31/07/2023 | Yazar: Can Yazar

1970’ler ABD’sinde topluma eşcinseller hakkında sürekli dezenformasyon yayarak ve onları mevcut normların içinde en kötü gösterecek şekillerde hedef alarak nefret körüklediler. Bugün benzeri Türkiye’de İslamcılar tarafından LGBT aktivizmine ve cinsellik/bedene yönelik çalışmalara yapılıyor.

Gericilik ve şiddet: Politik bedenler despotizme karşı Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Feshane’de sergilenen eserlere karşı gerici protesto, 28 Haziran 2023

2023’ün Haziran ve Temmuz aylarında İBB’nin Feshane’de açtığı sergiye üst üste saldırılar ve protestolar düzenlendi. Bu saldırılar, iktidar yanlısı muhafazakar medya organları tarafından da desteklendi ve sergi hedef gösterildi. Protestocu ve saldırgan grup, saldırıları pek çok nedene dayandırdı. Bu nedenler arasında göze çarpanlar “Satanizm propagandası”, “Paganizm propagandası”, “sapkınlık propagandası”, “LGBT propagandası”, “çıplaklık propagandası” gibi bir takım dini ve muhafazakar ifadeler oldu. Gericiliğin sanatsal özerkliği ve bireysel otonomiyi hedef alan ve örgütlü nefret suçu teşkil eden saldırılarının nasıl bu kadar rahat meydana geldiğini AKP-MHP’nin muhafazakarlaştırma politikaları ve fakirleştirme pratikleriyle beraber düşünmeliyiz. Ayrıca bu saldırılar oldukça karanlık ve sorunlu bir sürece de işaret ediyor.

İlkel zihniyete sahip gerici örgütlenmelerin politik, eleştirel ve dışavurumcu sanat eserlerini ve sergilendikleri mekanları hedef almasında aslında şaşırtıcı bir durum yok. Filistinizm ve anti-entelektüalizm, anti-demokratik ve despotik organizasyonların kesişim kümesindedir. Bizi kaygılandırması gereken mesele 2023 yılında nasıl bir sanat sergisinin bu kadar rahat hedef alınabildiği olmalıdır. İktidarın ve ona bağlı medya organlarının son 4 – 5 yıldır LGBT bireyleri ve hareketini kışkırtıcı biçimde hedef alması dışında, sanat ve eğlence etkinliklerinin de hedef alınması; seküler kültüre ve demokrasiye de bir saldırı olduğunu ortaya çıkarıyor. Alternatif sanata karşı örgütlenmeleri ve hatta sanat eserlerine zarar vermek istemeleri ise Türkiye’de muhafazakarların/gericilerin maddi ve manevi şiddetinin ne boyutlara ulaşabileceğini gösteriyor.

Sanatın toplum üzerinde dönüştürücü bir gücü var. Bu açıdan bakıldığında sanatın eyleme geçiren ve izleyicide farklı tepkiler oluşturan (karşıt tepkiler dahil) bir niteliğe sahip olması onun başarılı olduğu anlamına gelir. Fransız postyapısalcı filozof Jacques Rancière’in sanatın politik bir çatışma alanına evrilebileceği ve pasifizme karşı aktif katılımcılığı teşvik etme potansiyelini öne çıkarması, içinde bulunduğumuz süreci düşünmemiz açısından önemlidir. 

