11/08/2015 | Yazar: Hasan Andreas Atik

Tıp 19 yılda çok gelişmiş olabilir ancak algılarımız hiç değişmedi. Türkiye’de hâlâ HIV/AIDS ile yaşayanlar bu durumu ailelerinden dahi gizleyerek yaşamak zorunda kalıyorlar peki neden?

Kaos GL Dergisi 3. Sayıdan: “Haber/olay 23 Mayıs 1994 tarihli Milliyet Gazetesinde yer aldı. Aynı olayın İsviçre’de de ortaya çıktığı ve İsviçre Kızılhaç Örgütünün de aynı boku yemiş olmasıyla ilgili bir haber daha, bir gün sonra aynı gazetede çıktı. İçinde HIV virüsü olduğunu bilerek kan nakli yapan doktorlar hakkındaki dava sürüyormuş falan!”

Kaos GL’de staja başlamam ve akabinde HIV üzerine çalışmak istemem ile birlikte Kaos GL dergisinin eşsiz arşivinin içinde buluverdim kendimi. Daha önceleri HIV/AIDS alanında yazılmış yazıları okumaya koyuldum. Arşiv geniş, okunacak onlarca yazı vardı bu konuda. Ancak derginin üçüncü sayısının konusu AIDS’ti buradan başlamak istedim. Sayıyı incelerken Fransa’da yaşayan Türkiyeli bir kan hastasının kan transferiyle HIV aldığı bir yazı okudum. Oysaki 1985’ten beri kan nakillerinde HIV testi uygulanabiliyordu. Dergi 1994 Kasım-Aralık sayısı.

Yazıyı okurken aklıma daha önce okuduğum bir haber geldi. Bu yazıdan tam 19 yıl sonra Türkiye’de böbrek yetmezliği nedeniyle ameliyat edilen bir hastaya Kızılay’dan sağlanan kan ile HIV bulaşmıştı. Üstelik tıbbın daha ileri olduğu, test yaptırmanın daha kolay olduğu bir dönem olan 2013’ten bu haber. Bu haberin hatrımda kalmasının temel nedenlerinden biri de sanırım aynı dönem benim tanı alışım olmalı. Ne büyük travmaydı. Sürekli HIV/AIDS ile ilgili internet taraması yapıyordum. O sırada karşıma çıkmış bir haberdi bu. Haberin devamında ise kişinin ameliyattan dört ay sonra kötüleşmesi üzerine kaldırıldığı hastanede yapılan testlerle HIV pozitif olduğu saptanıyor ve ardından üç gün sonra da vefat ediyor. Ancak olay burada bitmiyor. Kızılay’a ailenin açtığı tazminat davası sonucu Kızılay’ın savunmasında suçu bağışçıya ve bilime atmasıyla işler trajikomik bir hal alıyor. Kızılay’ın savunması aynen şu şekilde “Tıpta bu tür olaylar ciddi ve istenilmeyen olay akışı olarak adlandırılır. Bunun anlamı, her türlü tedbir alınmasına rağmen, tıpkı bir doğa olayı gibi ortaya çıkabilecek sonuçlar olmasıdır. Burada kurum çalışanlarının kusurundan bahsedilemez, sadece bilimin kusurundan söz etmek mümkündür. Güvenli kan temini için kan bağışçısı tarafından doldurulan Kan Bağışçı Sorgulama Formu’nda ‘evet’ ya da ‘hayır’ olarak cevaplanan sorular, kan yoluyla bulaşan hastalıklar ve kan bağışçısı için risk oluşturabilecek durumlar ayrıntılı olarak sorgulanmaktadır. Bağışçının yanıltıcı ifade vermesinde kurumun kusuru yoktur.” (http://www.hurriyet.com.tr/gundem/25199737.asp)

Peki, bu durumda suçlu gerçekten bağışçı mıdır? Ya da Kızılay mıdır? Ya da suçlu var mıdır? Yok mudur?

Yoksa farklı bir bakış açısıyla HIV/AIDS gerçeğini toplumdan saklayan, halkına bu virüsün nasıl bulaşacağını, ne kadar sürede kendini kanda göstereceğini, nasıl korunulacağını  anlatmayan devlet mi suçludur? İnsanların paranoyakça her şekilde devlet tarafından fişlendiğini düşündürten devlet o bağışçının sorulara gerekli cevapları vermemesini sağlamış olabilir mi? Sahi sorular doğru sorular mıdır? Mesela “hayatınız boyunca bir kez dahi olsa eşcinsel ilişki yaşadınız mı?” sorusunun Kızılay’ın Kan Bağışçı Sorgulama Formu’nda ne işi var? Kan yoluyla bulaşan enfeksiyonlarla ne alakası var?

Şimdi bir kısım bu soruların üzerine düşünürken ben sizinle 1994 yılından günümüze gelen bir çığlığı paylaşmak istiyorum “O insanları aranızdan atmayın. El sıkmakla, öpüşmekle geçmiyor AİDS. İki yıl süreyle, eşimin virüsü aldığını bilmeden yaşadık, bakın bana geçmedi. Çok acı çekiyor bu insanlar, onları yalnız bırakmayın, çünkü suçsuzlar." (Kaos GL Dergi 3. Sayı)

Tıp 19 yılda çok gelişmiş olabilir ancak algılarımız hiç değişmedi. Türkiye’de hâlâ HIV/AIDS ile yaşayanlar bu durumu ailelerinden dahi gizleyerek yaşamak zorunda kalıyorlar peki neden?


Etiketler: insan hakları, sağlık
İstihdam