03/01/2014 | Yazar: Cem Pekdoğru

Nihayet birileri ortaokuldaki matematik derslerini hatırlamış ve milyon tane oyuncunun gelip geçtiği bu lig içerisinde en azından birkaç tane geyin barındığını işaret eden hesabı yapabilmişti.

Sporda 2013’ün en büyük vaatlerinden biri, Jason Collins’ten gelen telgrafla açıldı.
 
Gece gelen telgraf
Dört cümleden ibaretti:

“34 yaşındayım. NBA’de oynuyorum. Siyahım. Ve geyim.”

İmza yok. 
Bu dört cümle bile çok.1
 
29 Nisan gecesi geldi telgraf. Bir süredir bir grup NFL oyuncusunun ortak bir bildiri yayınlayarak açılacağı haberleri dolaşımdaydı. Jason Collins’in bu işi meslek olarak yapanları dahi imrendirecek bir üslupla yazdığı yazı, Sports Illustrated’ın sitesinde göründüğünde beraberinde getirdiği bir ‘şok’ duygusu değildi. Ne olduğunu tarif etmek zor. Hayatımıza Twitter ve diğerleri girdiğinden beri daha sık deneyimlediğimiz, fark ettirmeden gerçekliğimizin bir boyutuna dönüşen bir tür kaygı da vardı muhteviyatında. Beraberinde yeniden ısınıp harekete geçmeyi bekleyen bir savunma mekanizması. Dakikalar saate dönmüştü, Amerikalılar iyi bir sınav vermişe benziyordu. Endüstrinin vokal liderleri Collins’in cesaretine alkış tutmakta tereddüt etmemişti. Kobe Bryant yeni olduğu bu sosyal medya oyununda, ilk kez doğru zamanda doğru yerdeydi. Kısa zamanda haberin yankıları spor dünyasını da aşacak, en güçlü desteklerden birini Bill Clinton verecekti. Kızının Stanford yıllarından yakın arkadaşıydı Jason, bu sayede ön koltuklardan birini kapabilmişti. Sonradan öğrendiğimize göre, aynı dakikalarda Barack Obama telefona sarılacak ve kabaca ‘bir ihtiyacın olursa çekinmeden söyle’ diyecekti.
 
Collins mektubunda bunu 2003’te değil de 2013’te yapıyor olduğu için ne kadar şanslı hissettiğini vurgulamıştı ve Amerikan toplumu gerçekten de böyle merkezi bir sosyal meselede yanlış algıları yerle yeksan edip yenilerinin inşasına başlamak için uzun yıllara gerek olmadığını bir kez daha göstermek için bulduğu fırsatı elden kaçırmamaya niyetliydi. Ne var ki Türkiye medyası olay yerine intikal etmişti ve o pek değerli ‘alternatif’ etiketine mazhar gördüklerimiz bile tartışmalı kelimelere başvuruyor, üç satırlık bir alanda kendilerine saklanacak bir yer açmak için debeleniyorlardı. Sonuçta ortada kutlanacak bir şey yoktu, dış kaynaklardaki heyecanı anlamlandıramıyorlardı. Son bir saat içinde gerçekliğin çok rafine bir halini tecrübe ettiğimizi anlamıştık, şimdi ilk saçmalayanın kim olacağını merak ediyorduk hep birlikte. Haberi erken almanın avantajıyla Amerikalı bir duyumcu/gazeteci bizimkileri geride bıraktı. Bu yakışıksız ‘yaşam biçimi’ kucaklanırken sessiz kalmayı hazmedemeyecek kadar tutkulu bir Hristiyan, Chris Broussard. Çok geçmeden, seksenlerde ünlenen bir radyocu da Sports Illustrated’ın nihayet dergi satmanın bir yolunu bulduğunu söyleyecekti.
 
Üç saat geçmişti. İnsan doğasının kötücüllüğü sahneyi devraldıkça Clinton döneminde göz yumulan nefret suçlarını düşünmeye başladım. Daha birkaç sene önce Kobe’nin başını belaya sokan homofobik küfürleri hatırladım, sahada ağzından en çok çıkan kelimenin ‘faggot’ (ibne) olduğunu söylüyordu ligin veteranları. Bunun Kobe’ye özgü olmadığını, bir suç işleniyorsa bunun kolektif bir suç olduğunu ve listede yer almaktan gurur duyacaklarını ekliyorlardı. İnsanların hüküm sürdüğü kötücül bir dünyaydı burası. Aynı zamanda ataerkil ve dolayısıyla kötücüllüğün ikiyle çarpıldığı bir mikrokosmos arıyorsam en doğru yerdeydim. Burada birtakım erkekler testosteron dolu muhabbetlerinin adresi olan adamları yargılıyorlardı kendilerince. Bu adamların takipçisi değildim, ama bir yerlere tıklıyordum ve karşıma çıkıyorlardı işte. Onlar adına üzülemiyordum bile. Broussard mesela, Collins adına üzülmüş ve bir gün tanrısının onun yardımına koşmasını dilediğini belirtmişti. Ben o kadar yüce gönüllü olamıyordum.
 
