26/07/2010 | Yazar: Yıldırım Türker

Başbakan, neredeyse takip edilemez hızda anlatıyor, gösteriyor; sahneden bir an olsun inmiyor. 

Başbakan, neredeyse takip edilemez hızda anlatıyor, gösteriyor; sahneden bir an olsun inmiyor. 
Geçenlerde 70 milyonun gözleri önünde tıkandı, uzun uzun yutkundu ve dolu dolu gözler ve acıyla çatallanmış bir sesle bitirebildi okuduğu mektubu. Mektup, Allah’a sığınan bir 12 Eylül kurbanının ana babasıyla vedalaşmasıydı. 

Erdoğan, gözyaşlarının üstüne geçen hafta kadın örgütü temsilcileriyle toplandı. Onlara yaptığı konuşmada bir katılımcının, ‘bir yanınıza şehit anneleri, bir yanınıza Cumartesi Anneleri’ni alarak terörün çözümü konusunda topluma mesaj verin’ önerisine ekşimiş Türkçemizle ‘sıcak bakmamış’. Toplantının açılış konuşmasında bir zamanlar aman benzemeyelim diye adını andığımız, şimdinin güçlü Arjantin’inin faşist cunta döneminde mücadelesini sürdüren Mayıs Anneleri’ni örnek göstermişliğine bakmadan şöyle buyurmuş: “Ne iş yaptıklarını bilmiyorum, Cumartesi Anneleri birileri tarafından kullanılıyor.” 
Kimileri onlarca yıldır kayıp evlatlarının, eşlerinin, yakınlarının yolunu gözleyen acılı insanlar konusunda o çok iyi bildiğimiz Kasımpaşalı hoyratlığını sergileyivermiş. 

Aynı toplantıda bazı katılımcılar kadının sadece ‘annelik’ özelliğiyle anılmasını, kadına başka bir kimlik yakıştırılamamasını eleştirmesi üzerine demokrasi havarisi gözüyaşlı başbakanımız, “Ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum. Onun için fırsat eşitliği demeyi tercih ediyorum. Kadınlar ve erkekler farklıdır, birbirinin mütemmimidir” diye haykırmış. Yani tamamlayıcı. Erdoğan’ın memleket kadınına 3 çocuk doğurması gerektiğini buyurmasından yola çıkarak bu tamamlayıcılık vurgusunun neye tekabül ettiğini biliyoruz. Kadın, erkeği üç çocuk doğurarak tamamlayabiliyor, yiğidimizin itikadınca. 

Toplantının dökümünü kimi tanıkların dilinden okuduğumuzda Başbakan’ın, mütemmim cüz addettiği kadınlar karşısında kişiliğinden ve  duruşundan hiç taviz vermeden her konuda kendilerine had bildirmiş olduğunu anlıyoruz. Nitekim kadın kotası ve Avrupa Konseyi’in bu konudaki tavsiyesinden dem vuranlara “Avrupa Konseyi kararı bizi bağlamaz” demiş. Anadilde eğitim mümkün değil, demiş. Seçim barajının düşürülmesi yönündeki önerilere ise, “Baraj tartışılabilir. Ancak şu anda Türkiye’nin istikrarı için bir süre daha tek parti ile yönetilmesi lazım” noktasını koymuş. Doğal olarak o süreye de kendisi karar verecek. Mütemmim cüz, bu konulara tırmanamaz. 

Şimdi, bu toplumun akıllıları ile safları hep bir ağızdan Erdoğan’ın 12 Eylül kurbanlarından alıntılar yaparken ağlamasının bir gösteri mi yoksa içten gelen bir duygulanma mı olduğunu tartışıyor. 
Adeta bu konuda varacağımız karar belirleyecek referandum konusundaki tavrımızı. 
Oysa biz Erdoğan’ı, kendisini hapse yollayan o şiir sandığı berbat manzumeyi okurken de gözyaşlarının eşiğinde görmüştük. Kendisinin yeri geldiğinde ne kadar duygusal bir tatlı-sert delikanlı olduğunu biliyoruz vesselam. Ama bütün şov dünyası erkekleri gibi kararınca duygusal, daha çok kendi kibri ve hassas ruhuna ağlayabilen, gözyaşlarını boşa harcamayan bir büyüğümüz olduğunu da. 

Delikanlılığıyla kadın-erkek hepimizin gönlünde taht kuran, erkeklik hipertrofisiyle malul, sözgelimi İbrahim Tatlıses türü adamların zorbalıklarını meşru kılabilmek için gözyaşı hamlelerine sıkça maruz kalırız. Âlem içinde kadın pataklayan, burnundan kıl aldırmayan bu tür adamların zamanı geldiğinde kıllı göğüslerini yumruklayarak gözyaşları döktüğünde bu toplumun içi gider. 

Dolayısıyla iyi hesaplanmış gözyaşı hamleleri her zaman işe yarar. 
Başbakanın gencecik bir delikanlının ölüme gitmeden önce yazmış olduklarını okurken gerçekten boğazına bir yumru tıkanmıştır. O anki halinin provası gecelerce sürmüş bir sahne olduğuna inanmıyorum. Gözyaşları da sahiciydi muhtemelen. Ama ne önemi var? 
Bir kısmı Ergenekon davasıyla tutuklanan kan tacirlerinin kayıp ettiği sevdiklerinin mezarına bile kavuşamadan yıllardır kar demeden yağmur demeden toplanıp devletten hesap soran acılı analar onu ağlatmıyor işte. 
Zamanında Türkiye Irak savaşına katılmasın diye çırpınanları da duygusallıkla suçlamıştı, hatırlarsanız. 

