26/01/2023 | Yazar: Yasemin Öz
Biz toplumun tükürdüklerini yoldaş bilen Pınar Selek’i; 1998’den beri bu akıl, mantık ve gerçek dışı komplo ile abluka altına alınarak sivil ölüme mahkum etmeye ve hayatını gasp etmeye çalıştınız. İzin vermeyiz ki buna; ne Pınar ne biz!
Pınar Selek… Tanışmadan tanıdıklarımdan. 90’lı yıllardı gacıların, ibnelerin ve sokak çocuklarının koynunda kendine yer açan bu pıtırcık kızı duyduğumda. 20’li yaşlarımız. Pek merak ederdim; bu bizden olmadan bizi bu kadar fazlasıyla dert eden pıtırcık kızı. Azdılar çünkü. Şimdiki LGBTI+ friendly denen trendy ve ne kadar, nereye kadar, kime kadar olduğunu bilmediğim pek sevgi dolu ve havalı yaklaşımı yaratamamıştık henüz. Pek sevilmezdik.
O yıllar arkadaşlarım eğer hasbelkader eşcinselliğimi lütfedip kabul buyurdularsa bile; “Seni seviyoruz da eşcinseller ve travestiler marjinal” derdi genelde. En yüksek lütufları buydu. Ben de kalbimi; kalplerinde arkadaşlarıma yer olmayan bu faşist kendini beğenmişlere kapatırdım. Şimdilerde çoğu LGBTİ+ friendlydir, hatta hava atarlar 20-30 yıldır LGBTİ+ arkadaşımız var diye. Neyse geçelim onları, ben o yüzden de pek merak ederdim Pınarcık’ı. O sıra bir avuçtular. Biz de bir avuçtuk. Asıl o zamandı sınav zamanı. Turnosol kağıdı zamanlar. Hayatın çöpe attıklarını koklayanlar. Burunlarına mis kokumuz gelir gibi koklayanlar. Çünkü güzel kokardık. Ama karaydı kalpler. Hala kara. Bazı kalpler ışıldardı işte. Gözler ışıldardı, gülümsemeler ışıldardı. Aklı açık olmak zamansız olmaktır.
Pınar zamansız kızdı işte. Bizim de bir türlü zamanımız olmadı ki birbirimizin hayatına girelim. Ben öğrenci parasıyla gidemem İstanbul’a. “Güzel kız” derlerdi. Görmek de istemezdim bir taraftan. Çapkın zamanlarım. Bizi aşık olmadan seven bir kıza aşık olsam ne yaparım? Neme lazım? Kalp acısı da zor geçer sanırsın gençken. İnsan kıymetli sanırsın.
Kaos GL Ankara’ya getirdi bir defa. Nedendi bilmiyorum, geç mi duymuştum, malum internet, evde bilgisayar, cep telefonu falan yok o sıralar. Herhalde ondan, gidememiş, çok üzülmüştüm. O sıralar Kaos GL’den biraz uzak, Öteki Ben Lezbiyen Feminist Oluşum’u kurmuştuk, onun derdine düşmüştüm.
İşte bu kızla ben 2004’te tanıştım. Hem de nasıl tanıştım? Ankaralı Feministler olarak medyada çıkan tecavüz haberlerinin pornografik dilini protesto için kampanya yapıyorduk. Cep telefonu, internet icat olmuş. Bizim feminist ağların mail grupları kurulmuş. Mail attı bana; “Ankara’ya geliyorum, kampanyayı ortaklaştıralım mı, buluşalım mı?” yazıvermiş. Aaaa, Pınar Selek bana mail atmış.
Büyük bir feminist buluşma vardı Ankara’da düzenlediğimiz. Ona gelmiş. Yanında Dilek’i getirmiş, Amargi’li Dilek Ankara’ya tayin olmuş, bizim Ankaralı Feministler ve Kadın Dayanışma Vakfı’na da tayin olmak istiyormuş! Pek sevindik tabi, iyi ki de tayin oldu, kalış o kalış.