Fakat bu destek mesajları arasında samimiyeti sorgulanamayacak olanlar da vardı. Herkes yeni dünya düzeninde doğru yerde saf tutmanın önemiyle hareket etmiyordu. Bugünlerde LGBT haklarını savunmanın çok havalı olduğunu düşündüklerinden orada değillerdi, yahut Jordanesk bir ‘geyler de ayakkabı satın alıyor’ açılımı yaptıklarından… Collins’in mektubunda ona ilham verenlerin başına yazdığı Martina Navratilova bunlardan biriydi. Kariyerinin henüz başlarında açılırken, bunun ona kaybettireceği sponsorluk anlaşmalarının farkındaydı. Yine de açılmalıydı, sadece kişisel bir rahatlama için değil. Toplumun geniş kesimlerinden bir kabul/onay da talep etmiyordu. Bunu daha büyük bir yere vardırma arzusundaydı. Mektubunu okuduktan sonra Collins’e teşekkür etti ve onu ‘game-changer’ ilan etti. Oyunu değiştirecek ve bunun izdüşümünde toplumu dönüştürecek kişi Collins olabilir miydi?
 
Navratilova’nın yıllar süren kişisel aktivizminin değeri tartışılmazdı elbet, fakat ABD içinde homofobinin son kalelerinden biri tüm maço unsurlarını mağrur biçimde koruyan takım sporları coğrafyasıydı ve bireysel bir sporun kahramanı olarak bu sınırları ihlal etmesi mümkün olmamıştı. Bunu üzerine en çok yakıştıran NFL’de bir kırılma bekleniyordu, nihayet birileri ortaokuldaki matematik derslerini hatırlamış ve milyon tane oyuncunun gelip geçtiği bu lig içerisinde en azından birkaç tane geyin barındığını işaret eden hesabı yapabilmişti. Bunu bir sır olarak tutmak zorunda bırakıldıkları her gün, kimliklerine ihanet ediyordu o birkaç kişi. Denklemin karşı tarafında milyon dolarlık kontratlar vardı ve harekete geçmek göründüğü kadar kolay değildi muhakkak… Homofobiyi üzerine yakıştırma konusunda NBA’in de pek aşağı kalır yanı yoktu. John Amaechi aktif sporculuk kariyerini noktaladıktan sonra cinsel kimliğini açıklamış, bugüne kadar kahramanca muhafaza ettikleri erkeklik kodlarının bozulma tehlikesini hisseden oyuncular öfkeyle kükremişti. Onu destekler görünenler bile bir yandan soyunma odalarında oluşacağını iddia ettikleri tuhaf havayı tasvir ediyor, sanki ekrana doğru ‘içimizde böyle biri varsa, bunu kendine saklasa iyi eder’ diyordu. Tim Hardaway dayanamayacak, ilk kayıt cihazına takımında böyle bir oyuncunun varlığını hissetmiş olsaydı, yönetimden onu kovmasını isteyeceğini söyleyecekti. Takvimlerde Şubat 2007 yazıyordu, Collins’in bahsettiği buydu. LGBT komünite sıkı çalışıyordu, toplumu dönüştürebilmek için karanlığa çiçekler fırlatıyorlardı. Nihayetinde kaybettikleri sadece o çiçeğin görüntüsü olacaktı, bunu biliyorlardı ve çiçeğin eninde sonunda tesir göstereceğini.
 
Mayıs ayının sonlarına doğru gazeteye bu konuda bir yazı göndermiştim. Üzerinden epeyce bir zaman geçmişti ama hâlâ heyecan hissedebiliyordum. “Kişisel hayatını daimi bir işkence haline getiren bu sırdan azade olmak isterken, temel saiklerinden biri doğru yöndeki örgütlü bir ilerlemenin ilk adımını atmaktı” diyordum. “Bunun bu kadar esaslı bir haber olduğunun ayırdına varmamızı sağlayan şey metnin kendisi değil, bu tepkilerin işaret ettiği tonu tamamen farklı yeni bir dilin suretiydi.” Bu büyük cümlelerden sonra sözü Halil İbrahim Dinçdağ’ın mücadelesine getiriyor, ona yardımlarımızda ne kadar da cimri davrandığımızı hatırlatıyordum. siddethikayeleri.com’a verdiği röportaj2 sırasında elinde tuttuğu dövizde yazan “Mücadelenizde tek de olsanız vazgeçmeyin çünkü, bir çiçekle bahar gelmez ama her bahar bir çiçekle başlar” cümlesindeki ‘bir çiçekle bahar gelmez’ bölümünü memlekete, ‘her bahar bir çiçekle başlar’ bölümünü ABD’ye yontuyordum.
 
