylem geliştirmek başlı başına bir şölen... Metnin ürettiği anlamı çözebilmek, kurmacayı yeniden üretmek, yaratmak, belki de örnek bir okur olmak eleştirmenlik. Kitabı, yazarı algılarken, onun gizlediği bir kavramı, leitmotif'i, imgeyi yakaladığımda yepyeni bir şey keşfetmişim gibi çok mutlu oluyorum ve göstergelerin peşi sıra sürükleniyorum. Hani Beckett'ın meşhur bir lafı vardır ya; ilk sahnede duvarda asılı bir silah varsa son sahnede mutlaka patlar.

Beckett'ın mı, Çehov'un mu, tartışılır...

Evet, Beckett da derler, Çehov da derler, ben de bulamadım esas menşei... Önemli olan bana verdiği yöntem. Dediğim gibi kurmacayı peşinden sürükleyeceğim bir obje, bir kavram mutlaka oluyor; bir silah da olabilir, bir doğum, kör bir adam ya da bir karga... Anahtar imgeye, yazarın sezdirdiği diğer kavramlar, metaforlar eklendiğinde, üst üste yığılanlar dizge haline geliyor ve yazarın ikonografisi çözülüyor. Mesela Gilbert Adair'in resim sanatının çok içinden kurguladığı iki romanı, bu tür bir okumayla müthiş zevkli hale gelmişti. Kapalı Kitap'ta, Holbein'in "Elçiler" tablosundan söz ediyordu; bu bir veriydi örnek okura. Çünkü Holbein'in bu tablosunun en büyük özelliği, iki adamın ortasında bulunan, ilk bakışta ne olduğu anlaşılmayan bozulmuş, çarpıtılmış, ölümü simgeleyen bir kurukafa figürüdür. Fizikötesi bir anlam teşkil eden kurukafa, yani anamorfoz, ölümün ta kendisi olduğu gibi, metni çözümlememi de kolaylaştıran bir metafordu. Adair yine, Kulenin Anahtarı'nı La Tour'un kayıp bir tablosu üzerine inşa etmişti, ama La Tour'un böyle bir tablosu yok, bu bir oyun! Romanlarını örnek bir okura yazıyor Adair; onu algılayabilmek için resim sanatıyla ilgilenmek gerekiyor; kanımca Orhan Pamuk'u "anlayabilmek" için de metafizikle... Kimi yazarlar, Eco'nun tabiriyle, örnek okur olmamızı talep eder.

Senin de yazarken aklında örnek bir okur oluyor mu? Yoksa daha mı özgür hissediyorsun kendini? Yani, okuru gözettiğini hissediyor musun yazarken?

Okur diye tanımladığımız ucu bucağı belli olmayan sonsuz bir kitle var. Çok farklı kesimlerden insanların da yazılarımı okuduğunu biliyorum. Hapishaneden ya da Almanya'daki işçilerden de mektuplar geliyor, eşcinsellerden de... Ancak ilginç bir şekilde ben daha çok kadın yazarlar, kadın edebiyatı ve feminizm üzerine okumalar yazmalar yapmama rağmen okurlarımın, en azından bana ulaşanların çoğu erkek. Erkek okuru da çok fazla gözettiğimi söyleyemeyeceğim açıkçası!

Okuru gözetiyor musun derken şunu demek istiyorum: Hani, öğretici, daha ortalama okuru gözeten bir yazma tarzı vardır ya, seninki öyle değil, daha denemesel diyebileceğimiz bir yazı. O açıdan bana senin yazıların sanki örnek okura, senin örnek okuruna -ideal okuruna daha doğrusu; örnekten çok belki ideal demek daha doğru- ideal okura yazılmış gibi geliyor, o anlamda bir özgürlük duygusu alınıyor.

Feminist eleştiri içinden okuyup yazdığım için ideal bir okuru gereksiniyorum doğru. Bu anlamda cinsiyet ile edebi biçem arasındaki etkileşimin sistematik açıklamasını yaparak iktidar ve cinsel ayrımlarla ilgili genel sorunları içeren dil konusundaki meseleleri önemseyen bir okur hayaliyle yazdığım için söylediğin anlamda bir özgürlük hissediyorum. Okurlardan gelen tepkilere baktığımda, iyi- kötü yazdığımı, zor- anlaşılmaz yazdığımı ya da düşüncelerini değiştirmeme neden olan yazılar yazdığımı, ama, bir tek kusurumun olduğunu, "çok fazla feminist" olduğumu söylüyorlar. Yani az feminizm, çok feminizm, tartışmıyorum bile burada ama elbette "öyle" yazıyorum çünkü ben bir feministim.

Bunlar hep erkek okurlar mı?

Genellikle. Bir de erkekleşmiş kadınlar var; cinsellik, cinsel yönelişler, toplumsal cinsiyet vurgulu yazılarımdan sıkılıp okumaktan vazgeçen kadınlar... Ama bunlar beni çok fazla etkilemiyor.