Rancière’e göre sanat eserlerinden tekyönlü bir sonuç çıkarmamalı ve izleyici, yorumlama ve algılama biçimiyle sanatta aktif katılımcı bir görev üstlenerek konvensiyonel olanı değiştirebilmelidir. Bu aynı zamanda kendi normlarına meydan okuyabilmeyi de gerektirir. Bu yolla sanat, radikal demokrasi inşa ederek madun grupların haklarını sağlamaya yardımcı olabilen bir araca dönüşebilir. Sanat eserlerinden çıkarılabilecek sosyal eleştiriler ve yeni görme biçimleri, yaşamı çok yönlü idrak etmemizi ve onu daha adil kurgulayabilmemizi sağlayabilir. Bunun için öncelikle kişinin eleştirmeyi ve sanatsal olana dahil olmayı öğrenmesi gerekir. Bireyler sanat eserlerinin eleştiriye teşvik eden etkisiyle içinde bulundukları kısıtlı sosyal kapsüllerden sıyrılıp politik arenaya dahil olarak eşitsizlik ve adaletsizlik biçimlerine karşı yeni perspektifler ve mücadele yolları geliştirebilirler. Bu sanatın özgürleştirici yönünü açığa çıkarır. Diğer yandan seyircinin failliğine ve mevcut olanı değiştirebilme potansiyeline vurgu yapar. Bunu yaparak mevcut normların kurumsallaşmış baskısı altındaki gruplar, karşı söylemler ve eserler üreterek yeni bir sembolik/sosyal düzen inşa edilmesini sağlayabilir. Diğer yandan duyguları harekete geçirmesi ve introspektif bir sorgulama imkanı sunması açısından politik sanat, muhafazakar ve gerici gruplar arasında büyük bir nefret ve tepki dalgasına da neden olabilir çünkü muhafazakarlar, mevcut normlardaki baskıcı karakteri koruma eğilimindedirler. Bu onlardaki somut olmayan/değer-üstünlükçü kolektif narsisizmin sonucudur. Buna gelen bir eleştiri, değişimi tetikleyen bir gösteren ya da siyasi üretim, içlerindeki sadist bastırma arzuları harekete geçiren bir tür cezalandırma, inkar ve baskılama pratiği meydana getirebilir.

Müzelerin birer heterotopya olduğunu hesaba kattığımızda eleştirel sanat içeren Feshane’ye yöneltilen saldırıyı onun dönüştürücü niteliğine uygulanan bir bastırma girişimi olarak düşünebiliriz. Ancak sadece Feshane ile sınırlı kalmayan bu tür saldırıların, gerici psişenin ürettiği tepkiler olmasının yanı sıra normalleşen bir nefret dalgası yaratıyor olması açısından son derece tehlikeli olduğunu da belirtmek gerekiyor. Sanatın politik bir araç olarak taşıdığı dinamik güç ve monotonu değiştirebilecek kadar esnek bir yapıya sahip olması ona aynı zamanda mekan – ötesi bir özellik de kazandırıyor. Örneğin son birkaç yıldır İran İslam Devleti’nde devam eden protestolarda, kadınların devrim muhafızlarının ve İslami yasaların baskılarına karşı bireysel eylemlerini kameraya alarak verdikleri tepki ve bu tepkiye dünyanın dört bir tarafından gelen destek, sanatın transandantal mekan – zaman niteliğini göstermesi açısından önemlidir. Bir istismarı afişe etmesinin yanı sıra ona boyun eğmeyerek ve kaydederek onu ebedileştirmektedir ve bu eylem, bir sanatsal pratik olarak düşünülebilir.

Neden dindarlar bu kadar rahat öfke biriktirebiliyor? Nöropsikolojik olarak gericilerin bilişsel çelişkiye dayanan tepkiler verme olasılığı daha yüksektir. Aşırı muhafazakarlık ve gerici tepkilere sahip olanlarda bilişsel çelişki durumu, kendisine aykırı gelen “farklı olanla” karşılaştığı ve onun mantığını kavramaya çalıştığı zaman meydana gelen bir inkar ve önyargıya dayalı akıl yürütme durumudur. Kişinin zihnindeki normlar hiyerarşisi sarsıldığında kişi, sarsmayı meydana getiren düşünceyi sorgulamak yerine onu hedef alır. Bu yüzden etrafında bu normları sarsan her türlü somut ve soyut fenomeni bir saldırgan nesne olarak algılar. Bu durum hiddetli ve akıldışı öfke biçimlerine neden olur. Dolayısıyla bu insanlar, kendilerine bağlı görmedikleri ve ait hissetmedikleri her duruma karşı tek yönlü bir düşenceden üreyen saldırgan bir tutum izlemeye başlarlar. Eğer bu ana akım politikada bir ivme kazanırsa sosyal yapıyı etkiler ve demokratik gelişim zarar görür. Otokratik rejimi besleyen siyasi ve dini sembol/politik propaganda kendileştiremediği hiçbir sosyal birimden memnun olmaz. Peki bununla mücadele yöntemi ne olabilir? Toplumu rasyonelleşmeye sevk etmek ve insani normları göz ardı etmemeyi öğretmek iyi bir başlangıç olabilir. Demokrasi ancak insanlar rasyonel kalabildiğinde yaşar. Ne yazık ki Türkiye’deki yaygın köktendincilik ve tutucu ideolojik pratikler, negatif duyguları kontrol ettiği için bunu engellemektedir. 

