28/10/2021 | Yazar: E İrem Akı

Geçiş dönemi adaleti, geçmişte yaşanan ağır insan hakları ihlalleriyle yüzleşmek, sorumluları yargılamak ve hayatta kalanlara onarım mekanizmaları sağlamakla ilgili bir kavramdır, daha doğrusu bir araçlar setidir

Geçiş Dönemi Adaleti: Feminist ve Queer Perspektifler Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Çizer: Bartu

Geçiş dönemi adaletine kısa bir giriş

Geçiş dönemi adaleti, geçmişte yaşanan ağır insan hakları ihlalleriyle yüzleşmek, sorumluları yargılamak ve hayatta kalanlara onarım mekanizmaları sağlamakla ilgili bir kavramdır, daha doğrusu bir araçlar setidir. Ağır insan hakları ihlalleri de genellikle savaş, soykırım, iç savaş, çatışma, diktatörlük, askeri yönetim vb. gibi durumların neticesinde ortaya çıkmaktadır. Geçiş dönemi adaleti çeşitli mekanizmalara sahiptir. En önemli mekanizmalardan biri ceza yargılamalarını yapan mahkemelerdir. Burada amaç geçmişte yaşanan ihlallerden sorumlu olanların yargılanması, hesap vermesidir. Ancak bu sanıldığı gibi kolay olmamaktadır. Öncelikle geçmişteki ihlallerden sorumlu olanların yakalanması kolay olmayabilir. Daha da önemlisi bazen sorumluları tespit etmenin kendisi dahi bir problem olabilir. Bütün bir halkın soykırımın, katliamın bir parçası olması gibi. İki tarafın da hem fail hem de hayatta kalan olduğu karmaşık durumlar da söz konusu olabilir. Bu durumda da faili tespit etmek ve yargılamak güç bir iş olacaktır. Bir diğer önemli husus ise yargılamanın belirli bir mekâna ve uzmanlara gerek duymasıdır. Yani yargılama yapacak belirli bir yer (mahkeme salonu) ve bu yargılama işini yapacak hakimlere ihtiyaç vardır. Çoğu zaman savaştan çıkmış devletlerin bu yargılamaları yapacak alt yapılarının da olmaması ayrı bir sorundur. Geçiş dönemi adaletinin, mahkemeler dışındaki diğer mekanizmaları ise hakikat komisyonları, af süreçleri, tazminat ve onarım mekanizmaları ve bir önceki dönemin kadrolarının görevden alınmasına ilişkin işlemlerdir.[1]

Geçiş dönemi adaletinin başlangıcı olarak genellikle II. Dünya Savaşı sonrası kurulan Nürnberg Mahkemeleri gösterilir. 1990’lardan sonra, otoriter rejimlerden liberal rejimlere geçişin bir aracı olarak geçiş dönemi adaleti geniş bir yelpazede uygulama alanı bulur.  Hakikat Komisyonları geçiş dönemi adaleti için önemli bir yerde durur. İlk hakikat komisyonu 1983’te Arjantin’de kurulmuştur. Hakikat Komisyonları, geçici kurumlar olarak, geçmişte gerçekleşen insan hakları ihlallerini araştırır ve sonunda bir rapor yayınlar. Hakikat Komisyonları, 1983’ten bugüne pek çok ülkede kurulmuştur ve üzerine de çok şey yazılmıştır. Burada sadece kısaca şunu belirtmek gereklidir, mahkemelerden farklı olarak, hakikat komisyonları hayatta kalanın uğradığı hak ihlâllerini dile getirmesi için önemli bir platformdur, zira mahkemelerin sıkı kurallara dayanan tanık ve delil sunmaya ilişkin usul kuralları hakikat komisyonları için geçerli değildir. O nedenle hakikat komisyonları, mahkeme ve kural merkezli olmaktan çok, hayatta kalana odaklanan mekanizmalar olarak kabul edilir.[2]

Geçiş dönemi adaleti bununla birlikte sadece geçmişle ilgili değildir. Geçmişte yaşanan ihlallerle yüzleşme, sorumluların yargılanması, onarım mekanizmalarının devreye girmesinin yanında, geçiş dönemi adaletinin geleceğe yönelik de bir vurgusu vardır: ‘bir daha asla!’ Yani geçmişte yaşananlarının bir daha tekrarlanmaması hedeflenir. Bunun yanında hukuk devleti ve demokrasi gibi değerlere de bağlılık yönetime gelen yeni rejimin hedefleri arasındadır.

