24/05/2010 | Yazar: Sarphan Uzunoğlu

Türkiye’nin en büyük problemi nedir diye sorarsanız bu günlerde cinsiyet odaklı şiddet ve yoksulluk cevabını vermemek için ya taraflı ya da kör olmak gerekir

Türkiye’nin en büyük problemi nedir diye sorarsanız bu günlerde cinsiyet odaklı şiddet ve yoksulluk cevabını vermemek için ya taraflı ya da kör olmak gerekir. Ortada “kimlik siyaseti” dışında hiçbir siyasetin dönmemesine şaşırmıyorum. Malum, bugünlerde emek sorunlarının çözümü de, kadın sorunu da kimlik sorununun çözümüne bağlanıyor birileri tarafından. İnsanın kişiliğini en derinden belirleyen kimlik olan cinsel kimlik ise “zamanı geldiğinde” çözülecek bir problem olarak rafta bekletiliyor.
 
Geçtiğimiz günlerde internet üzerinden yürüyen bir tartışmada bir arkadaşım bana “Bursa oğlanı” dedi. Bu kelime beni kızdırmadı, aksine oldukça sevindim. Oğlan kelimesinin özellikle de Bursa ile yan yana geldiğinde ne ifade ettiğini iyi bilebilmek Türkiye’de 2 saat televizyon izlemekle mümkündür. Öyle ki telemanyamızın en çok izlenen yarışmalarından “Yemekteyiz’e katılan yarışmacıların seçiminde bile bu Bursa ve eşcinsellik eşleştirmesine rastladım.  Bu eşleştirmeden rahatsız değilim; ancak bu eşleştirmenin pekiştirdiği bir hakaret olarak eşcinsellik olgusuna karşı savaşmak, doğal bir oluş olan eşcinselliğin savunulması açısından şart. Hele ki ülkenizin bakanı kalkıp size “Hasta” diyorsa…
 
Aslına bakılırsa Türkiye için daha kadınlara ilişkin ayrımcılık bile aşılmanın çok uzağındayken homofobinin aşılması uzak bir ihtimal gibi gözükebilir. Ben her iki mevzunun da bir arada çözülmesinden yanayım. Çünkü muhafazakâr değerlerin sömürdüğü her türlü cinsel kimliğin sömürülmesinde kadın meselesi ile hik davranomofobi meselesinin bir arada yürüyemeyişi olduğunu görüyorum. Bu yazıyı yazarken yanımda Kaos GL’in yayınladığı bir katalog var. Ailelere cinsel eğilimlere yönelik bilgi veren bu kılavuzdaki bilgiler her ne kadar aydınlatıcı olsa da ortalama bir ailede bu konunun aldığı tepkiyi tahmin etmek için Freud olmaya gerek yok.  Mine Vaganti (Serseri Mayınlar) isimli filmi izlerken homofobinin aile içinde yaratabileceği o drama şahit olmuştuk. Ferzan Özpetek sinemasının genel teması olarak kabul edilse de eş cinselliğin özellikle gittikçe muhafazakârlaşan dünyada var olma mücadelesi kesinlikle desteklenmeli. Dahası aile içi şiddetin bizimki gibi yaygın olduğu ülkelerde de cinsiyet odaklı psikolojik, fizyolojik ya da maddi şiddet gören herkesin sığınabileceği kurumların sayısının artması gerekiyor. Üstelik ülkemizde Mine Vaganti’de olduğu üzere bireyler bir cenazede barışma şansı bulabilse de tabuttaki genellikle cinsel tercihini açıklayan birey oluyor. Babasının ya da annesinin gözyaşları ise onu affetmek olarak algılanıyor.
 
Türkiye’nin her yerinde demokrasi nutuğu atanlar, azınlık hakları, mücadelemiz diye sözde vicdan adına bağıranlar öncelikle ön yargılarından  vazgeçmeliler. Kadınların sokağa çıkamadığı, insanların cinsel kimliklerini yaşamadığı bu dünya “sizin istediğiniz gibi” demokratik olsa da gerçek bir devrimcinin ya da özgürlükçünün özlemini duyduğu dünya  olmayacaktır. Tarihin en demokratik anayasasını yapıyoruz diye ortada dolaşıp kadınlara, geylere, lezbiyenlere, biseksüellere, travestilere, transeksüellere, memurlara, işçilere hayat ve örgütlenme hakkı tanımayan seslere selam olsun!

 

Etiketler: insan hakları
İstihdam