Adaletsizliğe tanık olduğumuzda (ırsi, ekonomik, sosyal, siyasi, cinsel vb.) ya da adaletsizliğe maruz kaldığımızda yaşadığımız öfke daha farklıdır. Bu, yapılan haksızlığa karşı bir tür “karşılığını ödetmek isteme” duygusuyla ilişkilidir. İnsanın bedensel ve sosyal dokunulmazlığına karşı işlenen bir çeşit istismar durumunda meydana gelen, empatiye bağlı bir duygulanım halidir. Dolayısıyla temelinde insanın hem bedensel hem sosyal bütünlüğü ve dokunulmazlığı yer alır. Yani mantıkla da ilişkilidir. Buna karşı işlenen suçlar evrensel hukukun temelini oluşturur. Evrensel hukuk, bireylerin bedensel dokunulmazlığını ve kimliklerini temele alarak onların varlığına güvence sağlar. Bu konuda ayrım göz etmez ve bu ayrımı göz edenleri cezalandırır. Dolayısıyla modern hukuki ve sosyal sistem ile aşırı-sağ/dindar gruplar buna çelişkili bir toplumsal düzen oluştururlar. Aşırı sağ ve dini gruplar, insan dokunulmazlığını değil, düşünce egemenliğini merkeze alan bir sistem arzularlar. Bu düşünce egemenliği (hegemonya) içinde var olmasını istemedikleri sosyal grupların ve varoluş hallerinin en temel birimi olan insanın somut/soyut bütünlüğüne yönelik şiddet ve baskı biçimleri oluştururlar. Bu yolla kişilerin toplumsal kimlikleri zedelenir ve bedenler politikleştirilmiş olur. Politikleşen bedenler, siyasi tartışmanın bir konusu olarak hakları kolayca otorite tarafından sorguya alınabilen ve temsiliyet hakları ellerinden alınmış yasal ve siyasi olarak kırılgan kimliklerdir. Bu kişilerin toplumsal hakları muğlaktır ve üst-kimlikler, onların kimliklerini yönlendirme, kontrol altına alma ve baskılama hakkına sahiptir. Bu konuda etnik, dini ya da seküler bir ideolojik çerçeve fark etmez, önemli olan merkez-çevre ilişkisinde kimliğin nasıl konumlandırıldığı ve haklarından mahrum edildiğidir. “Trans İntiharları Politiktir” sloganı bunun en önemli örneklerinden biridir.

Ataerkil ve muhafazakar şiddetin sarmal ilişkisi bu yüzden birbirinden bağımsız değildir. Bunlar dine dayalı öğretilere bağlı olmakla birlikte, formları ve pratikleri değişse de bu tür bir şiddet, en çok kadınlar ve LGBT’lerin bedenleri üzerinden yürüttükleri politikalarla somutlaşır. Bir eşcinselin ya da kadının kendi cinsel yaşamını sorgulayabilmesi, dizayn edebilmesi, bedensel ve bireysel otonomisinin farkında olması, dini ve ataerkil normları reddetmesi onu hedef haline getirir. Normlar hiyerarşisi içinde kadın bedenini ve kimliğini ikincilleştiren, eşcinselin ise varlığını yadsıyan bu şiddet biçimi, doğal olmadığı gibi demokratik ve insani değerlerle de bağdaşmaz. Cinselliği yöneten otorite, duyguyu ve diskuru da yöneten otoritedir. Dolayısıyla bu baskıyla başa çıkmak için aktivizm oluşturulur ve muhafazakar baskıya karşı gelinir. İnsanların kendi bedenleri ve kimlikleri hakkında söz sahibi olamadığı bir toplum, baskı altında olana karşı daha sorunlu ve keyfi davranışlar sergilenmesine neden olarak demokratik katılımı zehirler. Onlara yönelik mitler üreterek, yaşamlarını kısaca alır. Bu aslında insanlığın en başından beri farklı formlarda da var olan diyalektik bir ilişkidir.   