‘Cinsiyetten’ toplumsal cinsiyete ağır adımlar

Geçiş dönemi adaleti mekanizmalarının ilk ortaya çıktığı zamandaki eril zihniyeti,  Nürnberg Mahkemelerinde tecavüz suçunun gündeme gelmeyişiyle açıklayabiliriz. Geçiş dönemi adaleti mekanizmalarından ‘kadınların’ dışlanmış olması uzun bir süre eleştiri konusu olmuştur ve bu konuda epeyce yayın ve araştırma da yapılmıştır. Burada tırnak içinde belirttiğim kadın kavramı veya kategorisi üzerinde biraz durmak gerekmektedir. Geçiş dönemi adaleti veya uluslararası literatürde kadınların yokluğundan bahsedilirken veya kadınların deneyimlerine yer verilmemesinden bahsedilirken, söz konusu edilen cis-kadınlardır veya diğer bir ifadeyle atanmış cinsiyeti kadın olanlardır. Yoksa lezbiyen kadınlar veya trans kadınlara yönelik şiddet geçis dönemi adaleti veya uluslararası hukukla ilgilenen akademik dünyanın gündeminde değildi o dönem.

Geçiş dönemi adaleti mekanizmalarını daha doğrusu bunların içeriğini belirleyen unsur, savaşı veya çatışmayı bitiren müzakereler veya barış antlaşmalarıdır. Bu anlamda savaş veya çatışmayı sona erdiren müzakerelere  kimlerin katıldığı önemlidir. Bu müzakereye katılanlar hep erkekler olduğu ve ‘kadınlar’ dışlandığı için, eril iktidar ilişkileri, savaş ve çatışma sonrası dönemde de varlığını sürdürmeye devam etmiştir.[3] Geçiş dönemi adaleti ve ‘toplumsal cinsiyet’[4] üzerine çalışanlar da kadınların savaştan en çok etkilenen grup olduğunu belirterek geçiş dönemi adaleti mekanizmalarının erilliğini eleştirmişlerdir. 1990’lı yıllarda kadına yönelik şiddeti sona erdirmeyi hedefleyen mobilizasyonun sonucunda daha önce suç olarak kabul edilmeyen eylemler, artık suç olarak kabul edilmeye başlanmıştır.[5] Sonuç olarak 90’lı yıllara uluslararası hukuk alanında, kadınların karar alma mekanizmalarına katılımını tanıyan uluslararası belgeler damgasını vurmuştur. Pekin 1995 bildirgesi, 1997’de Kadına Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi (CEDAW) ve 2000’de Birleşmiş Milletler Kadın, Barış ve Güvenlik 1325 sayılı Güvenlik Konseyi kararını görüyoruz. Bu örnekler daha da çoğaltılabilir.[6]   

Ceza yargılamaları açısından yaşanan gelişmelere bakarsak: Yugoslavya (1992) ve Ruanda (1994) Uluslararası Ceza Mahkemeleri tecavüzü bir savaş suçu ve insanlığa karşı bir suç olarak kabul etmiştir. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin dayanağı olan Roma Antlaşması (1998) toplumsal cinsiyet temelli şiddetin de  savaş suçu olabileceğini belirtmiştir. Toplumsal cinsiyet terimi de böylelikle ilk defa bir uluslarası ceza hukuku antlaşmasında belirtilmiştir.[7]

Yukarıda sunduğum kısa tarihçe geçiş dönemi adaleti ve uluslararası hukukun ikili cinsiyet rejimine ve özcü yaklaşımlara dayandığını iddia etmemize olanak sağlayabilir. Her ne kadar toplumsal cinsiyet terimi literatüre 1972 yılında Ann Oakley’in Cinsiyet, Toplumsal Cinsiyet ve Toplum kitabıyla girse de, feminist literatürdeki bu gelişme uluslararası belgelere ve  uluslarası ceza yargılamasına yansımamıştır. Dianne Otto’ya göre her ne kadar CEDAW ‘kadına’ yönelik ayrımcılığı hedeflese de, aslında CEDAW toplumsal cinsiyet terimini kullanmaya elverişli, biyolojiye dayanan ikili cinisiyet rejimini sorgulayabilecek dönüştürücü bir potansiyele sahiptir.[8]  Ama CEDAW komitesi bu konuda isteksizdir. 2007’den bu yana CEDAW’ın tavsiye kararlarında sadece iki kere cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim ifadesine yer verilmiştir. Dahası Otto’ya göre komitenin yaklaşımı genel olarak herkesin cinsiyet kimliğine sahip olduğu anlayışını reddetmektedir.[9]

