21/01/2022 | Yazar: Beren Azizi

Kadınlar bedenlerini özgürce kullandıkları için kocalarına “Peki kocası olarak siz ne diyorsunuz?” (Yani adam gibi adam mısınız değil misiniz?) zehrinin akıtıldığı bir toplumda kadın cinayetlerini durdurmak mümkün olamayacaktır.

Gülşen’in kocası ne der, demek namus cinayeti zihniyetin sesidir Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Bu ülkenin en önemli kadın erkek eşitliği mücadelelerinden biri “iffetli” kadın ve “iffetsiz” kadın arasında ayrımı yere çalma mücadeleleridir ve o mücadeleler yıllardan beri sürüyor.

Uzun yıllar boyunca bu ülkede “iffetsiz” kadına tecavüzde faile üçte iki oranında indirim yapıldı. Kadınlar bu rezil Ceza Kanunu maddesinin kaldırılması için iptal davası açtıklarında içlerinde Ahmet Necdet Sezer’in de olduğu dönemin yedi Anayasa Mahkemesi üyesi – tabii ki hepsi erkekti – tecavüzün iffete karşı işlenen bir suç olduğunu söylediler ve dolayısıyla iffeti olmayan fahişe bir kadının iffeti olan bir kadın kadar tecavüzden zarar görmeyeceği zırvalığını hükmettiler. Ancak insanlık onurundan nasiplerini almış kalan dört üyeyse iffetsiz kadına üç kere daha tecavüz edin diye teşvik ediyorsunuz, fahişeye tecavüzde indirim eşitlik ilkesine aykırıdır dediler.

Tabii ki bu yüz karası kanun maddesi kadınların feminist mücadeleyi de yaygınlaştıran toplu mücadelesiyle tarihin kadın düşmanı çöplüğüne gönderildi. Tıpkı zina suçu gibi. Zina suçu da kadın ve erkek arasında eşitsizce düzenlenmişti. Kadının bir kerelik aldatması zina sayılırken erkeğin ancak dost hayatı yaşaması zina sayılıyordu. Erkeğin elinin kiridir kadının alnının lekesidir zihniyetinin en iğrenç kanuni tezahürlerinden biri olan bu madde de gene yıllarca özellikle feminist kadınlarca eleştirilerek nihayet tarihin çöplüğüne gönderildi.

Bu zihniyet hukukta hala devam etmekte ve bitmiş değil. Özellikle velayet davalarında kadının “iffetsizliği” bahanesi erkeklerce kadına karşı silah haline getirilmiş durumda. Bunun yanında hemen hemen tüm kadın cinayeti davalarında öldürülen kadının aslında “iffetsiz” olduğuna dair yasak olması gereken takım elbiseli savunmalar yapılıyor. Ve bazen de bu savunmalar tahrik indirimleriyle sonuçlanıyor. Erkek yargı hemen tahrik olabilen erkeklik onuru safsatasının üretim motorlarından biri. Bu cinayet ve şiddet motoru Türkiye kamuoyunun bir kesimini böylesi birçok savunmaya maruz bıraktı. Türkiye kamuoyunun bir kesimi kolektif travmalar mağduru olarak hayatına devam ediyor.

Zaten son derece kamuoyunun gündemine oturmuş davalarda bu savunmaların yapılmasına müsaade edilmesinin sebebi diğer kadınlara ve ahlaksız olarak yaftalanmış herkese gözdağı vermek. Potansiyel katillere de kendilerini nasıl savunmaları gerektiğini göstermek, öğretmek ve yol göstermektir. Bir kadının hangi şartlar altında öldürülmesinin meşru olduğu bilgisini yaymaktır. Dolayısıyla kadınlara da öldürülmek istemiyorlarsa nasıl yaşamaları gerektiğini göstermektir.

Fahişe kadınlara tecavüzde indirim yasasının bir işlevi de buydu, diğer kadınlara mesaj vermek: İffetsizleşirsen tecavüze uğraman halinde seni daha az koruruz; çünkü evlilikteki değişim değerin düşecek. Bir mal olarak seni koruyabilmemiz için pazardaki (evlilik) değişim değerini koruman lazım. Evde kalırsan mal olarak en önemli işlevin olan üremeyi gerçekleştirmeyeceğin için sen topluma yük olacaksın.