Kampanyayı ortaklaştırmayı konuştuk. Buluştuk Mülkiyeliler’de. Pıtır pıtır kız yahu. Üfff bir konuşkan, bir heyecanlı, susmuyor. Sevgi dolu, dokunup sarılıp duruyor. Dur ayol, dokunma, germe beni, lezbiyenim ben, namahrem var! Bu kadar sakınmasız ve açık kalp, bu kadar çabuk güvenen umut dolu insan görmemişim ne zaman!
Güzel bu kız. Pek güzel. Dedesi TİP’li Cemal Hakkı Selek, babası benim tek hayran olduğum Türkiyeli siyasetçi Behice Boran’ın TİP’inden milletvekili Av. Alp Selek. Çocukluk kahramanlarım gibi bir ailede büyümüş. Notre Damme de Sion mezunu. Ama hiç hava atmıyor kimseye. Gidip burjuva plaza kızı olmamış sonsuz seçenek içinden. Gelip bula bula bizi bulmuş. Biz kimiz? Hayatın çöpe attıkları. Ama onda sudaki her damlanın şifası. Kalp ve hayat bilgisiyle damıtılmış bir şifa. Okuldan öğrenilmez. Bizimki öyle seviyor insanı ilk gördüğünde. Hala en kızdığım yanıdır. Hiç korumaz kendini, benim aksime. Sevme ayol beni, dur daha tanımıyorsun, ne güvendin hemen? Su gibi yayılacak ve şifa dağıtacak dokunduğu yere. Acımı gözümden gördü sandım. Öyle pınar, su gibi. İçime aktı. Adıyla müsemma. Öyle güzel. Gören herkesi aşık eder kendine. Dışındaki genetik güzelliği geçelim, içi güzel; öyle çok güzel. Yok ama, ben aşık olmam bu kıza. Çünkü sevdim ben onu. İçini gördüm. İçindeki çocuğu. Kadın gibi değil, çocuk gibi coşkusunu, neşesini. İyi oyun arkadaşı olur bizden. Hadi iki kız çocuğu el ele oyun oynayalım.
“Ben seni tanıyorum, Maskeler, Süvariler, Gacılar kitabıma iki yazını koymuştum” dedi. Utandım, okumamışım kitabı. Nasıl etkilendiğini anlattı yazıların duygusundan. Sonra kitabın 2. ve 3. baskılarına önsöz yazdım ben. Matbaadan çıkmış, aradı; “Okurken ağladım” dedi. Beni de ağlattı. Deli bu kız!
İşte o ilk buluştuğumuz gün el ele tutuştuk. İstiklal’de bir onunla el ele yürümeye cesaret etmişimdir zaten, Onur Yürüyüşleri hariç. Ürkerim biri saldırır diye. Ama Pınar korur beni!
Haftada bir İstanbul’a duruşmaya gelirdim o sıra. Şiirci’yi eski feministlerden Nilgün Yurdalan işletirdi. Öyle güzel cafedir Süslü Saksı Sokak’ta. Hala güzel. Esmeray çalışırdı. Hala giderim. Ne Nilgün’ü ne Pınar’ı ne Esmeray’ı hatırlarım gidince. Hatırlarsam canım çok yanar. Hepsi gittiler. Sokak ıssız ve kalabalık.
Şiirci’de buluşur; feminizm, aşk, hayat, felsefe konuşurduk her hafta, saatlerce. Projeler üretir, hayaller kurardık. Sonra sevdiğim yataklı vagona biner, sevdiğim Ankara Gar’ında uyanırdım. Ta ki istemeden ve planlamadan sevdiğim Ankara’yı bırakıp iş için İstanbul’a yerleşmek zorunda kalana dek bir sene böyle buluştuk. Yargılanıyordu o sıra, 2006-2007. Hiç bahsetmezdi. Yaşamı akıtırdı. Masum olduğunu bildiği için emindi beraat edeceğinden.
Önce geçici geldim İstanbul’a. Her şey karışıktı. Arkadaş evleri, aylarca otel, sonra girdiğim bunalımdan bir türlü yerleşmek konusunda karar kılamadığım İstanbul’da kedimi getirmek için eşyalı ev tutmak zorunda kaldım. Epey bir sonra da anladım ki başka seçenek yok, ev alıp Bakırköy’de Ermeni mahallesine yerleştim; bilerek ve isteyerek. Hrant’ın mahallesine. Yenimahalle.