1990’lar ise feminist literatür açısından queer feminizmin de doğduğu dönemdir. Yani aslında artık ‘cinsiyetin toplumsal cinsiyeti önceler’ iddiasının da sorgulandığı yıllardır. Oakley’in, 1997’de söylediği şu sözler bu sorgulama açısından önemlidir: “ ‘[S]on tahlilde cinsiyet toplumsal cinsiyetten daha doğal değildir’ ve ‘kültürel kuruluş (construction) cinsiyet için de geçerlidir.”[10]

Her ne kadar uluslararsı hukuk ikili cinsiyet rejimine sıkışmış olsa da, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğine yönelik hak ihlâllerin boyutlarının yoğunluğu karşısında, 2006 yılında bir grup insan hakları uzmanı Endonezya’nın Yogyakarta şehrinde bir araya gelmiş ve cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğiyle ilgili belirli ilkeleri ortaya koymuşlar ve Yogyakarta İlkeleri adıyla yayımlamışlardır. Yogyakarta İlkeleri yeni bir insan hakları kategorisi sunmamaktadır, var olan haklar açısından devlete yükümlülüklerini hatırlatmaktadır. Bu yükümlülüklerin temelinde de devletler, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğine ilişkin ayrımcılığı ve hak ilhalleri karşında gerekli korumayı sağlamakla yükümlüdür. Yogyakarta İlkeleri’nin bir diğer önemli özelliği ise herkesin bir cinsiyet kimliğine sahip olduğunu vurgulamasıdır. Her ne kadar bu ilkeler hukuki olarak bağlayıcı olmasa da uluslararası arenada büyük ses getirmiştir. 2012’de Herkes Özgür ve Eşit Doğar kampanyası yapılmıştır, 2016’da da Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi ilk defa cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğine ilişkin ihlâlleri araştırmak için bağımsız uzman atamıştır.

Uluslararası hukuk alanında yaşanan bu gelişmeler geçiş dönemi adaletinde de etkisini göstermiştir. Özellikle Latin Amerika’da bunun etkilerini görebiliriz. Kolombiya ise bu açıdan en önemli örneklerden biri kabul edilmektedir. Kolombiya’daki iç savaşa son vermek üzere yapılan görüşmelerde kadın örgütleri ve LGBTIQ+ örgütleri büyük bir rol oynamıştır. Sonuç olarak barış görüşmelerine LGBTIQ+ hareketi adına, Colombia Diversa ve Caribe Afirmativo, katılmıştır.[11]

Türkiye’de de son Newroz’da yaşanan gelişmeler üzerinde düşünmek bu açıdan önemlidir. Gökkuşağı bayrağının eylem alanında açtığı için trans kadınlar lince uğradıklarını ve şiddet gördüklerini belirttiler. Bu hak ihlâli karşısında eylem komitesinden, sosyal medyada ‘özeleştiri’ vermesi talep edildi. Fakat  şiddet söz konusunu olduğunda beklenti ne zamandan beri ‘özeleştiridir’? Kişinin fiziki bütünlüğüne karşı ne yapılacağı uluslararası sözleşmelerde ve Anayasa’da yazmaktadır. Ezcümle barış içinde yaşamayı tahayyül ediyorsak eğer, böyle bir iddiamız ve mücadelemiz varsa eğer, böyle bir toplum en basitinden herkesin temel hak ve özgürlüklere sahip olduğu, bu hakların korunduğu toplumdur.

Sonuç olarak bu kısa yazıda, insan haklarının ve geçiş dönemi adaleti mekanizmalarının gelişimi çerçevesinde biyolojiye ve kadın/erkek ikiliğine dayanan bir mücadelenin sonuçlarını göstermeye çalıştım. Uluslararası mekanizmaların erilliği karşısında verilen büyük bir mücadele ve bu mücadele neticesinde elde edilen kazanımlar var. Ancak cinsel yönelim ve cinsel kimliğe ilişkin bir mücadeleden çok biyolojik, ikili cinsiyet rejimine dayanan bir mücadele pratiği söz konusu olabilmektedir. Otto’nun belirttiği gibi, her ne kadar insan hakları ihlâlleri için queer bir yaklaşım, feministler tarafından riskli bulunsa da biyolojiye dayanan erkek/kadın ikiliğinin bir kenara bırakılması, korunmak istenen hakları daha iyi korumamızı sağlayacaktır.[12]

Kaynakça:

Acar-Savran, Gulnur. Beden Emek Tarih. İstanbul: Kanat Kitap, 2004.