Kısacası onun gözyaşları bizimki kadar tuzlu değil. 
Duygusallıkla  suçlanan, aklıselim tüccarları tarafından kadınlığın tekamül etmemiş, akıl dışı dünyasına sürülmekle tehdit edildiğini bilir. Çocukların, kadınların, hayvanların o tuhaf, akıl almaz dünyasına. O dünyanın akla çelme takan, zayıflığı yücelten iklimini yurt edinen, sözünü rüzgâra emanet etmiştir bir kere. Asla ciddiye alınmayacak, ‘bencil hesapların buzlu sularından’ sonsuza dek sürgün edilmiş olacaktır. Evi çekip çevirecek olanlar, bezgin bir küçümsemeyle onları susturur. Saçmalığın, enayiliğin de bir sınırı vardır. Bu milletin duygusallığın paylaşılabilirliği konusunda gösteri sanatlarıyla kirlenmiş bir belleği vardır. Kimi popüler şahsiyetler, karşılarında kamera görünce, bir empati fazlasıyla gözyaşlarına hakim olamayıp parsayı toplar. Onların duygu patlamasına can kurban. Meğerki delikanlılık raconundan nasibini almış, mangal yüreğinin tütmesiyle boşanıveren gözyaşlarına gem vuramamış olsun. 

Duygusallık, saldırgan bir stratejiyle alanını genişletmeye çalışmadığı sürece komiktir. Aksi takdirde cezasını bulur. Her duygusallığın ardında kurnaz bir hesabın gölgesi okunabilir nasılsa. Muktedirler bilir: Ayak direyen, uslanmayan duygusallık, ardına gizlendiği fesadı açık ediverir. “Yeter artık. Açık konuş. Sen neyin peşindesin?”
Şimdi 12 Eylül’ün vahşetini anarken tıkanıveren Başbakan, yakın zamana kadar işkenceci bir korumayla gezmekte bir beis görmemişti. 

Birkaç yıl önce Rotterdam’da Türk vatandaşlarıyla sohbet ederken, tam inancından dolayı kimsenin kimseyi yargılamaması üzerine atıp tutarken DHKP-C’li bir kişi “F tipi cezaevlerinde 112 kişi öldü, onlara işkence yapıldı. Sizin koruma müdürünüz Maksut Karal da işkence yaptı. Onu niye tutuyorsunuz” diye bağırmıştı. Salondaki lobi misyoneri vatandaşlar protestocuyu yuhalarken --- elbette, ne sandınız--- korumalar da bu kişiyi yaka paça salondan çıkarmıştı. Tam gurbetçi vatandaşlarıyla özlem giderip hasbıhal ederken ağzının tadı kaçıveren Başbakan konuyu şöyle bağlamıştı: “Bir defa bizim dönemimizde olmuş bir hadise yok. İkincisi, açlık grevi niye yapıyorsun? İnsanın kendine emanet edilen şu vücuda işkence etme hakkı yoktur. Şiir okuduğumuz için biz de cezaevine girip çıktık. Bunları öyle birine söyle ki, bu işin mantalitesini bilmeyen biri olsun, provokatör bir mantaliteyle hareket etmek yanlış. Bu kadar insanın huzurunu bozmaya kimsenin hakkı yoktur” 

Başbakan, yanı başında duran korumasının işkenceci olduğunu haykıran kişinin iddiası henüz  oradaki bütün kurt dişlerini fosforlu aydınlatan bir avize gibi havada asılıyken açlık grevi hakkında değerli bir teolojik tanım sunuyordu. ‘Bu vücut senin değil, sana emanet. Ona işkence etmeye hakkın yok’. Tam da o lanet olası avizenin altında söylenen bu sözler üstüne, insanın aklına ‘pekiyi işkence görmeye ihtiyacımız olduğunda başkasına mı başvurmalıyız. Korumanızı ödünç verir misiniz?’ diye sormak geliyordu elbet. 

Velhasılı kelam, Başbakan, onun yiğit konuşmaları karşısında gözyaşlarını esirgemeyen Arınç, İstiklal Marşı’nı ezbere okuyan 5 yaşındaki kızın duygulandırdığı Çiçek ve beneri zevatın samimiyetini tartmak bizim işimiz olmamalı. Başbakanın 30 yıl sonra gündemine alabildiği 12 Eylül mezalimi hakkındaki gözaşlarını uzun uzun tartışmak da. 
Referandum’da evet ya da hayır demeye hazırlananlara ışık tutacak bir bilgi yok bu gözyaşı arkeolojisinden çıkacak. 

AKP, elbette kendi çıkarları doğrultusunda yürütüyor Anayasa değişikliği mücadelesini. 
Kanımca bizim de aynı şeyi yapmamız gerek. 
Gürültü edenlere kulak asmadan.



Etiketler: yaşam, siyaset
İstihdam