Dolayısıyla bu sistem, kadına bir yandan hem iffetsizleşme diyor hem de yalnız yaşama, bir erkekle evlen diyor. Ancak daha da kötüsü erkeğe de karını ya da kızını iffetsizleştirme diyor. Bu tembihlediği çabanın adına “erkeklik onuru” ve “namus” diyor. Bu uğurda da erkeğin göze alacağı cinayet dahil her türlü suçu övüyor. Suçu ve suçluyu övme suçunun en azılı şekilde işlendiği kurumun haline geliyor devlet ve yargı.

Namus cinayetlerinin özeti böyle: Kadının bedensel ve cinsel özgürlüğünün kontrolü. Buna tabii ki emeğini ve ticaretini zapturapt altına alma girişimleri de ekleniyor. Böylece kadını bir maldan, bir esirden farksız hale getirmek isteyenlerin zihniyeti şeklinde karşımızda duruyor namus cinayetleri.

Kadının ticaretinin ve emeğinin denetimini biraz daha açmak istiyorum. Uzun yıllar evli kadının çalışma özgürlüğü kocasının iznine bağlıydı; çünkü aile reisi erkekti.

Sakin bunu anakronik bir okuma, tarihi kendi koşulları altında değerlendiremeyen bir “çağdaş feminist kadın” tepkisi sanma cahilliğine kapılmayın. Erkeklerin yazdığı tarihi okursanız bu “dönemin koşullarına göre değerlendirelim” zehrini içebilirsiniz; ama aile reisliği meselesine 1930’ların başında bilinen birçok kadın itiraz etmiştir. Laik devrimin onları en çok hayal kırıklığına uğrattığı konulardan biri şu aile reisliği meselesiydi. Bu hayal kırıklığı onları cinsiyetli dünyanın gerçeği ve özüyle daha çok yüzleştirdi. Örneğin Sabiha Zekeriya Sertel, 1933’te Cumhuriyet’e verdiği bir röportajda şöyle diyordu:

         “Kanun bize müsavat (eşitlik) imkanı bırakmıyor: Aile reisi erkektir. En medeni kanunlarda bile erkeğin hakkı fazladır… Farzedelim ki kadın meb’us oldu, asker de oldu, erkeğin yapabileceği her işi yaptı. Mes’ele           gene halledilmiş olmaz; çünkü mes’ele bu değildir. Şimdi de kadın         muallim oluyor, muharrir oluyor, belediyeci oluyor, avukat oluyor, hakim        oluyor, doktor ve operatör oluyor, fakat hürriyetini almış değildir. Çünkü     hukukan erkeğe itaat mecburiyetinded, evin reisi erkektir. Kadın dışarıda       çalışarak hayatını kazanmıyorsa evde erkeğin iktisaden esiridir; çalışıyor    ve hayatını kazanıyorsa, hem dışarıdaki, hem de evdeki işlerinden dolayı          mesleğinide de, ailesinde de fazla muvaffakiyet gösteremiyor… Kadın her       şeyden evvel anadır. Onun bu ağır vazifesi ve mes’uliyeti, yeni sistemler   kabul eden memleketlerde bile aile mes’elesinin en hür şekilde halledilmesine mani oluyor. Cemiyetin şeraiti (koşulları) tamamile değişirse belki bu dava halledilebilir.”

Aile meselesinin en özgürleştirici şekilde halledilmesine mani olan şeyin kadının aile kurumda annelik (çocuğa bakım emeği) ve üreme “görevi” gerekçesiyle erkeğe tabi kılınmaya çalışıyor oluşu olduğunu vurguluyor Sabiha Sertel. İşte bu tabi kılma projesi o kadar kapsamlı ve her yere yayılmış durumda ki… Kadının bedenini özgürce kullandığını gördüğümüz her an bu tabi kılma projesinin en azılı askerleri olarak kocanın ne dediğini soruyoruz. Müge ve Gülşen’le 2. Sayfa programına katılan modacı Muammer Ketenci, Gülşen’in kocasının “adamlığını” eleştiriyor, edep ahlak elden gitti diyerek diliyle eleştirdiğimiz zihniyeti meşrulaştırıyor. Çünkü Gülşen’in cevabı kendisine ağır gelmiş. Bunu modacının kendisi itiraf ediyor: O arkasını dönerek dans etmesi bana ve İzzet Yıldızhan’a yönelik alın bunu yiyin demek oluyor diyor.