Bell, C., and C. O’Rourke. “Does Feminism Need a Theory of Transitional Justice? An Introductory Essay.” International Journal of Transitional Justice 1, no. 1 (2007): 23–44. https://doi.org/10.1093/ijtj/ijm002.

Björkdahl, Annika, and Johanna Mannergen Selimovic. “Gender and Trasitional Justice.” In An Introduction to Transitional Justice, 69–89. New York: Routledge, 2017.

Daşlı, Güneş, Nisan Alıcı, and Julia Poch Figueras. “Barış ve Toplumsal Cinsiyet: Kolombiya Barış Süreci.” Ankara, 2018.

Fijałkowski, Agata. “Truth and Reconciliation Commissions.” In An Introduction to Transitional Justice, edited by Olivera Simic, 91–112. New York: Routledge, 2017. https://doi.org/10.4324/9781315672649.

GÜLENER, Serdar. “Çatışmacı Bir Geçmişten Uzlaşmacı Bir Geleceğe Geçişte Adalet Arayışı.” Uluslararası Hukuk ve Politika 8, no. 32 (2012): 43–76.

Otto, Dianne. “Queering Gender [Identity] in International Law.” Nordic Journal of Human Rights 33, no. 4 (2015): 229–318. https://doi.org/10.1080/18918131.2016.1123474.

İnternet Kaynakları:

https://www.ictj.org/about/transitional-justice#:~:text=Transitional%20justice%20refers%20to%20the,to%20provide%20an%20adequate%20response. Erişim tarihi: 11.04.2021.

https://hakikatadalethafiza.org/gecis-donemi-adaleti-hakkinda/  Erişim tarihi: 11.04.2021.

https://kaosgldernegi.org/images/library/2014yogyakarta-ilkeleri.pdf Erişim tarihi. 12.4.2021.

https://www.ohchr.org/Documents/Publications/BornFreeAndEqual_Turkish.pdf   Erişim tarihi:12.4.2021.

https://tr.boell.org/tr/2019/09/03/lgbt-bireylerin-korunmasi-icin-bm-uzmanliginin-gorev-suresi-uzatildi-bagimsiz-uzman-bizim Erişim tarihi: 12.4.2021.


[1] Serdar GÜLENER, “Çatışmacı Bir Geçmişten Uzlaşmacı Bir Geleceğe Geçişte Adalet Arayışı,” Uluslararası Hukuk ve Politika 8, s. 32 (2012), s. 43–76.

[2] Agata Fijałkowski, “Truth and Reconciliation Commissions,” An Introduction to Transitional Justice içinde, der. Olivera Simic (New York: Routledge, 2017), s. 91–112.

[3] C. Bell ve C. O’Rourke, “Does Feminism Need a Theory of Transitional Justice? An Introductory Essay,” International Journal of Transitional Justice 1, No. 1,(2007), s. 25.

[4] Burada yine aynı uyarıyı yapmakta fayda vardır. Her ne kadar toplumsal cinsiyet ve geçiş dönemi adaleti üzerine önemli bir literatür bulunsa da toplumsal cinsiyet terimi genellikle sadece cis-kadınların savaş veya çatışma sırasında ve sonrasında maruz kaldığı şiddete/sorunlara odaklanmaktadır.

[5] Bell ve O’Rourke, s. 26.

[6] Bell ve O’Rourke, s. 31-32.

[7] Annika Björkdahl ve Johanna Mannergen Selimovic, “Gender and Trasitional Justice,” An Introduction to Transitional Justice, s. 73.

[8] Dianne Otto, “Queering Gender [Identity] in International Law,” Nordic Journal of Human Rights 33, No. 4 (2015), s. 304.

[9] A.g.e.

[10] Aktaran Gülnur Acar-Savran, Beden Emek Tarih (İstanbul: Kanat Kitap, 2004), s. 235.

[11] Güneş Daşlı, Nisan Alıcı, ve Julia Poch Figueras, Barış ve Toplumsal Cinsiyet: Kolombiya Barış Süreci, DEMOS, (Ankara, 2018), s. 24.

[12] Otto, “Queering Gender [Identity] in International Law.”, s. 309.


Etiketler: insan hakları
İstihdam