2007 baharı apar topar bir çantayla geçici geldiğim ve hafta sonları Ankara’da evime dönerek kaçtığım İstanbul’da kaldım işte böyle. Mutlu muyum, değilim. İlk iki yıl ağır bir depresyon geçirdim. Panik ataklar başladı yeniden. Herkes beni özgüvenli, güçlü, kibirli; kendince ne sanıyorsa kendi aynasından onu görür işte. İçimdeki ürkek çocuğu görürdü Pınar. Ağlayabilirdim rahat yanında, öyle salıp. Ağlamaktan yine de utanıp gerilerek, istemeden de olsa kasıp kendimi çabuk toparlayarak. Sakin karşılardı ağlamamı. Bölmezdi, ayıp etmezdi, müdahale etmez vakit tanırdı. Ben ağlarken kendine şifa arayıp, kendi kaygısını bastırmazdı beni şefkate boğarak gereksiz. Bazen Boğaz’a kahvaltıya, bazen güzel bir akşam yemeğine giderdik. Severdim de İstanbul’u İstanbul yapan zaman ve mekanları, hep sevmişimdir. Ama İstanbul ülkenin en büyük şehri ve köyü sonuçta. Tüm Anadolu kültürünü taşıyıp hepsini bir arada yaşamayı beceremediğimiz. Becersek bir şey olacak da olmuyor işte.
Hep Pınar oldu yanımda. Hani derler ya; “Dişim bile ağrısa”! Öyle hakikatli dosttur. Eşyalı eve taşınınca kutlamak için kendimize bir şişe kırmızı şarap (Şirin Tekeli gibi her gece şarap içer ama Şirin hoca gibi beyaz değil kırmızı) ile iki kadeh alıp (zaten evime aynı anda iki kişi çağırmam, hatta pek kimseyi çağırmam Ankara’daki komün hayatımızın aksine bireycidir İstanbul) ben makarna yaptım, o salata. Aman da ne hızlı. Hiperaktif bu kız ya! Ne güzel bir gece sohbetiydi. Yanaklarımız kızarana kadar şarap içmiştik.
Bir de Kaos GL çağırmıştı yine Pınar’ı. Beni de moderatör yaptılar! Sanki kendimi çok modere edebiliyorum da! O kadar çok sigaraya kaçtım ki Pınar güldü artık salonun ortasında “Moderatör gel” diye bana seslenerek! Tipik ben. Olmuyor benden işte! Yataklı vagonla gidip gelmiştik, sevdiğim. Şarap alıp kaçak sigara içerek. Liseli kızlar gibi. Sanki Damme de Sion avlusunda bir köşe! O günden bu fotoğraf, ben çekmiştim. Öyle derin bir insanlık bilgisiyle bakardı işte. Kalbiyle bakardı.
Türkiye’nin ilk feminist kitabevini beraber kurduk sonra. Amargi Feminist Kitabevi. Dükkana bakmaya gittik. Ev sahibi de tatlı bir Kürt. Mal sahibinin vekili olarak gelmiş, çalışanı. Mal sahibi aynı sokakta kebapçı. Sonra bizim Halil de tatlıcı açtı, arada konuşur, çay içeriz. Hep sorar Pınar’ı. Gitti be Halil işte! Ben kaldım!
Kefil istediler dükkana. Avukatım diye beni istedi mal sahibi. Oysa avukat her dereden su getirir, kefil olur mu avukattan? Atmam da imza hiçbir yere. Bin dereden su getiririm. Ama Pınar demişti bana, bir senelik kirayı bağış toplamıştı. “ Sonra da bakarız çaresine, kavruluruz yağımızda, para kazanırız” demişti. Hem cafe açacağız hem kitabevi. İşte benlik bir iş daha. Tam benim ruhuma, hayalime göre. Attım imzayı senetlere. Her ay gidip aldım senetleri geri bir yıl. Hem alışığım ben her ay Kaos GL kirasını bulup buluşturmaya. Bana dokunmaz. Yeter ki hayal olsun!
