10/03/2022 | Yazar: Alp Kemaloğlu

Yuva, yuva olmaktan ne zaman çıkar? Bir eşik midir geçilen? Bir sınır mıdır aşılan? Yuvayı zamanda ve mekânda nereye konumlandırabilirim?

Gitmek Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Gitmek ancak geri dönme ayrıcalığımız olduğunda salt bir gitmek olabiliyor. Tatile, işe, arkadaşla yemeğe, koliye gittiğimizde geri dönebileceğimiz bir yuvamızın olması halinde yalnızca gitmekten bahsedebiliyoruz. Böyle bir yuvamızın olmadığı durumlarda ise “gidip …” şeklinde yeni edimler peydahlanıyor.  Yaşamımızın gerçekliği sık sık gidip kalmaya, geri dönememeye, yollarda kaybolmamıza evriliveriyor. Burada olan şey dönecek bir yuvamızın olmayışı mı gerçekten? Yoksa yuva sandığımız yerin aslında yuva olmadığını fark etmek mi? Ya da yuvamızdan şüphe etmek mi? Veya yuvamızı bir başkasında aramak mı?

Yuvayı yuva yapan nedir peki? Bir aidiyet hissi midir? Aşinalık mı? Kapsanmak mı? Korunmak mı? Herhangi tek bir şeye indirgeyemeyeceğimiz kesin ama yine de şu soru önemli: Yuva, yuva olmaktan ne zaman çıkar? Bir eşik midir geçilen? Bir sınır mıdır aşılan? Yuvayı zamanda ve mekânda nereye konumlandırabilirim?

Yuvanın ne olduğundan ziyade hayatımızda nasıl görünür hale geldiğine bakmanın konuyu üzerine daha rahat söz söylenebilir bir hale getirebileceğini düşünüyorum. Zira bence yuva dediğimizde kendimize görünenle kendimizi yuvamızda hissettiğimiz hal çoğunlukla eşleşmiyor. Aile, ülke, topluluk ve diğer tüm yuvam dediğim şeyler aslında sadece kendime görünür kılabildiğim şeyler oluyor, yuvam değil. Yuvam derken “bana ait” bir şeyden mi bahsediyorum yoksa “ait olduğum” bir şeyden mi o bile belli değil? Dil bilgisi kurallarının belirlediği sınırların içinde düşünürsek ilki gibi görünüyor ama kaçımız yuvayı “ait olduğum” yer olarak tanımlıyoruz aslında?

Kendimi görünür kılabildiğim yuva ile kendi yuvam arasındaki bağın yakınlığı benim kendimi rahat hissederek ne kadar mesafe “gidebileceğimi” veriyor sanırım. Buradaki ters orantı (bu bağ ne kadar yakınsa o kadar uzağa gidebilmek) çoğumuzun farkında olmadan üzerinden atlayıp geçiverdiği bir ilişki gibi geliyor bana. Öyle olmasaydı dünyadaki yegâne yuvamıza, kendimize, daha yakından ve daha samimi bir şekilde bakabilirdik zannediyorum. Zira yuvaya dönmemeyi keşifle, macerayla ve en nihayetinde özgürlükle eşleştirip her gittiğimiz yere yuva diyebilmeyi bir beceri olarak sunmak trend oldu. Ama burada unuttuğumuz bir şey var ki uyumlanma becerileri hayatta kalmakla ilintilidir. Neden sürekli olarak hayatta kalma vitesinde yaşıyoruz? Neden vitesi düşürüp yaşamın keyfini çıkarmıyoruz? Durup bunu bir sorgulamak gerekiyor.

Tercihe bağlı değil de zorunlu gidişlerse bizi otomatik olarak bu hayatta kalma haline sokma potansiyeline sahip oluyor. Böyle zamanlarda işe yarayan reflekslerimize hayatta kalmak için güvenmesine güveniyoruz fakat giderken kendimizi de götürebiliyor muyuz? Bu gidiş bizi nasıl etkiliyor? O yol nasıl bir yol? Hele bir de yuva dediğim aslında bir fikir, bir alışkanlık, üzerine düşünülmemiş, kendimden olmayan bir şeyse bu zorunlu gidişler büyük bir kayıpla sonuçlanabiliyor. Öyle ya da böyle bir şekilde bana “ben” hissini veren bir yuvadan ayrılmak zorunda kaldığımda ve “ben”in büyük bir kısmı bu yuvaya aitse o zaman gittiğim yere varan artık kim olacak? “Ben”den bir parçam mı varabildi? Bu parça pasaportun verildiği ülke mi? Öfkem mi? Yaşadığım şok mu? Pişmanlık mı? Ferahlık mı? Ve ben bu parçanın üzerine yine bir “ben” kurabilir miyim?