“Burası farklılıkların kutlandığı bir ülke değil ve yakın zamanda da olmayacak. Faşizm, yasakçılık ve iktidar hoyratlığının sıradanlaştığı günlerde, lanetlenmiş ‘marjinal’ sıfatı Dinçdağ gibilerine tahsis edilecek ve elbette faturaya tabi olacak. Bu da bize şunu hatırlatacak, bir çiçekle bahar gelmiyor.”
 
Takip eden yedi ayda dönüştürücü olduğunu hissettiğimiz bir sürecin içine girip çıktık. Sıradan olaylardan, sokaktaki günlük yaşantıdan kocaman vaatler çıktığını deneyimledik. Bugün hâlâ o vaatler konusunda ne hissetmemiz gerektiğiyle ilgili soğukkanlı saptamalar yapmak için çemberin biraz daha dışına çıkmamız gerektiğini düşünebiliyoruz. Ancak bir sürat trenine binmişiz gibi hissettiren birkaç ayda dönüşümün ne kadar hızlı gerçekleşebileceğinin çeşitli örneklerine çarptık. Onur Yürüyüşü her sene biraz daha büyüyordu ama böylesini tahayyül edememiştik mesela. Tanıdık tribün abileriyle karşılaşıyorduk, bir tanesi neredeyse askerlik hikâyelerine özgü bir ihtirasla ‘polise karşı benimle yan yana duran kardeşimi yalnız bırakamazdım’ derken bir sürü sorunlu-ama-iyi-hissettiren özdeşim kuruyordu. Aynı anda tribünde işe yarar düşüncesiyle Homofobik veya Cinsiyetçi Olmayan Küfür Etme Atölyesi gibi fikirlerle çıkageliyordu.
 
Üzerinden sadece birkaç ay geçmişken bunları silik bir hatıra gibi aksettirmenin çok doğru olmadığının farkındayım, bazen böyle hissetmekten kendimi alıkoyamasam da niyetim o değildi zaten. En azından şunu biliyorum ki o yazıyı bugün yazsam, Dinçdağ’ın dövizindeki cümleyi aynı şekilde ayrıştırmazdım.
 
Şubat ayı içinde açılma kararı için düzenlediği basın toplantısının bitiminde futbol hayatına son verdiğini açıklayan ve bu ikisini birbirinden bağımsız düşünemeyen Robbie Rogers, yaz aylarında bunun korkaklık olacağını gördüğünü söyleyip mesleği haline getirmeyi başardığı en büyük tutkusuna geri döndü. Oregon’da 500 gencin katıldığı bir LGBT etkinliğinde konuşma yapmış, yaşadığı kafa karışıklığıyla eve dönüp televizyonu açmış ve Collins haberlerine rastlamıştı. Kafa karışıklığını dindirmek için sert bir şeyler içip on saatlik bir uykuya dalabilir ve bundan sonsuza kadar kurtulduğunu sanabilirdi. Ancak Collins haberlerinden kaçamazdı, işte üç arkadaşı daha telefonuna mesaj göndermişti.
 
Rogers’ın ihtiyaç duyduğu aydınlanmanın genetik mutasyona uğramış tohumlarını serpen, bir basketbolcu olmuştu. Bu güzel hikâyeye rağmen bugün hala o öngördüğüm örgütlülükten bir iz yok. Ve Collins hâlâ işsiz, bu yüzden “büyük liglerde açılma kararı alan ilk aktif sporcu” titri ancak sınırlı ve teorik bir gerçekliğe karşılık geliyor. İlk siyah beyzbolcu Jackie Robinson’ın etki gücünün bir benzerine ulaşabilmesi için gerçek bir şansa ihtiyacı var ve yapabileceği tek şey beklemek.
 
ABD’de işlerin böyle seyrettiğini düşününce, biz de karanlığa fırlattığımız çiçekleri tamamen yitirmemiş olabiliriz. Onları görmüyor oluşumuz hiçbir şeyi değiştirmez, zira o canlı ve içinizi yaşama sevinciyle dolduran görüntülerini karanlığa kaybedeceğimizin bilinciyle savurmuştuk onları en başında. Bu canlılığı taşımak bazıları için dayanılmaz bir yüke dönüşebiliyordu, ancak mesele çoğu zaman bu değildi. Hâlâ da öyle.
 

Etiketler: yaşam, spor
nefret