Kefaletten kurtuldum da Amargi pek kar etmedi. Hatta her ay zarar etti. Olsun, biz bölüştük zararı aramızda. Hayalimiz vardı ya! Feminizm vardı, LGBTİ+lar vardı. Karşımız Mor Çatı, yan sokak Lambdaİstanbul ve anarşist cafe, iki yanımız Feminist Mekan. Sanki bizim sokağımız, kurtarılmış bölgeydi. Nefes alanımız olmuştu, bize yeterdi. Kızılay gibiydi! Mutlaka ayakta kalmalıydı. Bu dünyada yerim yoktu ki benim. Haymatlos’tum. Kimse vatandaşlık vermemiş, ben de istememiştim. Uydum da yoktu Küçük Prens gibi. Öyle sürgün geziyordum her yerde. Bir Kaos’um olmuştu. Onu da benden İstanbul almıştı!
Amargi’li olamadım. Çok mutsuzdum. Sonra gelen gidenler başladı kitabevine. LİSTAG toplantıları, ibneler, gacılar, lubunyalar, lezzolar, translar, cis-hetero dedikleri feministler. Hepsi biraz bizdendi. Ben de biraz sokaktan oldum yavaş yavaş.
Sonra bir gün duvar çok pis diye dedim ki; “Dış duvarı boyasak mı?”. Bildiğimden değil de ne olacak, altı üstü rulo ile boya. Öğrenciyken yapmışlığım var. Dalga dalga da olsun istemem ama pis olmasın duvar. Pis hiç sevmem. Aligül, Hilal, Dilara, Begüm, ben boyadık duvarı. Boyaları da ya beraber aldık ya Begüm getirdi. Fena da olmadı, obsesif mükemmellik takıntıma tam uymasa da eskisinden iyiydi! İşte o gün kendimi ilk defa Amargi’li hissettim ve hep öyle kaldım!
İşte bizim kıza şiddet suçu işledi diyorlar. Hadi oradan! Zaten yalanınıza alt yapı oluşturacak kılıfınız bile yok da, o yüzden imkansızı oldurdunuz, ceza usul hukukuna göre teknik olarak iki beraatle bitmesi gereken davada 4 kere beraat etti bu kız! Muhalefetin komplolarla kriminalize edilmesinin en yaygın ve meşru karanlık yöntem olduğu binlerce yıllık Anadolu ve Türkiye siyasal tarihine damgasını vuran 25 yıllık Mısır Çarşısı komplosunda yeni perdeyi de utanmadan, kızarmadan, insan olmanın hiçbir değer ve vasfına sahip olmadığınızdan olsa gerek, hanginiz yaptıysanız, açtınız.
Biz toplumun tükürdüklerini yoldaş bilen Pınar Selek’i; 1998’den beri bu akıl, mantık ve gerçek dışı komplo ile abluka altına alınarak sivil ölüme mahkum etmeye ve hayatını gasp etmeye çalıştınız. İzin vermeyiz ki buna; ne Pınar ne biz!
Benim için en zoru neydi biliyor musunuz? Biz 25 Kasım’da Pınar’la tecavüze uğrayan kadınlar için Tecavüz Kriz Merkezi açın diye basın toplantısı yaparken, Ankara’dan avukat arkadaşımdan aldığım telefonla, onanmasını beklediğimiz beraatın bozulduğunu Pınar’a söylemek. Biz bir gece önce teyzemde kalmıştık çünkü geç saate kadar hazırlıklarla uğraşmıştık. Teyzem evde yoktu. Pınar ve ben o gün aldığım Beethoven 5. Senfoni cdsini dinlemiştik. Karar açıklanacaktı. Ben Pınar’ı öyle ürkek çocuk görmemiştim. Kimseye demediğini demişti evde; “Korkuyorum”. Kendine bile dememişti bence o saate kadar. Öyle çocuktu. Ahhhh, korumalıydım! Kendimi korur gibi! İki küçük kız çocuğu, koca gezegende! Ama içimizde elflerin gücü ve masumiyeti. Korkmamalıydık çünkü kötü tek şey yapmamıştık! Hem iyiliğin ve haklılığın gücü bizde! “Korkma” demiştim, kendim de korkarken! Kanepede koluma yatmıştı. Korktuk! Sonra arkadaşımız geldi. Şarap içtik, güldük.