Adil bir devlet sadece heteroseksüel aileleri değil, bireyleri de korur. Eşcinseller buna dahildir.

gericilik-ve-siddet-politik-bedenler-despotizme-karsi-1

John Corvino ve eşi Mark Corvin, John’un yiğeniyle beraber, ABD, Michigan, NY Times

The Washington Post’ta geçen ay kaleme alınan bir köşe yazısında otoriter figürlerin birbirlerini nasıl kopyaladıklarını ve aslında farklı dizaynlar içinde olsalar da benzer politik söylemlerden yararlandıklarını açıklıyordu. Rejimlerin ürettikleri kendilerine özgü eskatolojik anlatıları, baskının yeniden üretilmesini sağlamak ve kendini inşa etmekle kalmıyor, aynı zamanda o toplumun bir parçası olan bireyleri ve kimlikleri hedef alarak dışsallaştıran bir bariyer de inşa ediyor. Böyle yaparak bu dışsallaştırmayı ebedileştiriyor ve anlatıya da eleştirilemez kılıyor. Kadın ve LGBT bedenleri üzerine düşündüğümüzde ataerkil ve muhafazakar şiddetin onların cinsel yaşantılarına, cinsiyet kimliklerine, kendilerini ifade etme biçimlerine, fiziksel şekillerine ve mevcudiyetleri hakkında preskriptif bir işleyişe sahip olduklarını görüyoruz. Bunun arkasında da onların varlığını cinsel objelere indirgeyen dini ve ahlaki bakış açıları yatıyor. Halbuki kişi, cinsel yönelimi ve cinsiyeti fark etmeksizin bireysel haklardan mahrum bırakılamaz veya varlığı hakkında spekülasyon yaratılıp stereotipleştirilemez. Kendimizi nasıl tanımladığımız kadar toplumsal alanda ne ölçüde kendimizi var edebildiğimiz ve bu anlatılara nasıl dahil olduğumuzu sorgulayabilme hakkımız da önemlidir. İnsanlar, nesneleri ve kimlikleri gruplaştırarak algılamaya yatkın olsa da bu insanları doğru sonuçlara ulaştırmaz. Kişi olabildiğince yüzeysel bakış açılarından uzak durmalıdır. Bu en çok trans ve eşcinsel bedenlere zarar vermektedir.

Ünlü tarihçi ve enetelektüel yazar Harari, heteroseksüelliğin bir anlatı biçimi olduğunu söylerken yanılmıyordu. İnsanlar karşı-cinslerle olan evliliklerini ve cinsel ilişkilerini dizayn ederek tarihi ve kültürel anlatılar üretmişlerdir. Belirli tabular yaratarak onların altında acı çekmiş ve onlara meydan okumuşlardır. Heteroseksizm de bu tabulardan biridir, doğal değil ancak işlevsel bir anlatıdır. Cinsellik sosyal bir araç olduğu gibi, natalizme indirgenebilecek de bir fenomen değildir. Tek biçimde olmadığı gibi tek tip bir anlatıma ve duygulanıma da dayanmaz. Cinsel azınlıklar, bu tip anlatılar altında silinmeyi ve dışsallaştırılmayı hak etmezler. Hatta eleştirel bir şekilde bakıldığında, bunun işlevesel bir gizemselleştirme aracı olduğu görülür. Bu yönüyle heteroseksist obskürantizm, otoriteryenizme hizmet eder. Bu yüzden adil devletler sadece heteroseksüel aileleri değil, bu aileler dışında kalan aile ve kimliklerin esenliğini korumakla da yükümlüdür. Aile, geleneksel değil, dayanışma yoluyla kurulan bir sosyal kurumdur. Toplumlar bilgi ve aktif katılımla inşa edildiğine göre, farklı aileler mümkündür. 