Gülşen’in alın bunu yiyin cevabını kaldıramadığı için lafı tekrar tekrar kocasına getiriyor. Aslında bu kadını kadın olduğunu için toplumun sopasını kullanarak hedef gösterme girişimi değil de nedir? Hırsını alamamış olmalı ki tam o sırada Gülşen’le Ozan Çolakoğlu’nun evliliğinin “çatırdadığını” öğrenince duyduğu haberi alkışlamaktan kendini alamıyor. Ve ekliyor: Erkek olarak çok doğru karar almış, ben de düşünüp duruyordum bu adam nasıl bir erkek diye…

Bitmiyor, dik duran bir kadına karşı bu öfke ve kin ve devam ediyorlar…

Gülşen’e “kadıncağız” diyerek ve ne dediklerini gayet iyi bilerek Gülşen’i aklı kısa konumuna oturtuyorlar ve diğer kadın pop starlara “bu kadıncağıza uyma sakın yavrum” şeklinde nasihat veriyorlar. Hikaye kötücül bir şekilde kurgulanıyor: Erkekler sizi öldürmese bile boşar, işinizde de başarısız olursunuz falan filan lafları üstümüze boca ediliyor iki öpüşen insan görse binlerce lira ceza kesen namus bekçisi RTÜK’ün izbandut gibi tepelerine indiği bir ulusal kanalda.

Sunucuların da tüm cehaletiyle iştirak ettiği bu vurun kahpeye seansı bir kadını mesleğinde ve aile hayatında “kaybedeceksin” taşlamasıyla bitiyor. Aslında bu “kaybedeceksin” lafları sunucuların yorumu veya tahmini değil bir çeşit temennisi. Böyle giyindiğin için işinde ve aile hayatında kaybedebilirsin risk alıyorsun demiyorlar, böyle giyindiğin için kaybetmeni temenni ediyoruz diyorlar. Temennilerini eski moda uyduruk bir öfemizmle tespitmiş gibi sunuyorlar sadece.

Bu namus cinayeti zihniyetinin sesidir. Gülşen de bunu söylüyor, namus cinayeti zihniyetiyle bu cinayetlerin meşrulaştırılması arasındaki hepimizin yüzleşmesi gereken rabıtalara dikkat çekiyor. Diyor ki,

“Evlatlarımız tecavüze uğrayıp öldürüldüğünde o zehir dolu ‘ama’larla aynı kaynaktan çıkan ‘üzerinde ne vardı’ sorusu hangimizin nefesini daraltmadı? Bu zihniyetteki soruların aslında soru değil yargı olduğunu hepimiz maalesef ki biliyoruz. Bu sorular gibi tıpkı eşim Ozan’a yüzlerce kez sorulan ‘Gülşen’in kıyafetlerine karışıyor musunuz?’, ‘Eşinizin kıyafetleri çok eleştiriliyor siz ne düşünüyorsunuz?’ soruları da aynı zehirli kaynağa hizmet ediyor, görmüyor musunuz?”

Evet Gülşen biliyoruz ve görüyoruz. Ve tıpkı senin yaptığın gibi bu rabıtaları daha çok ifşa etmeliyiz. Çünkü yazında belirttiğin kimsenin kimseden üstün olamaması ve yaşam hakkının başkası tarafından belirlenememesi ideallerinin gerçekleşme yolu bu rabıtaları görüp yıllar önce Sabiha Sertel’in dediği gibi cemiyetin şeraitini tamamıyla değiştirme girişimlerden çıkacak. Öyleyse, kadın cinayetleri bitsin, kadına karşı şiddete karşıyız diyen herkes, bu bağlantıları görmek zorundasınız. Kadınlar bedenlerini özgürce kullandıkları için kocalarına “Peki kocası olarak siz ne diyorsunuz?” (Yani adam gibi adam mısınız değil misiniz?) zehrinin akıtıldığı bir toplumda kadın cinayetlerini durdurmak mümkün olamayacaktır, ancak göstermelik koruyucu cinsiyetçi aklamalar ve poz kesmeler şovuna dönecektir “kadına şiddete karşıyız” lafları.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: kadın, medya, kültür sanat
İstihdam