Basın toplantısı bitti. Ben en arkada. Bana bakıyor, arada işaret ediyor, haber bekliyor, kafa sallıyorum yok haber diye. Nasıl söylenir, ne zaman söylenir? Bitsin bir toplantı! Hep işimiz var bizim! Bir sürü projemiz, hayalimiz! Ne olacak şimdi?
Toplantı iyi geçti. Basın ilgilendi. Ülkede hiç olmayan ama her yerde olan bu çok gerekli kriz merkezleri ile. Garaj İstanbul’dan Amargi’ye yürüyoruz. Pınar’ın etrafı insanla sarılı. Arkada yürüyorum. Bakıyor, bir şey diyemiyorum.
En sonunda gittim yanına, çok baktı. Yuvamıza yaklaştık, bari oraya sığınsın! Tek doğru yer! Biz kurduk! “Olmaz” dedi bana. İnanmadı. Sakin sakin anlatmaya çalışıyorum. Kalp hızımı ölçemiyorum. Sakin gibi yapıyorum, öyle olmalıyım! Çünkü bu oldu, öyle Kırmızı Pazartesi gibi!
“Babamı arayacağım” dedi. Alp amca beni aradı. “Yanlış bakmıştır arkadaşın, olamaz” dedi. Daha sakindi. Çok işkenceler görmüş Pınar gibi. Çok hayatlar, çok davalar, siyasi yargılama katliamları, hukuk katliamları görmüş. “Olmaz, olamaz, biz eminiz” dedi. Sakinim gibi tane tane anlattım. Arkadaşımın kararı okuduğunu söyledim. Cümle cümle söyledim. “Tamam anladım, kapat Pınar’ı arayayım” dedi. Pınar’ı ikna etti. Amargi’deyiz. Pınar ağladı, feryat etti, sesler çıkardı, herkesi ittirdi. Deniz Türkali’nin gözlerinden yaş geldi. Hepsi kampanyamıza desteğe gelmiş. Oldu mu şimdi? Hemen sardılar Pınar’ı Allah’tan. Pınar eve gitti. Ben kaldım. Konuşamadım.
Pınar gitti. Kalbim işte o gün ağrıdı. Gitmeden buluştuk. Pınar ilk defa Pınar gibi değildi. Sokağımızda aşağı yukarı yürüdük. Oturacak halimiz yoktu. Amargi’de basın toplantısı yaptık gidince. Yığınla kalabalık. Ben çok ıssızım. Kimseyi gözüm görmüyor. Ses duymuyorum. Her şey uğultu. Sarılanları itiyorum, “Dokunmayın” diyorum. Bana kimse şifa olamaz. Görmüyorum, duymuyorum. Bize bunu nasıl yaparsınız? Bir merdivenden çıkarken dostuma el verdim; Feryal Öney’e, doğum günlerimizi beraber kutladığımız. Onun bana el verdiği, beni şifa bulmayacak yaramda şefkate boğmadığı, yanımda sustuğu, teselliye kalkmadığı için.
Ben kaldım. Pınar’ın kampanyası ve Amargi’den başka iş yapmadım. Kurduğumuz Amargi’yi yaşatmaya çalıştım. Yoldaş olanlardan dostlar edindim. Yaram kapanmadı. Şifa bulmadım. Yaşamaya devam ettim yalnızca. Pınar ise hiç yılmadan, bazılarının ölüm yaratıp ölüme yürüdüğü hayatta, tüm bu kuşatmaya rağmen inat, umut ve gülümsemeyle her gün yeniden hayat yarattı! Pınar o çünkü, yaşam yaratır! Yaş aldıkça, karanlığın işgal teşebbüsüne aldırmadan ve karanlığın karşısında korkmadan, eğilip bükülmeden her gün bıraktığı eserleri, sevgisi ve yaşam enerjisini aktardığı insanlarla yaşama yürüyerek, yalnızca kendi yaşamını değil, kuşaklara miras kalacak yaşamlar inşa etti! Almanya, Fransa, İtalya; her yerde. Gitti anarşistleri, kuirleri ve göçmenleri buldu tabi! E ne olacaktı ki beyler?