Bu, cinsellikle toplumsal cinsiyet arasındaki mesele gerçekten önemli. Bir tür suçlama sözü olarak da gelebiliyor, cinsellikle fazla ilgilenildiği zaman sanki toplumdaki diğer haksızlıkları unutturma görevini yerine getiriyormuşsunuz gibi, cinsellik tuzaklardan biriymiş gibi; oysa cinsellik hayatımıza bir şekilde fazla sokulmuyor mu sorusunu sormak lazım. Gerçek cinselliğin -ki bence senin yazılarında ele alınan şey odur; gerçekten yaşanan, gerçeklikteki cinsellik- bunun sorgulanmadığı bir ortamda tam da o suçlama yöneltilen olaya yer açılmış olmuyor mu?

Evet, çok haklısın. Cinsellik bir tuzak gibi dedin; gibi değil, bir tuzak. Tam da, iktidarın üzerimizde kurduğu büyük hegemoni; din kadar cinselliğin de bir afyon olduğunu düşünüyorum. Ama bu hegemonya ve disipline etme hep kadınlar üzerinden işliyor. Kişiler arası yaşanacak doğal bir şey olmaktan çıkarılmış bir tür cinsellik, hem kadın için büyük tabu, hem de kadını aşağılamak üzere kurulu bir mekanizma.

Dolayısıyla, sahte cinsellik, aslında.

Tam da öyle... Sanki sadece, regl gibi kadına özgü bir şeymiş, bu da yasaklanmalıymış gibi cinsellik bir şekilde örtülerek, doğasından saptırılarak sahteleştirilmeye çalışılıyor. Oysa Sade'ın, Bataille'ın kitaplarında cinselliğin ne denli kendiliğinden ve doğal yaşandığını, kendine özgü bir dili olduğunu görebiliyorum. Ne tabulaşıyor, ne estetize ve mistifiye ediliyor. Cinselliğin neyi tahrik ettiğine değil, neyi temsil ettiğine de bakmak lazım sanırım.

Bastırılmış cinsellik meselesi.

Bunca bastırılan cinselliğin argümanlarından ancak eril dil hoyratça, fütursuzca faydalanabiliyor. Sözde tabuları yıkan metinler yazılıyor ama kadın cinselliği estetize ediliyor, yapaylaştırılıyor, organları parçalara ayrılıyor. Kadın kendi cinselliğini yazmaya kalktığındaysa bastırılmış toplumsal mekanizmalar açığa çıkıyor hemen. Oysa bu tam da kadının yıllar yılı bastırılmış histerik dili...

Sen daha çok feminist bakış açısında yoğunlaştın ve bu önemli bir boşluğu dolduruyor. Bu konudaki konumunu nasıl hissediyorsun, biraz açar mısın? Bir taraftan altyapısı olmayan, öncesi olmayan bir çalışma. Hiç olmayan demeyelim aslında, bazı ilk adımlar var tabii ki. Fakat bu sürekli ve sistemli bir biçim almış değil.

Üzerinde uzun uzun konuşulacak, çok kapsamlı birkaç soru bu sorduğun... Kısa süre önce eleştirmenleri eleştirmek temalı bir çalışma için Türkiye'de feminist edebiyat eleştirisi yapan eleştirmenler üzerine düşündüm. Özellikle Jale Parla, Sibel Irzık, Hülya Adak, Nurdan Gürbilek, Fatmagül Berktay, Aksu Bora gibi isimler geldi aklıma ilk olarak... Feminist okumalar yapan akademisyen ve eleştirmenlerdi bunlar. Ama tam da feminist edebiyat eleştirisi yapan bir isim bulamadım.

Yani "feminist yazı"yla "edebiyat eleştirisi" gibi iki ayrı adlandırmaya gelmiş dayanmış olduk değil mi?

Evet. Yani ikisini bir araya getirmeye, iç içe sokmaya çalışıyorum ben. Feminist yazı, kuram ve edebiyat eleştirisini. Şimdi bir başka teori kurcalıyor kafamı: Q Teori ve "transgender" kuramı. Klasik feminizmi radikal biçimde dönüştüren bir oluşum bu. Cinsiyetli varoluşu kavramsal olarak düşünmek açısından hayli önemli.

"Transgender": Toplumsal cinsiyetin... ne diye çeviriyorsun Türkçeye?