Kendimi bir başka şeyle ya da başkasıyla ilişkilendirmeden ya da bu ilişkinin dönüp kendimi yeniden ve yeniden şekillendirmesine müsaade etmeden yaşayamayacağımızı düşünüyorum. Peki kendim dediğim şey her karşılaşmayla yeninden kurgulanabilen bir şeyse ben kendime nasıl bir yuva bulabilirim ki? Yuva denince bir sabitlik, her daim orada olabilecek, ihtiyacımız olduğunda ve istediğimizde içinde kendimizi konforlu hissedeceğimiz bir yer hayal ediyoruz. Bence bu gerçekliğe olabildiğince yakın bir hayal ama nasıl ki dünyanın dönüşünü hayat içerisinde hissetmiyor oluşumuz dünyanın dönmediği anlamına gelmiyor, yuvamızı her daim sabitmiş gibi algılıyor oluşumuz yuvamızın da her daim sabit kaldığı anlamına gelmiyor. Çocukluğunun Türkiye’sini özleyen, gençliğinin enerjisini özleyen, eski sevgilisini özleyen, bir zamanlar orada olan ama artık orada olmayanı özleyen herkes aslında bu gerçekle karşılaşıyor. Fakat çoğu zaman bu gerçekliği idrak edecek bir dayanma gücümüz olmadığını da içten içe biliyorum. Yuvam dediğim yer de sürekli değişecekse ben yaşamıma nasıl tutunacağım?

Yaşamım dediğimde aslında hem yuvamdan hem de kendimden bahsediyorum: Ne o ne diğeri; o ve diğeri / hem o hem diğeri. İçinde olmadığım bir yuvada yaşayamam. Bir yuvam olmadan ben yaşayamam. Ben ve yuvamın olmadığı şeyse bir yaşam değildir. Bununla birlikte ben varsam yuvam da var ve tam tersi. O zaman bana düşen yaşamak oluyor. Ama nasıl bir yaşam?

“Nasıl bir yaşam?” sorusu çoğumuzun farkında olmasak bile karşılaştığı, bilinçli olarak olmasa bile salt eylemle cevapladığı bir soru. Bununla birlikte lubunya bu sorudan kaçamadığı gibi çok çok uzun süre soruyu boş bırakıp vakti kalırsa tekrar dönmek için diğer sorulara geçiyor. “Nasıl bir ben?” ve “Nasıl bir yuva?” sorularının kat sayısı varoluşumuz nezdinde daha yüksek midir nedir önceliği hep bu sorulara vermek durumunda kalıyoruz. Tam cevabını buluyoruz bir başkası diyor ki “Hayır, sen o değilsin, ancak bu olabilirsin”. Açık uçlu sandığımız sınav sorusunun bir anda tek doğrusu olan çoktan seçmeli bir soru olduğu bize söyleniyor. Bir yandan bu soruya itiraz ederken diğer soruya cevabımızdan puan kırılıyor: “Burası yuvam demişsin ama biz burada seni istemiyoruz.” Bir yandan süre de geçip gidiyor, cevapları dolayımsız bir şekilde bende olan bu sorulara verdiğim cevaplar kabul görmedikçe tüm yaşamım bu sınav oluyor ve “Nasıl bir yaşam?” sorusu atlanıveriyor.

Lubunya, hayatı hiç bitmeyen bir sınav olarak yaşamamak için gidiyor. Yurt dışına, başka şehre, köye, denize, dağa, taşa, kulübe, partiye ve en nihayetinde bildikleri dünyadan topyekûn gidiyorlar. Halbuki bir an bu sınava girmek zorunda olmadığımızı hissedebilsek, yaşamak için bir sınavdan geçmenin absürtlüğünü de net bir şekilde görebiliyoruz. İşte o zaman olduğumuz her yer yuvamız, her sözümüz, düşüncemiz, eylemimizse kendimize ait bir yaşam oluyor. Sınava girmiyor olmak sınavı ortadan kaldırıyor değil. Her an birileri bizi kıstırıp tekrar bu sınava sokmaya çalışabilir. Her seferinde karşı koymak, mücadele etmek katlanılamayacak kadar zor olmasına ek olarak bir yandan tüm yaşamım bu sınava girmemeye çalışmak haline gelmiş olabilir. Zorunlu gidişler ve hayatta kalmak derken de aslında kastettiğim buydu. Bu sınavla mücadele edecek halim kalmadıysa kendimi, yuvamı ve yaşamımı alıp gitmek benim için yapılabilecek en dürüst hareket olabilir.

Dürüst bir gidiş demek değildir ki acıdan, pişmanlıktan ya da suçluluktan muaf olacak. Pekâlâ canımız acıyarak, üzülerek, kahrolarak, bağlarımızı kopararak gidiyoruz. Herhangi bir gidiş sanmıyorum ki pürüzsüz olabilsin. Bununla birlikte, sanmıyorum ki herhangi bir gidiş aynı zamanda tamamen olumsuz bir değer taşısın. Bu bilinmezliğin ortasında kendimi, hep benimle olan yuvamı ve adım adım ilerlediğim yaşamımı hatırlamak ne işe yarar? Bu bilinmezlikte aynı zamanda daha önce düşünmediğim, yapmadığım veya karşılaşmadığım bir dünya kurgulayabilir miyim? Bilinmezlik korkutucu olduğu kadar sahipsiz de. Kimseye ait olmayan bu bilinmezliği kendimle harmanlarsam benim bir parçam olur mu?

Cevaplarını bilemediğim bu soruları gitmeyi düşünmüş, gitmek zorunda kalmış ve gitmekten başka çıkar yol bulamayan tüm lubunyalarla beraber soruyorum. Umarım vardığımız yer hep kendimiz, yuvamız ve yaşamımız olur.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: yaşam
İstihdam