Almanya’da buluştuk. Oralarda da dik durdu, devletlere eyvallahı yok, Pınar bu! Bu da son buluşmamızdan. Gar du Nord, Paris. Konuşma yapmam için davet ettirmişti beni Fransa Senatosu’na. Kuirleri ve feminizmi anlattım. Aynı otelde kaldık. Ceviz götürdüm köydeki bahçemizden. Oralarda bulmak zor öylesini. Keçi peyniri sever. Ondan aldım. Birkaç paket sigara free shoptan, çok pahalı oralar. Ama hayat, muhalefet, özgürlük bol buralardan. Pınar gitti yine. Manu’nün banliyö evinde kaldım üç gün sonra. Lezbiyen feminist, Pınar Selek’e Adalet Fransa Komitesi’nden. Gülümser, renkli gözleri küçücük olur. Oraları örgütler Pınar. İtalya sınırında mültecilere destek verir. Kitap yazar cümbüşçü karınca! Feminist kitabevine götürdü beni. Bir sürü feministle tanıştım. Lezbiyen cafeye gittim tek başıma, LGBTİ+ merkezlere. Vegan cafede Stella ile buluştuk. Görmedim bir daha. Sık konuşuruz. Gönül ilişkilerimi dinleyip akıl verir, yaşam koçum!
Yerel mahkemede tüm Avrupa toplanıp (Pınar’ın organizasyonu tabi!) direnme kararı aldığımız gün ne güzeldi oysa. O zaman Beşiktaş’ta DGM (Devlet Güvenlik Mahkemesi, yani nam-ı diğer sıkıyönetim 80 darbe mahkemesi vardı) direnme kararı verdiği gün ne güzeldi. 2011. Heyet duruşma günü vereceğiz deyince tüm avukatlar dışarı çıkmıştık ertelenecek diye, ben misafirlere bilgi vereceğim diye (Pınar Selek’e Adalet Komitesi uluslararası sözcüsü olmuştum ara yıllarda çünkü, onca yıl anlatılmaz istense de, kitap veya belgesel olur ancak sözlü tarihimiz) içeri dönmüş beklemiştim. Ve Pınar hakkında direnme kararını öğrenince polisler arasından şaşkın ve çatık kaşlı bakışları altında hayatımda koşmadığım hızda koridordan bahçedeki kalabalığa koşarken bir yandan Pınar’ı arayıp “Pınar beraat” diye bağırmıştım. Çığlık atmıştı. “Babama koş söyle” diye bağırmıştı pür heyecan ve neşe. Meğer Alp amca canlı yayında “Duruşma ertelendi” diye demeç verirken izliyormuş, bilgi güncellensin istemişti. Bahçede polis barikatı arasında koşarken, Pınar telefonda, gözüm Alp amcada, “Beraat, beraat” diye bağırmıştım son ses, neşe ve heyecan. Ağlıyorum bir yandan. Gözümden sevinç gözyaşı akıyor. Haklıyız! Gördüğüm herkesle kucaklaşıp ağladım. Hilal, Hidayet Tuksal, Yıldız Ramazanoğlu. “Allah izin vermedi” diye bağırdım. Öyle coşmuşum! Öyle çok ağladım. Hilal’le kucaklaşmamı manşet yaptı Hürriyet. Bütün basın ben manyağa baktı bir anda. Kimse böyle tepki vermezdi. Ama beni anladılar, anladım! Tüm taşkınlığımı anlayıp sardılar gözyaşlarımı. İşte o gün ittiklerimle kucaklaştım!
Pınar geldi birkaç günlüğüne sonra. Yine Boğaz’da yemek yedik. Ama yine eski Pınar değildi. Kendine gelememişti. Telefondaki Pınar gibi değildi. Yine gitti. Biz inandık ki geri gelecek.
Ama olmadı. Heyet başkanı izinliyken geçici duruşmaya çıkan heyet sanki duruşmalara girmiş, tanıkları dinlemiş, ifadeleri almış, çuvallarca klasörü okumuş gibi beraatı geri aldı! Yok artık! Bu da oldu! Sabah 10:00’da girdiğimiz duruşmadan 23:45’te çıktık yemek molası vermeden. Gece yarısı. Çağlayan ıssız yer. İnsan geçmez! Yeşim’e dedim ki; “Ayaklarım yere basıyor gibi hissetmiyorum, bir balonun içinde, karikatür küpürü içinde gibi, havada gibi hissediyorum kendimi, vücudumu, kendimi hissetmiyorum”. Sonra öğrendim ki psikiyatride derealizasyon (gerçek dışılık) deniyormuş. Bize bunu da yaşattınız! Allah’ınızdan bulun ve bulduğunuzda bizi hatırlayın!