Nefret ve inkar köklü bir sosyoekonomik sistemin üretimi

Yaşadığımız toplumların sosyal mekanizmasını iktisadi sisteminden bağımsız düşünemeyiz. Ülkeler, barındırdıkları refah seviyesi ve gelir dağılımı adaletine göre bir siyasi arena oluştururlar.  Refahları ve kalkınmaları arttıkça kamuya ve kişiye yönelik suçlarda azalma görülür, toplumsal huzur yükselir, kişilerarası iletişim daha sağlıklı bir noktaya evrilir, homojenleşir ve böylece demokrasi hedef almak değil kolektif bir kamu barışı inşa etmek üzerine kurulur. Bu sayede madunlar asgari yaşam koşullarına sahip olabilir. 

Adaletli gelirin sağlandığı ve hakkıyla kazancın mümkün olduğu bir sosyal sistemde, sosyal kurumlar reform edilerek kapsayıcı kurumlar ve kozmopolitan bir eğitim sistemi üretilebilir. Eğitimin kar etme ve din odaklı değil, seküler demokratik vatandaşlık bilinci üzerine kurulduğu, böylelikle vatandaşlar arası sorumlulukları hatırlatan, diğer yandan eleştirel düşünceyi ve ilerlemeyi teşvik eden bir karaktere bürünebilir. Bunların mümkün olabilmesi için bireysel hakları ve kozmopolitan değerleri temele almak gereklidir. Kültürel yapısı ve sosyal statüsü fark etmeksizin her vatandaşın insanlığa dair temel hakları ve bireysel/sosyal diğer kimlikleri öğrenmesi gerekir. Medeniyetler arasında köprü kuran kozmopolitan eğitim sistemi ancak böyle oluşabilir. Bu eşcinsellerin ve transların varlığını ve haklarını da kapsar çünkü eşcinsel olmak siyasi bir duruş ya da cinselliğe indirgenebilecek mahrem bir alan değildir. Duygusal, sosyal ve cinsel bir insanlık halidir. İnsanlık hallerini anlayabilmek cinsel ve cinsiyet sınırlarımıza dair geniş bir çerçeve/algılama sunmakla kalmaz, ayrıca dekorasyonlar içinde farklı insanlık hallerini görmemizi sağlayabilir. Böylelikle korku tüccarlığına dayanan otoriter psikopatolojinin tahakkümü önlenmiş olur. Dini totaliteryenizm engellenir. Bilgi, korkuyu ve nefreti azaltır, anlayışı ve rasyonelliği arttırır. Bu sayede doyumsuz şirket politikalarından, Makyavel devlet yöneticilerinden, sosyal yabancılaşmadan kurtulabilir ve insanların kendilerine ve içlerinde bulundukları topluma duyarlı oldukları toplumlar inşa edilebilir. 

1970’lerin sonuna doğru neoliberal iktisadi sistemin yükselmesi coğrafyaları farklı şekillerde etkiledi. İlk başlarda sol hareketleri bastırma ve muhafazakarlaşmaya yönelik burjuva-merkezli bir dönüşüm meydana getirdi. Paralel olarak, dünyada köktendinci hareketler de yükselişe geçti. Gelişmiş Avrupa devletleri, zamanla neoliberal iktisadi sistem üzerinden oluşturdukları sosyal liberal bir sistemden faydalanırken, yarı gelişmiş devletler daha da muhafazakarlaştı ve illiberal demokrasi ve popülizm kaçınılmaz oldu. Özünde bireyleri rasyonel failler olarak ele alan bu sistem, insanı ekonomik çıkarlara göre hareket eden bir canlıya (homo economicus) indirgediği için demokratik değerler de zarar gördü. İşçi örgütlenmeleri ve protesto karşıtı yasalar yürürlüğe girdi. Gelir dağılımı daha da adaletsizleşti, bu adaletsizliği gizlemek için kimlik çatışmaları kullanıldı. Bundan en çok marjinal/baskılanan gruplar zarar gördü. Sosyal refahın azalmasıyla kar etme odaklı eğitim sistemi üretildi ve yoksul kesimler kaliteli eğitimden mahrum bırakıldı. Kimi zaman anti – entelektüalizm yükseldi. Militarist propagandalar arttı ve ABD, özellikle Cumhuriyetçi Parti (GOP)’ye yakın yeni muhafazakar (neo cons.) bürokratların desteğiyle, diğer devletlere karışarak deregülasyon düzenlemelerini teşvik etti. Bush Jr. döneminde askeri müdahalelerde bulunuldu. 