Toplumsal cinsiyet kadar biyolojik cinsiyetin de verili olduğu tezi üzerinden cinsiyetlendirmeyi ortadan kaldıran ve cinsiyetli kimlikleri sorgulayan bir oluşum. Dilimize "garip", "tuhaf" şeklinde, en kaba tabiriyle çevirebiliriz. Öncüsü, Judith Butler, ontolojik, ayrıksı, iktidar ve tarih dışı bir cinsiyet kategorisi ve iktidar ilişkilerinden bağımsız bir cinsellik olamayacağı için cinsiyetlerin ikiliği kabulüne dayanan cinsiyet farklılığı olgusuna karşı çıkıyor. (Bu anlamda yine toplumsal cinsiyet ve beden politikaları üzerine Zeynep Sayın ile Zeynep Direk'in önemli olduğunu düşünüyorum.) Çoklu, çelişkili, parçalı, tutarsız, istikrarsız ve akışkan kimlikleri savunan bir teori. Bu teori üzerinden bir Selim İleri okuması yapmaya çalıştım, Eşik Cini'nin 11. sayısında yayımlanacak. Bambaşka perspektifler açıldı önüme. İleri'nin romanlarında kadınlık ve erkeklik kavramları geçişimliydi, cinsel transfer söz konusuydu ve anlaşılırlığın sınırlarındaki bu kahramanların tavırlarında aşırı bir taklit vardı. Selim İleri'yi neden Q Teori içinden okumayalım? Ahmet Oktay ve Füsun Akatlı'nın çok değerli eleştirilerine tümüyle katılıyorum. Sadece onlara -çift kişiliklilik, şizofreni ve parçalanmış kişilik- ek olarak, kimi yazarları "queer" kavramı içinden de okumak gerektiğine inanıyorum. Zira İleri'nin kahramanları, heteroseksüalite ya da homoseksüalite gibi genel kategoriler, düalist ayrımlar içine hapsedilemez denli karmaşık, muğlak, melezler. Dolayısıyla toplumsal cinsiyetin ortadan kaldırılması için yepyeni imkânlar, açılımlar sağlıyorlar.

Çok katılıyorum. Feminist bakış açısı sözünden başka başka şeyler anlaşılabiliyor.

Feminist bakış açısı birbirinden farklı ayrımlara tâbi; sosyalist feminizm, ekolojik feminizm, anarko-feminizm, yapısökümcü feminizm... Ben bütün bu disiplinlerden yararlanıyorum. Çünkü tümü de hiçbir edebi yaklaşımın metodolojisine dahil etmediği bir analitik araç getiriyor, kültürel olarak belirlenen cinsiyeti sorunsallaştırıyor. Cinsiyetlendirilmiş okumalar ırk, cinsiyet ve başka farklılıklar konusunda bir perspektif sunuyor bana. Feminist analizle toplumsal cinsiyetlerin sorgulanışı kadar, şiddetin ev içindeki şiddetten askeri şiddete ve devlet şiddetine dek nasıl uzandığını da gösteriyor. Marksist eleştiriye çok yatkın değilim, ama Marksist feminist bakış açısıyla okuduğum metinler de oluyor; İnci Aral'ın son romanı Safran Sarı'daki fahişelik kavramı üzerine yazarken mesela. Çünkü fahişelik cinsellikten çok öte, sınıfsal açıdan önem ve olumlu bir anlam taşıyor benim için. Bunun bir imkân yaratabileceğini düşünebilirim; ki son yıllarda sürtüklük, kaltaklık ve fahişeliği olumlayan pek çok kitap yayımlandı. Bunlara katılıyorum ama yine bu kavrama sınıfsal ve ekonomik eşitsizlik açısından yaklaşmak doğru geliyor bana. Dolayısıyla Marksist feminizm kuramından yararlanıyorum. Belki bir toplam, bir 'pastiş' ortaya koyuyorum yazılarımda.

Ben ona 'pastiş'ten çok 'çokboyutlu bakış' demek istiyorum. Veyahut benden önce pek çok insan "çoğul disiplinler" ya da "çokdisiplinlilik, disiplinler arası çalışma" gibi sıfatlar takmış bu tür bakışlara. Şimdi: Diyelim bir Selim İleri yazısı yazarken, sana göre, neyi yakalarsan edebiyatı yakalamış oluyorsun, neyi yakalarsan orada toplumsal cinsiyet göstergeleri aramış ve bulmuş oluyorsun? Yani edebiyatın ayırt edici yanları senin için ne, var mı böyle bir şey yahut da...

Selim İleri üzerinden cevap vereyim ben de en iyisi... Yarın Yapayalnız'ı okurken, bir üstkurmaca olmasından kaynaklanan, yazar, anlatıcı, kahraman arasında kurulan dengeden, gerçeklikten müthiş keyif almıştım. Roman kişilerinin kurulma biçimi hem toplumsal cinsiyete hem cinsel pratik kabullerine aykırı, ama kurulma biçimi romanın kendi içinde ve kendi diğer kahramanlarıyla olan ilişkileri ve kendi iç dengesinde bana samimi gözüküyorsa ona edebiyat diyorum ben.

Söyleşi: Necmiye Alpay


Etiketler: kadın
İstihdam