Biz bu kadar büyük yanlıştan dönülür sandık. Yoksa biliriz biz bunları da, hem de iyi biliriz. Ama davanın 25. yılında Haziran ayından Anadolu Ajansı (AA) aracılığıyla bir anda beraat kararının bozulduğu haberi; daha karar imzadan çıkmadan, dava dosyasına konulmadan, biz görmeden servis edildi!
O gün bugün; bu şekilde yine temel bir insan hakkı gasp edilen Pınar hakkında gerekçeli kararın imzalanmasını bekliyorduk! Nihayet Genel Kurul’un kararını doğrudan mahkemeye gönderdiğini öğrendik. Ağır Ceza Mahkemesindeki yargılama sırasında çürütülmüş ne kadar sahte belge ve iddia varsa, hiçbir inceleme yapılmaksızın, hukuku, dosyadaki çuvallar tutan somut ve maddi delilleri görmezden gelen hoyrat bir özensizlikle; 4 kere yerel Ağır Ceza Mahkemesinde itibar edilmemiş iddiaları alt alta kopyalayıp yapıştıran belgenin adı ne hukukta ne dünya hukuk tarihinde ne hukuk akademilerinde ne de aklı ve mantığı olan insan vicdanında “gerekçeli karar” olamaz!!! Olsa olsa derin bir komplo utancı olur! Ve bu belge dünya hukuk tarihinde de akademilerde de hak ettiği gibi anılacaktır! Hukukun çiğnenme belgesi, utanç belgesi, hukuk devleti olamama belgesi, yargı bağımsızlığının yokluğu belgesi!
Bu dünya alçaklığın, korkaklığın, ahlaksızlığın ve onursuzluğun hükümran altında ezilen sessiz çoğunluğa dönüştüğü bir tarihe sahiptir. 3.000 yıldır böyledir! Ama o 3.000 yılın tarihini alçaklık değil direnişçiler yazarak dünyayı yükseltmişlerdir. Tarih de onları anar, o azınlıkları! Tarih bile alçak hükümranlara prim vermemiştir! Çünkü nadiren de olsa sisteme itiraz edip o yoldan gitmeyenler çıkar. Pınar Selek gibi…
İşte onlar bu dünyanın gidişatını durdurup hükümran firavunları devirmiş, dünyaya yeni bir yol vermişlerdir. Dünya da hükümranların değil, eninde sonunda onların yollarından gitmiş, tarihine de onları yazmıştır! İnsanlık tarihi ne kilise engizisyonunu ne faşist diktatörleri kendinden kabul etmiştir. Tarihi itiraz edip direnenler yazmıştır ve öyle de olacaktır!
Tarihin bu çağında bu bedeli ödeyen bir direnişçi de Pınar Selek oldu! Aynı davadan tam dört kez beraat etti Pınar Selek! Hukuk tekniği açısından en fazla iki kez beraat mümkün ve yeterliyken, ceza usul hukuku öyle çiğnendi ki 4 kez beraat etti! Ve bu 4 beraat bile yetmedi!
Pınar Selek’in yargılanması için tek delil yok! Ama masum olduğuna dair bizde delil çok! Sizde var mı? Delil olmadan neye göre karar verdiniz??? Siz hangi hukuk fakültesinde, hangi adaleti, hangi kanunu öğrendiniz? Pardon, önce hukuk devleti olmak lazımdı değil mi?
Öyle olmaz!!! Hukuku ve gerçeği bu denli çiğneyemezsiniz. Ne gerçek kabul eder ne akıl ne mantık ne hukuk ne de bağımsız ve siyasal olmayan yargı makamları! Ne yargıçları ikna edersiniz ne vicdanları! Bu kağıtlar işe yaramaz beyler!!! Biz bu oyunu bu ülkede de bu dünyada da çok izledik. Artık alıcınız kalmadı!