Neoliberalizmi direkt olarak muhafazakarlıkla eşleştiremesek de çıkar odaklı ve gelir eşitsizliğini teşvik eden finans-merkezli bir ekonomik yapı ülkelerin seküler, demokratik ve adil niteliklerine zarar verebilir. Sistem krize girdiğinde statükoyu korumak için otoriter eğilimler arttırılır. Bir kültür savaşı inşa edilir. Dolayısıyla sermaye ve dezavantajlı, yoksul gruplar arasında bir denge kurmak adil ve demokratik devletlerin görevi olmalıdır. Barınma, çalışma, sağlık gibi temel hakların karşılanması, dini özgürlüğün tesis edilmesi ve medya temsiliyetinde vatandaşlara ayrımcılığın ortadan kaldırılması gerekir. Homofobinin kurumsal bir ideoloji olduğunu düşünürsek, ailede başlayıp eğitim sürecinde devam eden ve eşcinsellerin eşit yurttaşlık haklarını engelleyen bir sistemin adil olmayan bürokratik ve iktisadi baskıcı rejimlerde yeniden üretildiğini söylememiz yanlış olmaz. Dolayısıyla sosyal inşanın yeniden kurgulanması gerekir. Hiçbir din, kültürel değer, “aile yapısı” veya ideolojik doktrin kişilerin yaşamlarından ve öz-saygınlıklarından daha değerli olamaz. 

Türkiye’de de İslamcılık ve onun halk içinde teşvik ettiği sadist psikopatoloji de benzer şekilde yoksullukla ve para-merkezli bir sistemle derinleşmiştir. İslamcılık, eskatolojisini anti-modernizm üzerine kurduğu için homofobi, transfobi ve mizojini ile yakından ilişkilidir ve yoksullaştırmayla bağlantılıdır. Yoksullaştırılan halk kitleleri metafiziksel anlatılar etrafında endoktrine edilir ve demokratik düşünme becerileri köreltilir. Böylece tahammülsüz ve kolektif narsisizme dayanan bir düzen ortaya çıkarır. Yani kendi sistemlerine ait görmedikleri her yapıya saldırma ve engelleme eğilimleri artış gösterir. Bu yüzden sınıf öfkesi ve kimlik çatışmasını teşvik eder. Bunu da insanların bireysel gelişimlerini önceleyen sosyal sisteme karşı çıkarak ve muhafazakarlığı ve belirli meta-anlatıları daha iyi ve eşit bir yaşamın üstüne koyarak sağlamıştır. LGBT aktivizmi bu tuzağa düşmeden kendisini de sorgulayabilmelidir.

LGBT hakları ve aileler çelişen kavramlar değildir

Var olduğumuz ülkelerde, ne tür sosyal, kültürel ve dini dizayna sahip olursak olalım bir gelecek kaygısıyla yetişiriz ve bunun üzerine hayatımızı inşa ederiz. Kendimize ait niteliklere sahip çıkarak, bireysel otonomimizi koruyarak güvenli ve huzurlu bir statü hayaliyle yaşama motivasyonu üretiriz. Bunu üretebilmek için stereotipik yargılardan, muhafazakar ve ataerkil şiddetten, dini istismarlardan korunabildiğimiz bir sosyal düzene ihtiyacımız vardır. Türkiye’de ise bunun tam tersine bir süreç 1950’den beri işlemektedir. Bugün geldiği seviye ise oldukça endişelendiricidir.

Feshane’deki menin “satanist, çıplak, sapkın LGBT propagandası” içerdiği gerekçeyle düzenlenen saldırı, gey, lezbiyen ve transların ihtiyaçlarına ve haklarına yönelik kurulan derneklerin kapatılmak istenmesi, karma eğitimin hedef alınması, kadınların ve LGBT haklarının muhafazakar medyayla hedef alınması, tarikat başlarının el üstünde tutulması, yolsuzluk rejimi, sömürü sistemiyle büyütülen yeşil sermaye, dini kurumlarda meydana gelen çocuk istismarının hukuken üstünün kapatması, 6284 sayılı kadınları domestik şiddetten koruyan kanunun kaldırılmak istenmesi, yasaklanan konser ve festivaller, insanların seks hayatının hedef alınması, RTÜK’ün ‘ahlaka’ dayandırdığı cezalar, ekonominin dini kitaplardaki referanslarla yönetilmesi sonucu meydana gelen fakirleşme, basın özgürlüğünün azalması. Bunların hepsi birbiriyle bağlantılıdır ve gerici şiddet ile doğrudan ilişkilidir. 

12 Eylül darbesinden sonra hızla İslamileştirilen ve patronaj bir sisteme evrilen Türkiye’nin bugünkü iktisadi ve sosyal sorunlarının kaynağını LGBT hakları üzerinden bu yönle düşünmek de mümkün. Toplumdaki, bürokrasideki ve ekonomideki yozlaşmayı da LGBT karşıtlığı üzerinden manipüle etmenin ve nefret yöneltmenin amacı da esasen bu. AKP-MHP, Türkiye’de yaşam ve eğitim kalitesini düşürmekle kalmadı, ayrıca topluma homofobi ve mizojini pompalayarak saldırgan eğilimleri ve eşitsizliği derinleştirdi. Sağ popülist söylemlerle muhalefeti ve azınlıkları kıstırdı. Yandaş klikler üzerinden adil olmayan bir yapı meydana getirdi. Demokratik ve huzurlu bir gelecek tahayyülünü köreltti.

Son olarak, dalgalar halinde büyüyen bu muhafazakarlaşma ve bastırmanın ayrıca arkasında “psy-op” (psikolojik operasyon) teknikleri olduğunu belirtmekte fayda var. Harvey Milk gey hakları aktivizmi yürütürken muhafazakarlar, 1970’ler ABD’sinde topluma eşcinseller hakkında sürekli dezenformasyon yayarak ve onları mevcut normların içinde en kötü gösterecek şekillerde hedef alarak nefret körüklediler. En ağır ithamlarla eşcinsellerin yaşamını ve aktivizm hareketini hedef aldılar. Bugün benzeri Türkiye’de İslamcılar tarafından LGBT aktivizmine ve cinsellik/bedene yönelik çalışmalara yapılıyor. Bu insanlar sadece eşcinselleri var olan ve istenmeyen bir canlı çeşidi olarak konumlandırıyor ki bu da kimliği dehümanize etmek oluyor. Sosyal ve siyasi olarak kimlik görünürlüğünü hedef alarak kendi muhafazakar yargılama biçimlerini bir sosyal grubun üzerine empoze edip nefret siyaseti dil ve yayın organları üzerinden üretiliyor. Özellikle çocuklar üzerinden tartışmayla kimlikler şeytanlaştırılıyor.

Rusya’nın 2022’de Ukrayna’yı işgali başladıktan sonra Kremlin’in savaş için aldığı desteği arttırmak ve ABD’de GOP’un (Cumhuriyetçi Parti) Demokratları 2024 seçimlerinde yenmek için homofobik ve transfobik propagandalar ve dezenformasyon üreterek dünya üzerinde bir çeşit proxy war ürettiğine şahit oluyoruz. Türkiye’de de iktidar destekçisi medya aynı teknikleri kullanarak bu çalışmaları yürütüyor. Türkiye, muhafazakar çoğunluklu bir ülke olsa da bu istismara susmamak gerekiyor, çünkü bu hedef göstermenin zamanla nereye varabileceğini bilmiyoruz. İslamcıların ve faşistlerin bu ülkede örtük olarak kimlerin ölümüne ve intiharına neden olduğuyla ilgili veriler de elimize ulaşmıyor. 

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: insan hakları, yaşam, siyaset
İstihdam