Bizde kanıt çok! Yargılama değil siyasal bir komplo ve araçsallaştırma olarak açıklanabilecek ve ülke tarihinde Cumhuriyet’in ilanının öncesine kadar uzanan bu siyasal yargılamalar; hükümetler (ki devlete hükmedemezler, Bakanlar Kurulu dediğin de bakakalır ancak!) değişse de değişmeyen karanlık devlet geleneğinin kanıtları. Ortada muhalif olmanın ve itiraz etmenin dışında bir suç olmadığından, isnat edilen fiillere dair kanıt yok! Arayan da yok! Kanıt bulma telaşı ve zahmeti dahi yok! Öyle pervasız bir özensizlik! Hukukçuları ikna etmeyi geçtim, en bilmeyeni ikna etmez! Mesele infaz etmek!
Pınar Selek davası, bugün geldiğimiz ülke ortamının görülmek istenmeyen öncü işareti idi. Bin yıllık karanlık suikastçı devlet geleneğinin Pir Sultan Abdal’lardan beri gelen açık bir yansımasıdır Pınar Selek davası. Bugün hala karartılmaya çalışılan suikastlar işlenen ülkede, infazı sivil ölümle gerçekleştirilen bir başka suikasttır! Aramızdan Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Musa Anter, Hrant Dink’i alan karanlık zihniyetin işidir! Sivas Madımak, Maraş, 6-7 Eylül olaylarını organize eden karanlık ama apaçık ortada ellerin işidir! Biz bu ülke tarihçesini iyi biliriz!
Şimdi gerekçeli karar diye ortaya konan kopyala yapıştır belge; kerelerce çürütülmüş iddiaları, sahte belge ve iftiraları almış, bir kez daha birleştirmiş. Yeni hiçbir şey yok. 4 kere beraat etmiş bir insanı mahkûm edecek hukuki ve maddi tek şey yok! O koca hukuksuzluk, o sınır tanımayan sistematik kötülük dışında. Ama Pınar’ın bedeli Pınar olmaya dair değil mi zaten?! Gece de gündüz de akan pınar olmaya? İnsanın içine insanca karışmaya biçilen ceza değil mi? Siz Pınar’ı mahkûm edemezsiniz! Biz ise bir insana, ailesine ve uğruna mücadele ettiği herkese dayatılan bu insanlık dışı zulmü 25 yıldır her gün her an mahkûm ediyoruz, hakkımız! Haklı olan biziz, biz halkız! Siz hükümranlar bir kere bile haklı olmadınız! Ve biz her gün kazanıyoruz çünkü insanlık onuruyla size boyun eğmeden yaşıyoruz! Merak etmeyin, sivil veya fiili infazla, cezaevlerine doldurmakla biz bitmeyiz! Mum gibiyizdir, inancımız için yanarız ama çokuz!
İşte bu bizim hikayemiz. Vapura binerdik Pınar’la. Bu fotoğraf da vapurda. Biz o vapura tekrar bineceğiz beyler! Özgür olan biziz, tutsak olan sizin zihniniz ve zincirleriniz kendi içiniz kadar kısa. Yazının yarısını yazarken ağır depreşti Pınar’ı son görüşümde Paris’te taşıdığım valizin yırttığı karın kasımın ağrısı. Uzun süre oturmam yasak, bel diski ameliyatı oldum. İki kahveyi içmeden soğuttum, nadiren verdiğim molada şimdi üçüncüyü koydum. Pınar’ın hayatından ve bizden çaldığınız ne varsa, içemediğim kahveler, ağrıyan ve kendini hissetmeyen vücudumdan azını yaşamadan gitmeyin. Beddua değil inanın! Kötü enerjiyi sevmem. Benimki adalet talebi. Adaletse adalet! Ve inanın siz onu her saniyedeki mutsuzluk ve korkunuzda, içinizin huzursuzluğunda buluyorsunuz aslında! Hükümran erkeklikle sıkıştırdığınız zihninizle bize basmaya çalışırken, siz çoktan ezilmişsiniz! Biz gökyüzüne bakıp nefes alıyoruz!
*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Etiketler: insan hakları, kadın, tarihimizden